Evrim Teorisi’nin Değerlendirilmesi
BÖLÜM TANITIMI
Buraya kadar Evrim Teorisi ile ilgili bilimsel, felsefî ve teolojik tartışmaların tarihsel arka planını, bu teorinin ortaya konma sürecini ve ileri sürdüğü iddialarını göstermeye çalıştım. Bu bölümde ise Evrim Teorisi’nin, bilimselliğin kriterlerini ne kadar karşıladığını inceleyeceğim. Bunun için doğa bilimlerinde ve bilim felsefesinde ileri sürülen gözlemlenebilme, öngörü gücü, yasalara sahip olma, matematiksel betimleme yeteneği, yanlışlanabilirlik, rakip teorilere üstünlük sağlama gibi çeşitli kriterler açısından bu teorinin değerlendirmesini yapacağım. Bunlarla beraber, Evrim Teorisi’nin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi mekanizmalarının yepyeni özelliklere sahip türlerin oluşumunu açıklayıp açıklayamayacağını tartışacağım. Ayrıca embriyoloji, moleküler biyoloji, homoloji ve fosilbilimi gibi alanlar açısından bu teoriyi ele alıp irdeleyeceğim.
Bu bölümde cevabını bulabileceğiniz bazı sorular şunlardır: Evrim Teorisi bilim felsefesi alanında ortaya konan bilimsellik ölçütlerini ne kadar karşılamaktadır? Doğal seleksiyon canlılarda yeni özelliklerin ortaya çıkışını açıklayabilir mi? Ispinoz kuşları veya pulkanatlı güveler Evrim Teorisi’nin delilleri olabilir mi? Yapılan laboratuvar deneyleri, mutasyonlarla yeni özelliklere sahip türlerin oluştuğunu desteklemekte midir? Evrim Teorisi’nin yasaları var mıdır? Evrim Teorisi’ne dayanarak öngörüde bulunulabilir mi? Evrim Teorisi yanlışlanmaya açık bir teori midir? Evrim Teorisi’nin rakip teorilere üstünlüğünü gösterecek bilimsel bir düzenek kurmak mümkün müdür? Evrim Teorisi’nin mutlak bir gerçek olarak sunulması Thomas Kuhn’un ‘paradigma’ görüşü ile açıklanabilir mi? Big Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin bilimsel ölçütlere uymaktaki başarıları arasında fark var mıdır? Canlılardaki benzerlikler ile Evrim Teorisi temellendirilebilir mi? Fosiller Evrim Teorisi hakkında ne söylemektedir? Fosil-olasılık ikilemi nedir? Evrim Teorisi olmadan bilim olur mu?
BİLİMSELLİĞİN KRİTERLERİ, BACONCI İLKELER VE EVRİM TEORİSİ
Evrim Teorisi’nin, kendisinin dışındaki yaklaşımlardan daha doğru olup olmadığını anlamak için, onu, diğer görüşlerden ayırt eden unsurların neler olduğunu iyice tespit etmek gerekmektedir. Evrim Teorisi’nde, kendiliğinden türeyen basit bir canlıdan veya canlılardan diğer bütün canlıların; bir canlı formunun diğerine değişmesi yoluyla oluştuğu savunulmaktadır. Burada altı çizilmesi gerekli nokta, Evrim Teorisi’nin, istisnasız bütün türlerin, başka bir türden oluştuğunu iddia etmesidir. Türlerin tamamen sabit olup hiç değişmedikleri fikri özellikle Linnaeus ve takipçileri tarafından savunulmuştur. Buffon, Linnaeus’un düşündüğünden daha az sayıda kökensel türün başta yaratıldığını, diğer türlerin bu türlerden değişerek oluştuklarını söyledi. Mendel ise melezleşme yoluyla yeni türlerin oluşumunu Evrim Teorisi’nin alternatifi olarak gördü. Evrim Teorisi’ne karşıt fikirleri savunan biyolojinin bu en ünlü isimlerinin görüşlerine karşı, bu teorinin doğruluğunu göstermek için türlerin sabit olmadığını, türlerde bazı değişiklikler bulunduğunu göstermek yetmeyecektir. Fakat bir türden diğerine değişim olurken, kanadı olmayan bir sürüngenin kanadının çıkıp da yeni bir tür oluştuğu veya memeli olmayan bir canlının memeli başka bir türe dönüştüğü gösterilebilirse; Evrim Teorisi’nin diğer görüşlere göre daha üstün olduğu ispatlanabilir. Görüldüğü gibi bir türün içinde farklılıklar olması, hatta birbirine çok yakın iki türün ortak bir atadan veya atalardan melezleşme veya değişim yoluyla oluştuğunun iddia edilmesi; Evrim Teorisi’ni savunanları diğer görüşlerin sahiplerinden ayırt eden özellik değildir. Canlılar dünyasında küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) gözlenmesinin Evrim Teorisi’nin delili olduğu söylenemez; ancak bir türden önemli ölçüde farklı bir türe, cinse, familyaya veya takıma geçişi sağlayacak büyük değişimlerin oluştuğu; bunun gerek bir anda gerekse küçük değişimlerin birikmesiyle mümkün olduğu gösterilebilirse, Evrim Teorisi’ni diğer görüşlerden ayırt eden iddialarının delilinin bulunduğu söylenebilir.
Darwin’in hayvan yetiştiricileriyle ilgili gözlemleri Evrim Teorisi’nin ayırt edici bir delilini sunmaz.
Yeni bir cinsin oluşumuna dair bir gözlemin olmadığını, Evrim Teorisi’nin en önemli teorisyenleri de kabul ederler: Yeni bir cinsin oluşumu uzun tarihsel bir süreci gerektirdiği için, bunun gözlemlenmesinin mümkün olmadığını söylerler.
Charles Darwin, tümüyle Baconcı ilkelere bağlı bir şekilde çalışmalarını gerçekleştirdiğini söylemiştir.
Evrim Teorisi’nin, türlerin özel yaratılışına veya kökensel türlerden (cinslerden, familyalardan) diğer türlerin yaratıldığı fikrine karşı olgusal destek sağlaması için mutlaka bir cinsten, familyadan veya takımdan diğerine dönüşümü gösterebilmesi gerekir. Olguculuğa dayanan bir bilgi anlayışı bu tip bir sürecin gözlemlenmesini, Baconcı ilkeler ise gözlenen süreçlerin çeşitliliğini ve tümevarım metodunun naif bir şekilde uygulanmamasını gerektirir. Oysa Ernst Mayr gibi en ünlü evrimcilerin belirttiği gibi bu sürecin gözlemlenmesi mümkün değilse, olgusalcı ve tümevarımcı bir bilimsel metot ve bilgi teorisi açısından Evrim Teorisi’nin gerekli desteği olmadığı söylenmelidir. Evrim Teorisi’ni doğrulayan (verification) olgular mevcut değildir, bu yüzden hiçbir tikel doğrulaması olmayan bu teorinin, birçok tikel önermeden tümevarıma ulaşmayı tavsiye eden Baconcı metodoloji açısından bilimselliğin kriterlerini karşılaması mümkün değildir.
GÖZLEM, DENEY, ANALOJİ VE EVRİM TEORİSİ
Darwin, teorisini doğrulayacak olguları gözlemleyip tümevarıma ulaşamadığı için, bunun yerine tür içindeki değişimlerle, türden türe değişimler arasında analoji (benzerlik) kurmuştur. Örneğin hayvan yetiştiricilerini gözlerken, yetiştiricilerin damızlıkları seçme suretiyle çiftleşmeleri sağlamalarıyla, türün daha verimli hayvanlarının elde edilebileceğini tespit etti.
1.Türlerin içinde bazı değişiklikleri gözlemliyoruz.
2.Demek ki bir cinsten, familyadan ve takımdan diğer bir cinse, familyaya ve takıma geçiş de mevcuttur.
Bu iki önermeden gözleme, yani olgulara dayanan önerme birinci önermedir. Oysa Darwin’in iddia ettiği gibi teorisinin Baconcı ilkelere dayanması için ikinci önermede ifade ettiği olguların gözlenmesi gerekirdi. Evrim Teorisi’ne karşı çıkanların bile kabul ettiği birinci maddede ifade edilen değişim, rakip teorilerce de savunulduğu için, Evrim Teorisi’ni destekleyen olguların bulunduğunu göstermez. Ispinoz kuşlarının gagasının değişimi veya ineklerin daha çok süt vermesinin sağlanmasındaki değişim ile analoji kurularak; kuşların kanatlarının oluşumu veya memelilerin sütle yavrularını beslemelerinin evrimle oluşumu savunulamaz. Var olan organların farklılaşması ile canlının yepyeni organlar veya özellikler kazanması arasında çok büyük fark vardır. Günden güne değişen hava durumu yüksek ve alçak basınç alanlarıyla açıklanabilir. Ancak mevsimler arasındaki hava durumu farkını, günlük hava değişimlerine neden olan faktörler ile analoji kurarak açıklamaya kalkarsak hata yaparız. Mevsimlik hava değişimleri için astronomik olaylar gibi diğer faktörlerin ele alınması gerekmektedir.
Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayatın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar!... O halde, bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır. Teori hakkında söylenebilecek en iyi şey, onun, hayatın nasıl geliştiğine dair birçok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen ne de yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir.”
Bilgi teorisindeki yaklaşımları açısıdan olguları ve tümevarımı bilimsel bilginin kaynakları diye kabul eden bir yaklaşımı savunanlar, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri karşılamadığını kabul etmek zorundadırlar. Birçok ünlü felsefeci, gözlemsel verilere dayandırılmadan Evrim Teorisi’nin savunulmasındaki soruna dikkat çekmişlerdir. Bunlardan biri olan Wittgenstein şöyle demektedir: “Örnek olarak Darwin teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele alalım. Teoriyi destekleyen ve ‘Tabii ki’ diyen çevreler vardır, bir de ‘Tabii ki hayır’ diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla ‘Tabii ki’ denilebilir? Tek hücreli organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve memeli hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen biri var mı? Hayır. Peki, bu süreci şu anda kimse gözlemliyor mu? Hayır. Yapılan gözlemler bir damla suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu teorinin akla en yatkın çözüm olduğu yazmaktadır. Insanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu teorinin doğruluğundan emin. ‘Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla güçlendirilmesi gerekir’ gibi bir tutum savunulamaz mıydı? Bu, nasıl herhangi bir şeye ikna olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlaka böyle olduğuna kanaat getiriyorlar.”
DOĞAL SELEKSİYON VE MUTASYONLAR İLE TÜRLERİN OLUŞUMU AÇIKLANABİLİR Mİ?
Darwin’e göre, yeni türlerin oluşması için gerekli hammaddeyi popülasyonun bireylerinde meydana gelen ve kalıtım yoluyla aktarılan değişiklikler oluşturur.
Daha önce belirtildiği gibi Evrim Teorisi’nin diğer görüşlerden ayırt edici özelliği; bütün türlerin, cinslerin, familyaların, takımların birbirlerinden oluştuğunu dile getirmesidir. Bu yüzden doğal seleksiyonun ve mutasyonun canlılar dünyasında önemli olduğunu göstermek, Evrim Teorisi’nin bir delili sayılamaz. Evrim Teorisi’ne karşı çıkan birçok kişi de mutasyonların ve doğal seleksiyonun önemini kabul etmekte hiçbir güçlük çekmeyecektir. Örneğin geçmişte dinozorların yok olduğu gibi, gelecekte pandalar da yok olurlarsa bu bir doğal seleksiyon olur. Doğadan bir canlı türünün yok oluşu elbette önemlidir, ama hiçbir türün yok oluşu, yepyeni özellikleriyle bir türün nasıl oluştuğu için bilimsel bir delil sunmaz. Evrim Teorisi’ni savunan kitaplarda, sıkça yapılan bir mantık hatasını şu şekilde gösterebiliriz:
1. Evrim Teorisi’nin mekanizması doğal seleksiyondur (veya mutasyondur).
2. X olayı doğal seleksiyonun (veya mutasyonun) varlığını (veya önemini) gösterir.
3. Bu da bize Evrim Teorisi’nin doğruluğunu ispatlar…
Bu mantık örgüsünde özellikle ikinci maddedeki önermeye dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu ikinci maddenin doğruluğu aslında üçüncü maddedeki önermenin doğruluğunu ispat edecek mahiyette değildir. Birinci maddede de görüleceği gibi, asıl iddia edilen; doğal seleksiyonun ve mutasyonun varlığı değil, bu mekanizmaların bütün canlı türlerinin oluşumuna sebep olduğudur. Bu yüzden ikinci önermede doğal seleksiyonun ve mutasyonun varlığının değil, bu mekanizmalarla yepyeni özellikli canlıların oluştuğunun delilleri verilebilirse ancak üçüncü maddedeki sonuç önermesine ulaşılabilir. Oysa Evrim Teorisi’nin anlatıldığı ders kitaplarında; bu mekanizmaların varlığı, Evrim Teorisi’nin delili olarak aktarılmaktadır.
Bu mantık yanlışını daha iyi anlamak için benzer bir yanlış kurgu oluşturmamız konunun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. “Ahmet 1.000 metre sıçradı” önermesini ele alalım ve bunu şu şekilde formüle ederek ispat etmeye çalıştığımızı düşünelim:
1.Ahmet 1.000 metre yukarı sıçramayı sağlıklı ayaklar ve bir çift lastik ayakkabı ile becermiştir.
2.Ahmet’in ayakları sağlıklıdır ve bir çift lastik ayakkabısı vardır.
3.Demek ki Ahmet 1.000 metre yukarı sıçramıştır.
Bu formülasyondaki hatayı hemen görebiliriz. Birinci önermede Ahmet’in iddia edilen zıplamayı gerçekleştirmede kullandığı araçlara dikkat çekilirken, ikinci maddede sadece bu araçların var olduğunun gösterilmesi, bu zıplamanın yapıldığının delili sayılmıştır. Oysa önemli olan bu araçların varlığı değil, Ahmet’in bu araçları kullanarak 1.000 metre yukarı sıçrayacak kapasiteye erişebileceğinin gösterilmesidir. Hayatın içinden bu tipteki sıradan örneklerde mantıksal yanlış kolayca fark edilebilmesine karşın, Evrim Teorisi’ni anlatan kitaplardaki bu yanlış birçok kişi tarafından fark edilememektedir.
Bazı yazarlar bu hatanın oluş sebebini, Evrim Teorisi’nin adeta bir dogma gibi ‘apriori’ (peşinen) kabul edilmesine ve bütün değerlendirmelerin böylesi bir metafizik kabulden yola çıkılarak yapılmasına bağlamaktadırlar. Descartes’ın metodik şüpheciliği de işte böylesi hatalara düşmeyi engellemek için başvurulan bir yöntemdir. Peşinen doğru kabul edilen hipotez ve teoriler ile yapılan gözlemler, mutlak doğru kabul edilen bu hipotez ve teorilere uygun bir şekilde yorumlanacakları için, yanlış çıkarımlara sebep olacaktır. Ahmet’in 1.000 metreye sıçrayabileceğine dair ‘apriori’ bir kabulümüz olmadığı için, bu örnekteki yanlışı hemen fark edebiliriz. Fakat, Evrim Teorisi’ni peşinen doğru kabul edip olgulara yaklaşıyorsak, doğal seleksiyon ve mutasyonların varlığından, bunların, bütün türleri oluşturan mekanizmalar olduğuna sıçrayıştaki mantıksal hatayı görmekte güçlük çekeriz.
PULKANATLI GÜVELER, İSPİNOZ KUŞLARI VE DOĞAL SELEKSİYON
Darwin ‘Türlerin Kökeni’ adlı kitabında, Evrim Teorisi’nin en temel mekanizması olarak gördüğü doğal seleksiyonu, hayvan yetiştiricilerinin yapay seleksiyonuyla analoji kurarak açıklamaya çalışmıştı. Doğada, türlerin ve cinslerin oluşumunda rol alan bir doğal seleksiyon vakası gözlemleyememişti. Daha sonra ‘pulkanatlı güveler’ (peppered moths) ile ilgili gözlem, doğal seleksiyonla türlerin evriminin oluştuğuna dair en önemli gözlemsel kanıt olarak ileri sürüldü. Buna göre Ingiltere’deki sanayileşme sürecinden önce beyaz renkli güveler çoğunluktaydı. Daha sonra, sanayi bölgelerinin bacalarından çıkan kurum, ağaçlardaki likenleri koyulaştırmıştır ve beyaz renkli güveler belirgin olarak görülmeye başlamışlardır. Kuşlar, beyaz renkli güveleri daha rahat görüp avlayabildikleri için, koyu renkli güveler ‘yaşam mücadelesi’nde üstünlük kazanmışlar ve sayıları çoğalmıştır.
Kettlewell’in pulkanatlı güveler üzerindeki gözlem ve deneylerine sonradan birçok eleştiri yapıldı. Eğer doğal seleksiyon koyu renkli güveleri endüstriyel bölgelerde hakim kılıyorsa, Manchester şehri gibi endüstriyel kirliliğin olduğu bir bölgede de bunun gözlenmesi gerekiyordu, ama sonuç bundan farklıydı. Kettlewell’in açıklamalarına ters bir şekilde endüstriyel kirliliğin olmadığı Doğu Anglia ve Galler bölgesinde de koyu renkli güvelerin oranı yüksekti. Ayrıca Kettlewell’in deneylerinin güvelerin doğal yerleşim alanlarında yapılmadığı anlaşıldı. Pulkanatlı güveler geceleri uçar ve normalde gün ağarmadan ağaçlarındaki dinlenme yerlerine giderler, oysa yapılan deneylerde güveler açıkta bırakılıp kuşlara hedef yapılmışlardı. Finlandiyalı hayvanbilimci Mikkola, 1984 yılında, pulkanatlı güvelerin, ağaçların üst kısımlarındaki küçük dalların altını mesken edindiklerini, ancak çok ender durumlarda ağaç gövdelerini mesken tuttuklarını gösterdi. Oysa biyoloji kitaplarının birçoğunda, pulkanatlı güveler, ağaç gövdelerinde, kuşların avlanmasına açık hedef olarak gösterilmektedirler. Biyolog Bruce Grant’a göre, Kettlewell’in deneyinin en zayıf yönü, gece uçan güveleri gündüz serbest bırakmasıdır. Chicago Üniversitesi’nden Jerry Coyne, derslerinde öğrettiği pulkanatlı güveler ile ilgili ‘delilin’ kusurlu olduğunu 1998 yılında anlayınca, hayal kırıklığını şöyle ifade etti: “Benim tepkim, altı yaşında olduğumda, bana hediye getirenin Noel Baba değil de babam olduğunu öğrendiğimde içine düştüğüm dehşete benzemektedir.”
Evrim Teorisi’ni savunanların ayırt edici iddialarını iyi tespit edemezsek, bu teorinin bilimsel kriterlere ne kadar uyduğunu da iyi tespit edemeyiz; çünkü bu teoriyi ispat ettiği söylenen delillerin doğru değerlendirmesini yapmamız mümkün olamaz. Örneğin, birçok biyoloji kitabında Darwin’in ispinozları (Darwin’s finches) olarak da isimlendirilen ispinoz kuşları ile ilgili olarak ileri sürülen görüşleri ele alalım. Darwin, Beagle seyahatinde bu kuşları gözlemlemiştir.
Pulkanatlı güveler ve ispinoz kuşlarıyla ilgili gözlem ve deneyler üzerine birçok tartışma vardır. Fakat bu tartışmaları tamamen bir kenara bırakıp, bunlar ile ilgili ileri sürülenlerin tamamen doğru olduğunu düşünelim. Bu durumda da bu deliller, Evrim Teorisi’nin bir kanıtı olamaz. Evrim Teorisi’nin doğruluğunu tartışanlar, biyoloji kitaplarındaki ispinoz kuşları ve pulkanatlı güveler gibi ‘delilleri’ ele alıp bu teoriyi temellendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa, bunların doğruluğundan veya yanlışlığından daha önemlisi; bunlar doğru olsalar bile Evrim Teorisi’nin doğruluğunu ispat edecek mahiyette olmadıklarının saptanmasıdır. Daha önce vurgulandığı gibi, Evrim Teorisi’ni kendi dışındaki görüşlerden ayırt eden özelliği, bütün türlerin, cinslerin, familyaların, takımların birbirlerinden evrimleştiklerini iddia etmesidir. Oysa pulkanatlı güveler ile ilgili gözlemde, bu güvelerden belli bir renkte olanın diğerine göre oranının değişmesi söz konusudur. Hiçbir şekilde bu gözlem, ne pulkanatlı güvenin oluşumunu, ne de pulkanatlı güveden herhangi yeni özellikli bir canlının oluştuğunu göstermektedir. Türlerin her birinin ayrı ayrı yaratıldığını kabul edenler de türlerin bireylerinin birbirlerinden farklı olduğunu zaten kabul etmektedirler. Bu yüzden türlerin bazı bireylerini eleyip, bazı özelliklere sahip bireylerinin oranını arttıran bir mekanizma; türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldıklarını savunanlarca da kabul edilebilir. Zaten bütün insan ırklarının tek bir çiftten türediğini kabul eden anlayış, türün içinde farklı varyasyonların oluşabildiğini veya yakın türlerin ortak bir atadan gelebileceğini rahatça kabul edebilir. Bundan dolayı, ispinoz kuşlarının zaman içinde alt-türlere veya yakın türlere dönüşmesini, türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar da rahatça kabul edebilirler. Pulkanatlı güveler olsa olsa doğada, ‘doğal seleksiyon’un işleyen mekanizmalardan biri olduğunu gösterebilir.
Daha önce belirtildiği gibi ‘doğal seleksiyon’un varlığından, bütün türlerin ‘doğal seleksiyo’ mekanizması yoluyla evrimleştikleri sonucuna varmak mantık açısından hatalıdır. Verdiğim benzetmede, Ahmet’in sağlıklı ayakları ve lastik ayakkabıları olduğunu ispat etmenin, Ahmet’in 1.000 metreye zıpladığını ispat ettiğini sanmak ne kadar hatalıysa; pulkanatlı güvelerle ‘doğal seleksiyon’un varlığını göstermenin, Evrim Teorisi’nin delillendirilmesi sanmak da buna benzer bir yanlıştır.
SİRKE SİNEKLERİ VE MUTASYONLAR
Doğal seleksiyon ile var olan türlerin çevrelerine nasıl uyum sağladığı ve canlıların niçin ‘tasarımlı gibi’ gözüktüğü açıklanmaya çalışılır. Çevreye uyum sağlayamayan ve ‘tasarımlı gibi’ gözükmeyen canlıların doğal seleksiyon ile elenmesi, var olan türlerin çevreye uyumlu olmasının ve ‘tasarımlı gibi’ gözükmelerinin sebebi olarak sunulur. Göründüğü gibi doğal seleksiyon aslında var olan türlerin nasıl ürediğinden ziyade, çevreye uyumsuz ve ucube görünümlü canlıların neden gözlenemediğini açıklamakta kullanılabilecek bir mekanizmadır. Doğal seleksiyonun elemesi için gerekli hammaddeyi sağlayan ise genetikteki değişikliklerdir. Canlının genetiğinde oluşan değişikliklere mutasyon denir ve mutasyonlar; laboratuvar ortamında, hızlı üreme avantajları gibi sebeplerle özellikle sirke sineği (Drosophila) üzerinde, X ışını vermek gibi müdahaleler ile gözlemlenmiştir. Hiçbir canlının üzerinde, mutasyon ile ilgili deney ve gözlemler, sirke sineğindeki kadar çok uygulanmamıştır. Sirke sineğinden her yıl birçok yeni kuşak elde edilir ve bir çifti yüzlerce yavru verebilir.
Sirke sineğiyle yapılan deneylerin önemi yüzünden, Evrim Teorisi’ni anlatan kitapların çoğunda sirke sineğiyle ilgili laboratuvar çalışmalarına yer verilir.
Sirke sineği üzerinde yapılan deneylerde, mutasyona uğratılan sirke sineklerinin vücut ve göz renginin değiştiği, vücut büyüklük ve şeklinde farklılaşma olduğu gözlemlenmiştir.
Mutasyonlar ile ilgili deneylerin sunumunda da doğal seleksiyon ile ilgili gözlemlerin sunumundaki mantıki hata yapılmaktadır. Önce doğal seleksiyonun ve mutasyonların Evrim Teorisi’nin mekanizmaları olduğu söylenmektedir. Sonra bu mekanizmaların sadece var olduğunun gösterilmesiyle Evrim Teorisi delillendirilmiş gibi sunumlar yapılmaktadır. Oysa “Doğada doğal seleksiyon vardır” veya “Mutasyon sonucu canlılarda değişiklikler olur” önermeleri ile “Evrimin mekanizması doğal seleksiyondur” ve “Evrimin mekanizması mutasyondur” önermeleri arasında çok büyük fark vardır. Bu önermelerin ilk ikisinin ispatının, sonraki iki önermenin ispatı gibi gösterilmesi yanlıştır. Bu mekanizmaların varlığına dair gözlemler, Evrim Teorisi’nin gözlemlere dayandığının delili olarak kabul edilemez. Bu yüzden, Evrim Teorisi’nin deney ve gözlemlerle temellendirilemediğini savunan bilim insanları ve filozoflar haklıdırlar. Bu gözlemler, Linnaeus’un türlerin sabitliğine ve türlerin yok olmadığına dair fikirlerine karşı kullanılabilir. Bazı bilim insanları, Evrim Teorisi’nin alternatifi sadece Linnaeus’un görüşleriymiş gibi sunarak; bazı gözlem ve deneyleri, Evrim Teorisi’nin, alternatifi olan bütün teorilere karşı üstünlük elde etmesinin delili gibi aktarmaktadırlar. Oysa günümüzde Evrim Teorisi’ni eleştiren ve reddeden biyologların hemen hepsi, Linnaeus’un bu fikirlerini de kabul etmemektedirler
YASALAR VE EVRİM TEORİSİ
Evrimin yasaları olup olmadığı, eğer yasaları varsa bunların fizikteki bazı yasalar gibi mutlak mı yoksa olasılıksal mı olduğu tartışması; Evrim Teorisi’ni kabul edenler ile reddedenlerin arasında olduğu gibi, Evrim Teorisi’ni kabul edenlerin kendi aralarında da yapılmaktadır. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemdeki ideal bilim örneğini, fiziğin, özellikle de Newton fiziğinin oluşturduğuna dair inanç yaygındı. Bu yüzden bu ideal bilim örneğine yaklaşmak için, matematiksel verilere dayanmak ve yasalarla ifade etmek, arzu edilen bir amaçtı.
Böyle bir arzuyla bazı ‘evrim yasaları’ olduğunu söyleyenler oldu. Bunlardan biri Dollo Yasası’dır. Dollo Yasası’na göre evrim geriye dönmez. Böyle bir evrim yasasının ileri sürülmesi, bazılarınca, evrimin bilinçli bir şekilde yönlendirildiğinin, eğer tesadüfi bir evrim oluşsaydı, evrimin geriye dönmemesinden bahsetmenin anlamsız olacağı şeklinde yorumlanmıştır. Richard Dawkins ilerlemeci, tek yönlü bir evrim oluştuğuna dair yaklaşımları ‘idealist saçmalıklar’ olarak niteler ve “Evrimdeki genel eğilimlerin tersine dönmemesi için hiçbir neden yoktur” der.
Oysa Dawkins’in kendisi, doğal seleksiyonun maharetine atfederek, yankı ile yön bulmanın, hem yarasalarda hem iki farklı kuş grubunda hem balinalarda hem de bazı başka hayvanlarda birbirlerinden bağımsız şekilde evrimleştiğini anlatır.
Dawkins’in de belirttiği gibi Dollo Yasası’nın doğruluğunu gösterecek bir deney mümkün değildir. Üstelik tesadüfi bir evrim oluştuğunu iddia edenler, evrimi sadece genlerde rastgele oluşan mutasyonlara ve doğal seleksiyonun uyumsuz canlıları elemesine bağladıkları için, böyle bir yasayı kabul edemezler. Fakat, Dawkins’in de belirttiği gibi evrimde aynı yolun iki defa izlenmesi istatistiksel açıdan mümkün gözükmemektedir. Bu da bilimsel kriterler açısından Dollo Yasası diye biyolojik bir yasanın varlığının ispat edilemediği, fakat istatistiksel açıdan bu yasanın öngördüğü sonuçların aynısının, tesadüfi bir evrimi savunanlarca umulması gerektiği anlamını taşır. Oysa, doğada, yankı ile yön bulma, kanatlar ve gözler gibi birçok kompleks özelliğin canlılarda birbirlerinden bağımsız olarak birden çok defa geliştiğini Evrim Teorisi’ni savunanların hemen hemen tümü ifade etmektedir. Ateist evrimciler bile, örneğin kuşların uçma özelliğini, böceklerin uçma özelliğini ve memelilerin uçma özelliğini ‘ortak bir atadan’ elde ettiklerini söylemezler. Bu da ortak bir atadan mirasla açıklanamayacak bu özelliklerin, canlılarda defalarca oluşması demektir. Bu sonucun her türlü Evrim Teorisi açısından sorun olduğunu söylemek yanlış olur, fakat ateist bir Evrim Teorisi açısından, bu olgu çok büyük bir sorundur. Bilinçli bir yaratılışla birleştirilen Evrim Teorisi için ‘istatiki imkânsızlık’ sorun olmaz, çünkü ‘bilinçli yaratma’ evrimin gerçekleşmesini sağlar. Oysa ‘tesadüfi bir Evrim Teorisi’ savunulursa, bir kere bile ortaya çıkması olasılık hesapları açısından imkânsız olan özelliklerin, birbirlerinden bağımsız olarak defalarca ortaya çıkması matematiksel olarak açıklanamaz. Bu konuyu kitabın 4. bölümü olan ‘tasarım delili’nde daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağım.
Varlığı savunulmuş diğer bir Evrim Yasası ise Cope Yasası’dır. Bu yasaya göre, evrim ilerledikçe canlıların vücut büyüklüğü artma eğilimindedir. Oysa fosillerden, dinozor gibi birçok dev cüsseli canlının yok olduğunu biliyoruz, diğer yandan birçok tek hücreli bakteri ise günümüzde yaşamaktadır. Buna karşılık, biyolojide mutlak kanunların olmadığı, ancak olasılıksal kanunların bulunduğu ve Cope Yasası’nın %70’lik bir oranda doğru olduğu söylenebilir. Cope Yasası’nın bir yorumuna göre -gıda kaynaklarından daha iyi faydalanmak gibi- büyük bedenlerin evrimsel avantajları vardır. Bu da daha büyük bedenlerin neden doğal seleksiyon tarafından seçildiğinin ve daha çok yavru ürettiklerinin bir açıklamasıdır.
Zaman olarak sonradan var olan canlıların neden daha büyük bedenli olduğu, genelde büyük bedenlilerinin daha küçük bedenli canlıları yedikleri, “Büyük balık küçük balığı yer” sözünde ifade edildiği gibi, büyüğün küçükle beslenmesinin -istisnası çok olan- genel bir durum olduğu söylenebilir. Fakat, türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar da Tanrı’nın önce canlıların besleneceği ekolojik ortamı yarattıktan sonra diğer canlıları yaratığını söyleyerek, Cope Yasası’nı kabul edebilirler. O zaman, Cope Yasası’nı Evrim Teorisi’nin bir yasası olarak görmek için bir sebep yoktur. Bu yasa, canlıların Dünya’daki ortaya çıkış sırasında, genelde önce küçük, daha sonra büyük bedenlilerin kendini gösterdiğini söyler. Canlıların, ‘bilinçli bağımsız yaratılışla’, ‘evrimsel tesadüfi oluşumla’ veya ‘evrimsel bilinçli yaratılışla’ meydana geldiğini savunanların her biri, bu olasılıksal yasanın doğruluğunu kendi inancıyla bağdaştırabilir. Bu farklı görüşlerden birini diğerinin aleyhine olacak şekilde desteklemediği için, bu yasa, Evrim Teorisi’nin bir yasası olarak görülemez. Üstelik birçok istisnası olan Cope Yasası’na olasılıksal anlamda bile bir yasa demek için büyük güçlükler bulunmaktadır.
ÖNGÖRÜ VE EVRİM TEORİSİ
Bilimsel kriterleri karşılayan bir teoriden beklenen en önemli özelliklerden biri, teorinin öngörülerde bulunabilmesidir. Oysa Evrim Teorisi ile hiçbir öngörüde bulunulamaz. Örneğin tamamen izole bir adaya kurbağa, kelebek, fare, timsah gibi birçok canlıyı alıp bıraktığımızı düşünelim. Evrim Teorisi’ne dayanarak bu canlılardan hangi tür bir canlının türeyeceğine dair bir iddiada bulunulamamaktadır. Hiç kimse bu canlılardan şu kadar yıl sonra at, şu kadar yıl sonra insan, şu kadar yıl sonra bir kuş oluşur diyemez. Bazıları cevap olarak, evrim çok uzun sürede oluştuğu için, böyle bir öngörünün gerçekleştirilemeyeceğini söyleyebilir. Bu savunma, Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağının bir ifadesi olabilir, ama diğer yandan Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının da mümkün olmadığı -klasik bilimsel kriterleri karşılamadığı- anlamına gelir. Buradaki sorun aslında bundan da fazladır. Evrim Teorisi’ne dayanarak, adaya konulan canlılardan, bir milyon yıl sonra bir fil oluşacağı söylenirse, bu öngörü, gözlenerek doğrulanması mümkün olmayan bir niteliktedir; oysa Evrim Teorisi’ne dayanarak gözlenmesi mümkün olmayan bu tip bir öngörüde bulunmak bile mümkün değildir. Çünkü Evrim Teorisi’nin yasaları yoktur ve matematiksel ifadeleri olan yasalar olmadan bir öngörüde bulunmak mümkün değildir.
Evrim Teorisi’nin yasaları ve matematiksel bir modelinin bulunmaması, gözlem ve deneye dayanmamasından daha büyük bir sorundur. Astronomide de gözlenemeyecek olan birçok olgu ele alınır, fakat eldeki yasaların matematik modellemeye elvermesi sayesinde gelecek hakkında tahminlerde bulunulabilir. Örneğin, her şey aynı şekilde devam ederse, milyarlarca yıl sonra uzayda hiçbir ışığın kalmayacağı, tüm yıldızların yok olup, yerlerine hiçbir yıldızın oluşamayacağı bir duruma gelineceği söylenebilmektedir.
Eğik atışın bir yasası vardır, bu yasaya dayanarak atılan bir cismin nereye düşeceğini belirlemek mümkündür. Hidrojenin hangi miktarı, ne kadar miktarda oksijenle birleşirse ne kadar su oluşacağı da tespit edilebilir. Oysa, Evrim Teorisi’nin, öngörüyü mümkün kılacak böylesi bir yasası yoktur. Evrim Teorisi’nin diğer biyolojik yaklaşımlardan farklı yönü, türlerin ve cinslerin hepsinin birbirlerinden evrimleştiğini savunmasıdır. O zaman, Evrim Teorisi’nin, bilimsel kriterlere dayalı bir üstünlüğünün olması için, ‘ayırt edici iddiaları’nı doğrulayacak yasalara sahip olması ve onlarla öngörülerde bulunması lazımdır. “On yıl sonra, timsahlar bütün kurbağaları yiyecek ve kurbağalar doğal seleksiyon neticesinde yok olacaklardır” şeklinde yapılacak bir öngörü gözlenebilse bile, Evrim Teorisi’ne dayanılarak yapılan bir öngörünün doğru çıktığı söylenemez. Çünkü, daha önce ifade edildiği gibi, doğal seleksiyonun varlığı değil, doğal seleksiyona dayanarak yeni türlerin oluşumunun izah edilmesi Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliğidir. “On yıl sonra kurbağalar bukalemun olacak” iddiası gözlenmesi mümkün Evrim Teorisi’nin bir öngörüsü, “Bir milyon yıl sonra kurbağalar bukalemun olacak” iddiası ise gözlenmesi mümkün olmayan Evrim Teorisi’nin bir öngörüsü olabilirdi; fakat, bu teori bu iki önermeye de benzer hiçbir öngörüde bulunamamaktadır.
Ernst Mayr, bilimde olasılıkçı yorumların arttığını, bunun Evrim Teorisi açısından önemli olduğunu, biyolojide fizikteki gibi yasaların değil genellemelerin olduğunu söylemektedir. Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’nde, 100’den fazla kez yasa (law) kelimesini kullandığını, 19. yüzyılın sonuna dek biyologların, biyolojik olguları yasayla açıklamaya çalıştıklarını vurgulamaktadır.
1.Evrim Teorisi, geçmişte var olan türlerden sonradan gelen türlerin oluştuğunu söylemektedir.
2.Oysa bu açıklamanın öngörüde bulunma gücü yoktur. Çünkü mutlak veya olasılıksal bir yasa ile önceki türler bir arada ele alınıp, bunların sonraki türlerin oluşumu için ‘yeterli koşul’ (sufficent condition) olduğu söylenememektedir.
3.Evrim Teorisi, bir tek önceki türlerin sonrakilerin açıklaması olduğunu söyler. Nedenden sonuca da sonuçtan nedene de öngörü yapmak, Evrim Teorisi ile mümkün değildir.
Evrim Teorisi, yılanların ve kurbağaların, yüz milyon yıl geçtikten sonra, bu uzun süre sonucunda, hangi yeni türü (sonucu) oluşturacaklarının tahmini için kullanılamaz. Aynı şekilde, Dünya’nın tamamen aynısı ekolojik bir ortamda yılan ve kurbağalarla karşılaşsak, bunların hangi türden (nedenden) türediği, Evrim Teorisi’ne dayanılarak öngörülemez. Elimizde gözlemsel ve deneysel veri olmadığı gibi, türler arası neden-sonuç ilişkilerini kuracak mutlak veya olasılıksal yasalar yoksa, Evrim Teorisi’ne olan inancın kaynağını ‘apriori’ (deneyi önceleyen) kabul edilen ilkelerde aramak gerekir. Bu apriori ilkelerin en önemlisi ‘doğayı sadece doğa içinde kalarak açıklamamız’ gerektiğine dair inançtır.
Mikroskobun geliştirilmesiyle cansız doğadan canlıların ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla meydana gelemeyecekleri anlaşıldığı için, tamamen gözlediğimiz doğa içerisinde kalırsak, türlerin birbirlerinden oluştuğunu söylemek tek alternatif olarak gözükmektedir. Fakat o zaman, Evrim Teorisi tamamen ‘apriori bir ilke’nin ürünü olmaktadır. Bu ‘apriori ilke’yle olguların bağlanması Evrim Teorisi’nin tek dayanağı olarak gözükmektedir. Bu da, bu teorinin, deney ve gözlemlerle oluşturulmuş bir teori olmadığını, deney ve gözlemi önceleyen kabullerce ortaya konulup savunulduğunu gösterir. Gözlem ve deneysel destek ile olguları bağlayıcı yasaları olmayan bir teorinin ise bilimsel kriterleri karşıladığı söylenemez. Bahsedilen ‘apriori ilke’yi ise temellendirecek epistemolojik bir kaynak gösterilemez. Kimse “Sadece doğanın içinde kalmak gerekir” şeklinde bir düşünceyi ne doğuştan aklında taşıdığını söyleyebilir, ne de gözlenen doğanın bizleri bu ilkeye mecbur ettiği iddia edilebilir. Bu ‘apriori ilke’nin salt bir inanç ürünü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zihinlerdeki bu ‘apriori ilke’ nedeniyle Evrim Teorisi doğru kabul edildiği ve bu teoriyle olgular birbirine bağlandığı için; olgular, Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulmaktadır. Oysa bilimsel kriterler açısından, olguların Evrim Teorisi’ni desteklemesi beklenirdi. Burada gizlenmiş bir totoloji (aynı düşüncenin farklı sözcüklerle tekrarı) göze çarpmaktadır. Bu yanlış sunumu şöyle gösterebilirim:
1.(A) Evrim Teorisi doğru olduğu için (B) olguları (türleri) ona göre (türleri birbirlerinden evrimleşmiş olarak) değerlendirmeliyiz.
A-----B
2.(B) Türler birbirlerinden evrimleştikleri için (A) Evrim Teorisi doğrudur.
B-----A
3.(A) Evrim Teorisi doğru olduğu için (1. madde) (A) Evrim Teorisi (2. madde) doğrudur.
A-----A
Kısacası, Evrim Teorisi, bilimselliğin kriterlerini oluşturan deneylenebilme, gözlenebilme, yasalara sahip olma ve öngörüde bulundurabilme açısından gerekli kriterleri karşılayamamakta; buna karşın ‘sadece ve sadece gözlenen doğanın içinde kalmamız gerektiğine’ dair peşinen kabul edilmiş metafizik bir inanç ile tüm türlerin birbirlerinden değişerek oluştuklarını söylemektedir. Wittgenstein’ın ifadelerine göre kanıtsız olmasına rağmen gerçek olarak sunulan bu teori, Popper’ın ifadelerine göre metafizik bir araştırma programından ibarettir.
POPPER VE ‘METAFİZİK BİR ARAŞTIRMA PROGRAMI’ OLARAK EVRİM TEORİSİ
Francis Bacon ve çağdaşlarının birçoğu “Eğer doğayı anlamak istiyorsak Aristoteles’in yazılarına değil doğaya başvurmalıyız” şeklindeki yaklaşımlarında ısrar ederlerken, çağlarının bilimsel tavır alış ve tutumunu özetliyorlardı.
Bilimde ve günlük yaşantıda böylesine belirleyici olan ve otoritesi sorgulanmadan kabul edilen tümevarım ilkesinin güvenilirliği hakkında bilim felsefesi alanında çok önemli tartışmalar yapılmıştır. Özellikle David Hume’un tümevarım ilkesine yönelttiği eleştiriler, bu ilkenin üzerindeki felsefî tartışmaların başlangıcı olarak kabul edilir. Hume, tekil gözlemlerin sayılarının ne denli çok olursa olsun, mantıkça genel bir önermeye varamayacağını söyler; ‘A’ olayı ile beraber ‘B’ olayını gözlersek, bu gözlemimiz binlerce defa da tekrarlansa, mantıkça bu olayların hep birbirini takip edeceğini söyleyemeyiz. Hume’a göre bu birliktelik beklentimiz mantıksal değil, psikolojiktir. Hume’un tümevarıma getirdiği eleştiri, ‘Hume’un sorunu’ olarak adlandırılmış ve birçok felsefeciyi meşgul etmiştir.
Tümevarımı olasılıkçı bir yaklaşımla daha sofistike bir tarzda savunan sözü edilen yaklaşımlara karşın Popper, kendini ‘tümevarım-karşıtı’ olarak tarif etti ve çağdaş bilim felsefesinin en çok gündemde olan metotlarından ‘yanlışlamacılığı’ (falsification) savundu. Bilimsel ilerlemenin, olguların yığılmasıyla ya da açıklanmasıyla değil; ileri sürülen hipotez ve teorilerin katı bir biçimde sınanması, eleştirilmesi ve yanlışlanmasıyla ilerlediğini söyledi.
Popper, teorinin gözlemi öncelediğine vurgu yapar. Neyin gözleneceği bile gözlemcinin belirlemesine bağlıdır.
Popper, Darwin’in Evrim Teorisi’ne karşı özel bir ilgi duyuyordu. Herbert Spencer’ın hatırası için Oxford Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Evrim ve Bilgi Ağacı’ (Evolution and The Tree of Knowledge) isimli bir ders vermiştir. Popper’ın ilgisinin en önemli sebebi ise, kendi ifadesine göre, bilimsel bilginin deneme ve yanılmayla ilerlediğine ilişkin bilim felsefesindeki görüşünün; Darwin’in uyum sağlayamayan türlerin doğal seleksiyon ile elendiğine dair görüşüne benzerliğidir.
Popper, daha sonra bu konuyu özel olarak ele aldığı makalesinde, Darwinizm’in test edilemeyeceğini (yanlışlanamayacağını), bu yüzden ‘bilimselliğin kriterlerini karşılamadığını’ ve ‘metafizik bir araştırma programı’ olduğunu belirtir.
Evrim Teorisi bu şekilde formüle edildiği için yanlışlanmaya imkân tanımaz. Bilimselliğin temel kriterinin ‘yanlışlanmaya açıklık’ olduğunu savunan görüşe göre, bu yüzden, Evrim Teorisi, bilimsel bir gerçek (fact) olarak kabul edilemez. Örneğin kaplumbağaları ele alalım ve kaplumbağaların nasıl var olduğunu Evrim Teorisi’ni savunanların açıklamasını istediğimizi varsayalım. Kaplumbağaların atalarından birçok varyasyon oluştuğu, bu varyasyonların çevrelerine uyum sağlayamadıkları için doğal seleksiyon ile yok oldukları, kaplumbağaların ise çevrelerine uyum (adaptasyon) sağladıkları için var olabildikleri söylenecektir. Adaptasyon var olmak ile açıklanır, oysa kaplumbağaların var olması zaten Evrim Teorisi’ne göre çevreye adapte olduklarının bir delilidir. Çevreye uyum sağlayan yaşayandır; yaşayan ise çevreye uyum sağlayan olarak açıklanır. Bu tarzda bir totolojinin yanlışlanabilmesine olanak yoktur.
Popper, Mars’ta üç tür bakteri bulursak, Darwinizm’in yanlışlanıp yanlışlanamayacağını sorduğumuzda, cevabın ‘yanlışlanamayacağı’ olduğunu söyler; çünkü bu var olan türlerin, mutasyona uğramış evvelki türlerin adapte olmuş yegâne formları olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şeyi Mars’ta tek bir tür bakteri de bulsak, herhangi bir başka sayıda bakteri veya başka canlı organizma bulsak da söyleyebiliriz. Bu da bize, Evrim Teorisi’nin, hiçbir şekilde yanlışlanamayacak ve hiçbir şeyi öngörmeyecek şekilde formüle edildiğini gösterir.
YANLIŞLAMACILIK VE EVRİM TEORİSİ
Popper, Darwinizm’in veya başka bir teorinin canlılığın kökenini açıklayamayacağı kanaatindedir.
Marcel Schützenberger, Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağını ateşböceklerini örnek vererek şöyle anlatmaktadır: “Ateşböcekleri ışık üreterek bir araya gelirler ve bundan haz aldıklarına eminim. Neden yalnız ateşböceklerinin bunu yaptığını bilmek ilginç olurdu. Onların neden ışığı icat ettiğini açıklayabilecek genel bir sebep var mı? Bu canlı türü çiftleşmek için diğer türlerin kullanmadığı bu kadar kompleks bir mekanizmaya neden ihtiyaç duymuştur? Her özel soru için bana özel bir cevap verebilirsiniz, fakat ben iddia ediyorum ki Evrim Teorisi’nin durumunda, baştan hangi özel açıklamayı yapacağınızı belirleyebilecek hiçbir genel ilke yoktur. Bir teorinin yanlışlanamayacak bir teori olması işte budur.”
Evrim Teorisi’nin bilimsel bir teori olduğuna dair savunmalarıyla ünlü Micheal Ruse şöyle demektedir: “Evrimin bütünü görünemiyor olabilir. Ama o bir gerçektir, hem de iyi ortaya konmuş bir gerçektir; 8. Henry’nin kızı Elizabeth’in Ingiltere kraliçesi olması ve göğsümde kalbimin atması kadar gerçektir.”
Bazıları fosillerin bu tarihsel belgelere karşılık geldiğini düşünebilir. Aslında Evrim Teorisi’nin savunulmasında fosiller, genel kitlenin sandığından daha az önemli olmuştur. Darwin ve ondan sonra birçok bilim insanı, Evrim Teorisi’ni, yaşayan canlılardan yola çıkarak yaptıkları soyut akıl yürütmelerle formüle etmeye çalışmışlardır. Fosiller, ölmüş canlı hakkında bilgi verir, fakat bu canlının nasıl türediğini söylemez; fosillere dayalı çıkarım da tamamen soyut akıl yürütmelere dayanır. Fosiller, beraberlerinde canlının soy ağacı ve nasıl türediği ile ilgili belgelerle bulunmazlar. Hiçbir fosile dayanarak, bu fosili bırakan canlının ayrıntılı hayat hikâyesini anlamamız mümkün olamaz. Hiçbir fosil, kendi soy ağacı ve hayat hikâyesi ile gömülü değildir. Tüm bunlar Evrim Teorisi’nin, tarih biliminin sahip olduğu epistemolojik desteğe bile sahip olmadığını gösterir. Kitabın ilerleyen sayfalarında ‘fosiller’ konusu daha ayrıntılı işlenecektir.
RAKİPLERE ÜSTÜNLÜK, MATEMATİK, HİPOTEZLİ TÜMDENGELİM VE EVRİM TEORİSİ
Ernst Mayr bilim tarihi incelendiğinde, bilimsel teorilerin reddedilmesinin gerçek sebebinin bu teorilerin apaçık yanlışlanması olmadığını, daha basit ve daha muhtemel bir teorinin ortaya konmasının eski teoriyi bir kenara bıraktırdığını savunur. Yeni teorinin -özellikle biyolojide- olasılıkçı yoruma dayanan bilimsel çıkarımlara uyduğunu; mutlak deliller aramamak gerektiğini söyler. Bilim insanının pragmatik olduğuna ve yeni bir teori ileri sürülünceye kadar eskisinden memnun olduğuna dikkat çeker. Darwin’in de bu şekilde düşündüğünü ve Evrim Teorisi’nin, matematiksel deliller gibi mutlak olduğunu ileri sürmediğini; bu teorinin, türlerin ayrı ayrı yaratılışından daha muhtemel olduğu için kabul edilmesi gerektiğini söylediğini belirtir.
Michael Ruse, Evrim Teorisi’nin, Malthus’un matematiksel yaklaşımını kullandığını
Darwin, teorisinin Baconcı metot ile oluşturulduğunu söylerken tümevarımcı bir yöntemi takip ettiğini, peşinen bir hipotezi öngörmediğini, gözlemleri neticesinde Evrim Teorisi’ne vardığını söylemek istiyordu. Sonradan, tümevarım hakkında felsefî itirazlar Darwinizm’e yöneltilince, Darwinizm’in aslında ‘hipotezli-tümdengelim’ (hypothetico-deductive) metodunu takip ettiği söylenmeye başladı. Buna göre önce hipotez ileri sürülür, sonra bu hipotezin doğru olup olmadığını test etmek için gözlem ve deney yapılır.
PARADİGMANIN ETKİSİ
Özellikle Thomas Kuhn’un, 1962 yılında ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ (The Structure of Scientific Revolutions) kitabını yayımlamasından sonra ‘paradigma’ terimi bilim felsefesinin çok sık kullanılan kavramlarından biri oldu. ‘Paradigma’ bilim insanlarının dünyaya bakış açılarını belirleyen, yapılan bilimsel çalışmaların temel önkabullerini dikte eden, ayrıca bilimsel faaliyetin oluştuğu ve kontrol edildiği sosyolojik ortamı ifade eden genel çerçevedir.
Kuhn’un bilgi teorisindeki görüşü tamamen görelilikçidir, objektif bilimsel bilginin mümkün olmadığı, var olan bilimsel kanaatlerin ancak belli bir ‘paradigma’ içinde geçerli olduğu kanaatindedir. Ona göre bilimsel ilerleme diye bir şey söz konusu değildir; ne tümevarımcı bir şekilde bilgileri artırmak, ne de sürekli yanlışlayarak daha sofistike bilgilere erişmek mümkündür. Bir paradigmaya bağlı yapılan bilimsel faaliyetin bazı dönemlerde bunalıma girdiği görünür, bu dönemlerde devrimci bir şekilde paradigma değişikliği olur. Kuhn’a göre bu değişiklik din değiştirmeye benzer. Bir paradigmanın diğer bir paradigmaya üstünlüğünü belirleyecek hiçbir objektif kriter yoktur, bu yüzden bilimsel ilerlemeden söz edilemez.
Kuhn’un görüşlerinin önemli bir öğesi olan, bilimsel bilginin sosyolojik bir ortam içinde üretildiği fikrine benzer görüşler, bilgi sosyolojisi ve bilim sosyolojisi ile ilgili çalışmalarda da dile getirilmiştir. Marx, Mannheim ve Durkheim bilginin toplum içinde üretildiğine dikkat çeken ünlü sosyologlardır. Durkheim ahlak, değerler, dini fikirler, hatta insan düşüncesinin temel kategorileri olan uzay ve zamanın; sosyolojik ortamdan bağımsız bir şekilde var olamayacağını göstermeye çalıştı. Fakat her üç sosyolog da bilimi, bilginin özel bir türü olarak düşünüp bilgi sosyolojisinin dışında tuttular.
Bahsedilen tüm bu çalışmalar, Evrim Teorisi üzerine yapılan incelemelerde ufuk açıcı nitelikte olabilir. Bu yüzden kitabın 2. bölümünde Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönem ve yerdeki ‘paradigma’yı göstermeye çalıştım. Thomas Kuhn, hayatının bir döneminde hemen hemen herkesin, bilim insanının önyargılardan arınmış, hür bir ‘gerçek arayıcısı’ olduğu kanaatine sahip olduğunu söyler; bilimsel olmayı hür fikirlilik ve objektiflik olarak, en azından hayatımızın belli bir döneminde nitelemişizdir. Oysa Kuhn, gerek teorik, gerek deneysel çalışmalarda, bilim insanlarının genelde objektif olamadığını söyler. Bilim insanlarının çalışmalarına başladıkları zamanki öngörülerini haklı çıkarmak için gerek aletleriyle, gerekse teorilerindeki denklemlerle oynamaktan kaçınmadıklarını belirtir.
SAHTEKÂRLIKLARI PARADİGMAYLA ANLAMAK
Toplumsal kabulün, akademik atamaların veya maddî ödül gibi karşılıkların, çoğu zaman bilimsel sonuçların ‘mevcut paradigma’ya uygun olmasına bağlı olduğunu hatırlamalıyız. Tüm bunları göz önünde bulundurursak, Evrim Teorisi adına niçin bazı sahtekârlıkların yapıldığını anlayabiliriz. Birçok kişi ideoloji veya dinsel inanç uğruna niye insanların sahtekârlık yaptığını anlayabilmekte, fakat ‘bilimsel bir çalışma’da sahtekârlığın sebebini anlayamamaktadır. Bu noktada, Kuhn’un ‘paradigma’ anlayışı ve bilim sosyolojisinin yaklaşımları yardımcı olacaktır.
Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli sahtekârlıklardan biri ‘Piltdown adamı’ (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir. 1912 yılında Londra Tabiat Tarihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş aletler bulduklarını açıkladılar. Ingiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve 500.000 yıl önceki bir canlıya ait olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta ancak birkaç yıl kaldığı, kafatasının ise birkaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin, eski görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tabi tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir araya getirilerek sahtekârlık yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı.
Piltdown adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır. Fakat Haeckel’in embriyo çizimleriyle ilgili sahtekârlık hala Evrim Teorisi ile ilgili kitaplarda yer almaktadır. Ünlü evrimci biyolog Stephen Jay Gould, modern ders kitaplarında hâlâ Haeckel’in çizimlerinin olmasını hayret edilecek ve utanılacak bir durum olarak değerlen-dirmektedir.
‘Evrimci paradigma’nın peşinen doğru kabul edilmesinin yol açtığı yanlış yorumlara Nebraska adamı (Hesperopithecus Haroldcookii) da örnek olarak verilebilir. 1922 yılında ünlü fosilbilimci Henry Fairfield Osborn Nebraska’da bir diş fosili buldu. Konunun uzmanları, bu dişin insan ve şempanze arasında ara bir türün dişi olduğunu söylediler. Ardından Nebraska adamının özellikleriyle ilgili detaylı anlatımlar yayımladı. Daha sonra bu dişin bir domuz dişi olduğu anlaşıldı.
Piltdown adamı, Nebraska adamı ve Haeckel’in çizimleriyle ilgili yapılan sahtekârlık ve hatalar, Evrim Teorisi’nin yanlış bir teori olduğunu göstermez. Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı, bu teorinin bilimsel kriterleri ne kadar karşılayabildiği temelinde sorgulanmalıdır. Fakat din adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik önyargılı yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da yapıldığını, ‘bilim’in bazılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan, önyargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz konusu örnekler göstermektedir. Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dini cemaatin dışlaması veya kabulü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması veya kabulü önemlidir; dinin tartışmasız önkabulleri olduğu gibi, bilimin de tartışmasız önkabulleri vardır. Belki de bu yüzden Kuhn, ‘bilim’in mutlaka bir paradigma içinde yapıldığını belirttikten sonra, ‘paradigma değişimleri’ni din değişimine benzetmiştir. Kuhn’un, bütün bilimsel çalışmaları, paradigmaya bağlılıklarından dolayı objektif olmayan ve olamayacak uğraşlar olarak tarif etmesi bence abartılı bir yaklaşımdır; fakat bilimsel çalışmaların bütünü olmasa bile, bir bölümünün böyle olduğu görülmektedir. Özellikle Evrim Teorisi gibi, bireylerin varoluşsal yaklaşımlarıyla önemli ölçüde bağlantısı olan bir konuda, bu sorun iyice kendini göstermektedir.
Çoğu zaman sorun bahsedilen örneklerdeki gibi sahtekârlık değildir. Evrim Teorisi açısından en önemli sorun, paradigmanın empoze ettiği önkabullerle canlıların değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeler genelde ‘yanlışlanamaz’ niteliktedir ve aksi görüşler yokmuş gibi bir tavır takınılmaktadır. Örneğin Buffon’un biyolojideki yaklaşımı ‘kökensel türlerden yeni türlerin oluşumu’nu öngörmüştür. Darwinci ve Buffoncu yaklaşımdan hangisinin daha doğru olduğunu söyleyecek bilimsel verilere sahip değiliz. Fakat Kuhn’un özellikle dikkat çektiği ders kitaplarıyla ‘evrimci paradigma’nın önkabullerinin dayatılması; canlılar âleminin tümüne bakarken, her tür, birbirinden türemiş gibi ‘apriori bir inancın’ çalışmaları yönlendirmesine sebep olmuştur. Örneğin canlıların ‘soy ağacı’ gibi gözlemsel ve deneysel verilere dayanmayan hayali şemalar, alternatif görüşler göz önüne alınmadan yapılmıştır. Bu da gözlenen tüm türlerin, gözlenemeyen bir sürece ‘apriori bir inanç’la değerlendirildiklerinin; bu türlerin kökenine dair ‘inançlar’ın, objektif bilgilerden çok ‘öğretilen bir paradigma’yla şekillendirildiklerinin bir göstergesidir. Mevcut paradigmaya uymayan gözlemler olduğunda, Kuhn’un dikkat çektiği gibi bu gözlemler göz ardı edilir ve durumu kurtarıcı (ad hoc) düzenlemelere gidilir. Böylece bilimsel faaliyet, mevcut paradigmanın dayattığı kurallarla, Kuhn’un benzetmesine göre ‘bilmece çözme faaliyeti’ gibi sürer.
PARADİGMA HATIRINA PARADİGMAYA RAĞMEN
Evrim Teorisi’nin ortaya konmasında ve kabulünde; belli bir dönemin bilimsel, felsefî, teolojik, politik, sosyolojik ve iktisadi durumunun büyük etkisi olmuştur.
Bilimin devlet politikasına bağlı olarak çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend, “Bilim pek çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır” der.
Canlıların kökenine dair bilimsel bilginin yetersizliği itiraf edilirse, mevcut paradigmanın kabul etmeye yanaşmadığı teolojik açıklamaların hâkimiyetinden çekinilmektedir. Gelişmiş mikroskoplar kendiliğinden türemenin mümkün olmadığının anlaşılmasına sebep olmuş ve ‘sadece’ doğanın içinde kalarak bir açıklama arayanlara Evrim Teorisi/Teorileri dışında bir alternatif kalmamıştır. Doğanın tüm müdahalelere kapalı olarak ‘sadece’ materyalist sebeplilik ilkesi ile işlediğine dair ‘natüralist önkabul’ olmasa, Evrim Teorisi’nin günümüzdeki gibi geniş ölçüde kabul görmeyeceğini savunan Philip Johnson haklı gözükmektedir.
BİRLEŞMELİ TÜMEVARIM, HİPOTEZLİ TÜMDENGELİM, BIG BANG TEORİSI VE EVRİM TEORİSİ
Evrim Teorisi’nin gözlenemeyen bir süreç olmasına karşın Michael Ruse, birçok zaman katilleri de göremediğimizi, fakat kullanılan bıçağın incelenmesi, geçmişteki husumet ve benzeri unsurları birleştirip sonuca varabildiğimizi söyler. Ruse, William Whewell’in, tümevarımların birleşiminden sonuca varmak için ideal yöntem olarak gösterdiği ‘birleşmeli tümevarım’ (consilience of induction) yönteminin, Evrim Teorisi’nin yöntemi olduğunu söyler.
Daha önce görüldüğü gibi Evrim Teorisi’ne dayanarak bir öngörüde bulunmak mümkün değildir, bu teori Whewell’in ortaya koyduğu kriterleri karşılayamamaktadır. Ruse’un, katilin bulunması için söyledikleri elbetteki göz ardı edilemez; ama katilin bulunması için mevcut deliller, en azından alternatif katil adaylarından herhangi birinin katil olduğunu diğerlerinden daha çok ortaya koyuyorsa kabul edilir. Eğer, apriori şartlanmışlığımızdan dolayı ‘Çinlileri sevmiyorsak’ ve alternatif adaylardan Çinli olanın katil olduğunu, diğer katil zanlılarına nazaran Çinliyi ön plana çıkaran bir delil olmamasına rağmen iddia ediyorsak, bu kabul edilemez. Bilimsellik kriterlerimiz ister Bacon, ister Popper, ister Carnap, ister Whewell gibi olsun; eğer alternatif teorilerden birinin diğerine üstünlüğünü gösteremiyorsak bilimsel kriterleri karşılayamayız. ‘Doğanın içinde kalmak’ gibi apriori bir kabulü Evrim Teorisi’nin alternatif teorilere karşı tek dayanağı yaparsak; ‘Çinlileri sevmemek’ gibi apriori bir yaklaşım ile Çinli’nin katilliğini diğer alternatiflere karşı ilan ettiğimizdeki hataya düşeriz. Çünkü felsefî, teolojik veya varoluşsal tercihlere dayalı ‘apriori kabuller’den çıkarsanan sonuçların bilimselliğin kriterlerini oluşturduğunu söyleyemeyiz. Ateist bir Evrim Teorisi’ni savunanların, “Neden Evrim Teorisi’ni türlerin bağımsız yaratılışına karşı tercih ediyorsunuz” sorusuna verdikleri cevap eğer “Çünkü doğa içinde kalmalıyız” anlamına gelecek bir cevabın ötesine geçemiyorsa, bu cevap sadece kabul edilen ‘apriori metafizik bir ilkeyi’ açıklamakta, fakat objektif bir delil olamamaktadır.
Evrim Teorisi’nin totolojilerin ötesine geçip bilimsel kriterleri karşılayabilmesi için, alternatif teorilere karşı üstünlüğünü objektif delillerle gösterebilmesi gerekirdi. Evrim Teorisi ile bazı açılardan benzeyen, fakat bahsedilen bilimsel kriterleri karşılayabilen Big Bang Teorisi’ni incelediğimizde, bu kriterlerin nasıl karşılanabileceğini daha iyi anlayabiliriz. Big Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin önemli benzerlikleri bulunmaktadır. Big Bang Teorisi ile on beş milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz evrenin meydana gelmesine dair bir süreç savunulur; Evrim Teorisi ile birkaç milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz, canlıların oluşumuna dair bir süreç savunulur. Big Bang Teorisi ile tek noktadaki bir başlangıçtan atomlara, atomlardan toz bulutlarına, toz bulutlarından galaksilere bir evrim gerçekleştiği ileri sürülür. Evrim Teorisi ile moleküllerden tek hücrelilere, tek hücrelilerden daha kompleks canlılara bir evrim süreci savunulur. Aslında türlerin bağımsız yaratılışını kabul edenler de belli ölçüde evrimi benimserler; toprak gibi homojen bir hammaddeden canlılar gibi kompleks varlıkların yaratılması, ayrıca canlıların ana rahminde geçirdikleri aşamalar da birer evrimdir. Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği ‘evrim’i savunması değil; bütün türlerin, cinslerin, familyaların birbirlerinden oluştuklarını savunmasıdır. Aslında canlıların kökenine dair bütün görüşler, türlerin ya ortak bir canlı atadan, ya da cansız toprak atadan meydana geldiklerini ileri sürerek ortak bir kökte birleştirirler. Bu yüzden, Big Bang Teorisi türlerin bağımsız yaratılışına da benzetilebilir.
Big Bang Teorisi 20. yüzyılın ilk yarısında, Evrim Teorisi ise 19. yüzyılda ortaya konduğu için, her iki teorinin de insanlık tarihine göre yakın dönemin ürünleri oldukları söylenebilir. Big Bang Teorisi ortaya konmadan önce Demokritos, Epikuros, Lucretius gibi ateist atomculardan, Aristoteles gibi kendisinden sonraki dönemin en etkin bir filozofuna ve modern dönemin materyalist filozoflarına kadar birçok kişi evrenin aşağı yukarı şimdiki halinde sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek de var olacağını savunuyorlardı.
1922 yılında Alexander Friedmann, Einstein’ın formüllerinin, evrenin genişlemesini gerektirdiğini ortaya koydu.
Big Bang Teorisi’nin rakibi olarak Newton’un sonsuz ve durağan evrenini düşünürsek, Big Bang Teorisi’nin nasıl üstünlük sağladığını en başından itibaren görebiliriz. Rakip teori, gözlenen evrenin çekim gücüne rağmen neden çökmediğini açıklayamıyordu. Ayrıca durağan modele göre evrenin sonsuz büyüklükte olması gerekiyordu, bu ise sonsuz yıldızın var olmasını, sonsuz yıldızın varlığı ise gecenin gündüz kadar aydınlık olmasını gerektiriyordu. Gözlenen gecenin böyle olmaması ise ‘Olber Paradoksu’ olarak adlandırılan paradoksu ortaya çıkartıyordu. Big Bang Teorisi genişleyen ve sınırlı bir evreni ileri sürerek gözlenen gecenin karanlık olmasıyla da destekleniyordu.
Evrim Teorisi’nin tümevarım metodu ile temellendirilmesinin yapılamadığı görüldüğünde, teorinin aslında hipotezli-tümdengelim metoduna uygun olduğunun söylendiğini gördük. Buna göre önce hipotez veya teori ileri sürülür (hipotez veya teorinin nasıl ileri sürüldüğü önemli değildir), sonra ise gözlem ve deneylerin bu hipotez veya teoriyi destekleyip desteklemediğine göre hipotez veya teori değer kazanır. Daha önce söylendiği gibi, ancak bir teori rakiplerine göre daha iyi bir şekilde gözlemleri ve deneyleri doğruluyorsa bu metot geçerli olabilir. Evrim Teorisi, canlılardaki ve fosillerdeki, değişik yaklaşımlarla da açıklanan benzerlikleri, yeni bir bakış açısıyla açıklamış, ama objektif kriterlerle alternatiflerine üstünlük sağlayamamıştır. Oysa Big Bang Teorisi, başka hiçbir teorinin çözemediği bahsedilen paradoksları çözebilmiştir. Yıldızların çekim gücünün etkisiyle birbirleriyle birleşmemiş olması, gecenin karanlığı ve her noktada sonsuz çekim olamayacağı gibi, matematiksel ve gözlemsel olarak ifade edilebilecek objektif kriterler teoriyi desteklemiştir. Bu yüzden, Big Bang Teorisi hipotezli-tümdengelim yönteminin başarıyla uygulanmasının iyi bir örneği olmuşken; Evrim Teorisi olamamıştır.
RAKİP TEORİLERE ÜSTÜNLÜK, BIG BANG TEORİSİ VE EVRİM TEORİSİ
Baştan sadece teorik olarak ortaya konan Big Bang Teorisi; daha sonra teleskoplardan yapılan gözlemlerle de destek kazanmış ve evrenin sürekli genişlediği gözlemsel olarak doğrulanmıştır. Edwin Hubble, 1929 yılında, Mount Wilson Gözlemevi’nde, devrin en gelişmiş teleskobuyla tüm galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını gözlemledi.
Bilimsel kriterlere uygun olmanın en önemli göstergelerinden biri olarak öngörülerde bulunma gücü gösterilmiştir. Daha önce bahsedildiği gibi Evrim Teorisi bu şartı karşılayamamaktadır. Big Bang Teorisi ile ise önceden öngörülen evrenin genişlemesi, sonradan gözlemsel olarak doğrulanmıştır.
Fred Hoyle ve arkadaşları evrenin genişlemeye rağmen durağan bir yapıda olabileceğini göstermeye çalışırlarken ‘Durağan Durum Teorisi’ni (Steady State Theory) ortaya attılar. Bu teoriye göre evrenin genişlemesiyle ortaya çıkan boş alan, sürekli bir şekilde madde yaratılması ile dolduruluyordu. Bu teori, fiziğin temel yasası olan ‘maddenin ve enerjinin korunması’ ilkesine (termodinamiğin birinci yasası) uymuyordu.
Big Bang Teorisi’ne dayanarak yapılan öngörüleri, daha sonra gelişmiş cihazlarla yapılan gözlemsel kanıtların desteği izledi. Bu teorinin öngörüleri bilim insanlarına bu teoriyi yanlışlayabilmeleri için imkân tanıyordu. Fakat bulgular hep rakip teoriler yerine Big Bang Teorisi’ni destekledi. Bu bulgular, milyarlarca yıl öncesindeki bir patlamayla başlayan bir süreçle ilgili bir teorinin nasıl yanlışlanabilir öngörüler ileri sürebileceğinin bir delilidir. Örneğin evrenin genişlemediği veya kozmik fon radyasyonunun mevcut olmadığı gösterilebilseydi teori yanlışlanabilirdi. Üstelik bu yanlışlamaya açık öngörüler sürekli sürdü. Big Bang Teorisi, evrenin sıcaklığının ve yoğunluğunun genişlemeye bağlı olarak düştüğünü söyler. Buna göre evrenin geçmişi daha yoğun ve daha sıcaktır. Teleskopla gördüğümüz yıldızların birçoğunun ışığı milyarlarca yıl önceden, yani evrenin geçmişinden gelir. 1994 yılında, evrenin geçmişinin sıcaklığının, şimdikinden daha yüksek olduğu saptanabildi.
Big Bang Teorisi, William Whewell’in ayrı ayrı alanlardan gelen delillerin birleşimiyle sonuca varmayı ifade etmek için kullandığı ‘birleşmeli tümevarım’ yöntemine uymaktadır. Kısaca incelenen delillerin dışında, Big Bang Teorisi’nin öngördüğü evren modeline uygun şekilde, evrenin %25’inin helyum, %73’ünün hidrojen olduğu anlaşılmıştır.
Big Bang Teorisi, başka hiçbir teorinin açıklayamadığı şekilde görünür olguları açıklayarak, rakip hiçbir teorinin yapamadığı öngörüleri yaparak ve bu öngörülere yanlışlanma imkânı tanıyarak, evrenin matematiksel modelini çok başarılı bir şekilde sunarak, başarılı bilimsel bir teori olmuştur. Üstelik Big Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nden çok daha eskilerden başlayan (günümüzden on beş milyar yıl kadar önce) bir süreçle ilgili bir teoridir. Bu teori, bir teorinin milyarlarca yıllık bir sürece dair olmasına rağmen bilimsel kriterleri nasıl karşılayabildiğinin bir örneğidir. Oysa daha önce görüldüğü gibi Evrim Teorisi aynı başarıyı gösterememiştir.
Biyolojinin fizikten farklı bir bilim dalı olması ve biyolojide öngörüde bulunmanın zorluğu gibi sebepler, Evrim Teorisi’nin, Big Bang Teorisi’ne nazaran başarısız bir teori olmasının nedenleri olarak ileri sürülebilir. Başka bir bakış açısından ise, canlılar gibi dokunulabilen, deney yapılabilen geniş bir topluluktan objektif üstünlük sağlayacak verilerin elde edilememesi, Evrim Teorisi’nin yanlışlığının delili olarak gösterilebilir. Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci (agnostik) kalıp, canlıların tarihine dair çalışmalarda yeni verilere ihtiyaç olduğunu söylemek bence en doğrusu gözükmektedir. Linnaeus’un türleri tamamen sabit gören yaklaşımı günümüzde yanlışlanıp elenmiştir. Fakat türlerin sınırlı şekilde değişken olduğunu kabul etmelerine rağmen, türlerin bağımsız yaratıldığını kabul eden görüşleri yanlışlamak mümkün olamamıştır. Evrim Teorisi’nin delili gibi ortaya konan tüm veriler, ancak rakip teorilerce de kabul edilen sınırlı değişikliklerin gösterilmesinin ötesine geçememektedir. Big Bang Teorisi ise milyarlarca yıllık bir sürece ait bir teori olmasına rağmen; rakip teorilerin hiçbirince öngörülemeyen, yanlışlamaya açık tahminler ileri sürmüş ve gözlemsel verilerin teorinin öngörülerini doğrulamasıyla rüştünü ispat etmiştir.
HOMOLOJİDEN EVRİM TEORİSİ’NE VARILABİLİR Mİ?
Canlılardaki benzerlikler, farklı görüşlerde olan birçok ünlü biyoloğun dikkatini çekmiştir. Aristoteles canlıları sınıflarken bu benzerlikleri temel almıştır. Linnaeus da Owen da canlıları benzerliklerine göre sınıflandırmıştır. Her canlı sırasıyla bir âlem, filum, sınıf, takım, familya, cins ve türe aittir. Aynı cinsin altındaki türler birbirlerine, aynı cinsin altında olmayan türlere nazaran daha çok benzer. Linnaeus ile beraber 18. yüzyılın ve 19. yüzyılın ilk yarısının tüm ünlü taksonomistlerinin canlı sınıflandırmaları, canlıların benzerlikleri temelinde yapılmıştır. Bu sınıflandırmalar ‘özcü yaklaşım’ (essentialism) çerçevesinde oluşturulmuş, canlıların benzerliklerine sebep olan ‘özler’, Tanrı’nın zihnindeki plana göre oluşan tasarıma bağlanmıştır.
Darwin, daha önceden canlıların sınıflandırılması için kullanılan bu benzerliklerin, Evrim Teorisi’nin delili olduğunu ileri sürdü. Canlılar sınıflamasının başına ortak bir ata koyarak bütün türleri birbirine bağladı. Canlıların tarihini, canlıların evrimle kazandıkları benzerlikleri üzerine bina edip, bu benzerliklerin yakın ve uzak akrabaları belirlemekte kriter olduğunu ileri sürdü. Darwin’den önce canlıların benzerliklerinde ‘homolog’ ve ‘analog’ yapıların karıştırılmaması gerektiğine dikkat çekilmişti. Richard Owen, ‘Türlerin Kökeni’ yayımlanmadan 11 yıl önce (1848) yayımladığı kitabında, ‘analog organlar’ın yapısal olarak bağlantısız olup, canlılarda aynı amaca yönelik kullanılan organlar olduklarını; buna karşın ‘homolog organlar’ın, ayrı amaçlar için kullanılsalar bile yapısal olarak benzer olduklarını söyledi. Owen, sınıflandırma açısından homolojilerin esas olduğunu, analog yapıların dikkate alınmaması gerektiğini söyledi.
Omurgalıların sahip olduğu homolog organlar, aşağı yukarı Evrim Teorisi’ni savunan bütün kitaplarda teorinin en önemli delillerinden biri olarak gösterilir. Oysa Evrim Teorisi’ne karşı olan Owen da homologluğu kabul etmişti, fakat bu benzerliklerin ortak bir ‘arketip’ kaynaklı olduğunu ileri sürüyordu. Bu ‘arketip’, Tanrı’nın aklındaki plan, Platonik bir idea veya doğaya içkin Aristotelesyen bir form olarak anlaşılabilir.
Daha önce görüldüğü gibi bir türün, farklı özellikleri olan bir tür veya cinse evrimleştiğini gösteren bilimsel bir bulguya sahip değiliz. Milyonlarca türün varlığına ve laboratuvarlarda yapılan deneylere rağmen böyle bir veriye ulaşılamamıştır. O zaman elimizde, Darwin’in Owen’dan daha haklı olduğunu söyleyecek hiçbir objektif kriter yok demektir. Wittgenstein’ın, Evrim Teorisi’nin gözlemsel verilere dayanmamasına rağmen binlerce kitapta kesin bir gerçekmiş gibi sunulmasına getirdiği eleştiri,
Darwin’in teorisi ile homolojiye yeni bir tanım gelmiştir. Bu tanıma göre ‘ortak ata yoluyla alınan özellikler’ homologdur, bunun dışındaki özellikler ne kadar yapısal açıdan benzerlik gösterirse göstersin analogdurlar. Örneğin insanların gözleriyle ahtapotların gözleri, hem yapısal hem de fonksiyonel olarak benzemelerine rağmen, bu benzerlik analog olarak nitelenir.
Darwin’e göre başka hiçbir delil olmasa bile canlılardaki homoloji tek başına Evrim Teorisi için yeterli delildir.
1.Homoloji, Evrim Teorisi’nin en temel delilidir.
2.Buna göre (1. madde) homolojiden dolayı Evrim Teorisi bilinir diyebiliriz.
3.Fakat, Evrim Teorisi’ne dayanarak homolojiler belirlenmektedir.
4.Demek ki homolojiden dolayı bilinen Evrim Teorisi’ne göre (2.madde) homolojiler belirlenmektedir (3. madde).
Evrim Teorisi’nin homoloji dışında bir delili olduğu gösterilemezse, Evrim Teorisi’nin ortak atalardan kazanılan özelliklere dayalı homoloji tarifini doğrulayacak hiçbir objektif veriye sahip olamayız. Omurgalıların ön eklemlerinin homolog olduğunu belirleyecek bir Darwinist, önce bu organların ortak bir atadan miras alınıp alınmadığını tespit etmek zorundadır. Bu da, daha önce ortak atanın kimliği ile ilgili delile sahip olmayı gerektirir. Eğer homolojinin ortak atayı belirlemekteki kriter olduğu ileri sürülürse, bu durumda mantık açısından ‘kısır döngü’ye (vicious circle) girilmiş olunur. Birçok filozof ve biyolog bu ‘dairesel akıl yürütme’ (circular reasoning) yüzünden Evrim Teorisi’ni eleştirmişlerdir. Felsefeci Ronald Brady şöyle demektedir: “Açıklamamızı, açıklanması gerekli durumun tanımına dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden ziyade bir inancı ifade etmiş oluruz. Açıklamamızın doğruluğuna o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı, açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır.”
FOSİLLERDE VE EMBRİYOLARDA HOMOLOJİ
Yaşayan türler yerine fosillerdeki homoloji ile Evrim Teorisi’ne ulaşılmaya kalkıldığında daha önce dikkat çekilen totolojilerin aynısı tekrarlanmaktadır. Fosillerin özellikle yumuşak organlardan mahrum olmaları, birçok zaman kemik gibi sert yapıların bile tam bulunamamasından dolayı; kısıtlı bulgulardan canlının organlarının fonksiyonlarının belirlenmesindeki sorunlar fosillere dayalı homoloji kurgularını çok daha fazla sıkıntıya sokmaktadır. Evrimci Tim Berra fosil kayıtlarını otomobil modellerine benzeterek; 1953, 1954, 1955 model Corvette arabaları incelediğimizde, bu modellerin değişim ile soyoluşa örnek teşkil ettiklerini söylemiştir. Oysa otomobiller, mühendislerin zihnindeki bir plana uygun olarak ‘arketip’e göre üretilirler. Arabaların ‘zihindeki plan’ ve ‘arketip’e bağlı olarak benzer olmaları ve bu benzerliklerin birbirlerinden türemeyle (hiçbir araba eski modelin üzerindeki değişikliklerle oluşmaz) alakasının olmaması, arabalardaki benzerliklerin Darwinci canlı sınıflamasına değil; benzerliklere dayalı evrimi öngörmeyen diğer sınıflamalara örnek olduğunu gösterir. Bu yüzden Philip E. Johnson, Berra’nın verdiği örneği ‘Berra’nın gafı’ (Berra’s blunder) olarak isimlendirmiştir.
Ortak atadan alınan özellikler homolog kabul edildiğinde, homolog organlar taşıyan canlılarda bu organların embriyo aşamasındaki gelişim şeklinde ve genetik seviyede de homoloji aramak gerekir. Oysa birçok canlıda, örneğin omurgalılarda homolog kabul edilen birçok organın, embriyonun ilk aşamalarında homolog yapıda olmadıkları gözlemlenmektedir. Bu da homolog birçok organın, homolog olmayan kökenlerden oluştuğunu gösterir. Homolog oldukları iddia edilmesine rağmen gelişim yollarındaki farklılığa omurgalı eklemlerinde de tanık oluruz. Embriyo aşamalarında omurgalı eklemleri genelde arka (kuyruk) bölgeden başa doğru gelişirler. Oysa omurgalı bir canlı olan semenderlerde gelişim bunun tam tersidir. Semenderlere benzer bir canlı olan kurbağalarda ise genel omurgalı gelişimi gözükür.
Omurgalılardaki birçok homolog kabul edilen organın embriyo aşamalarının homolog olmadığı anlaşılmıştır. Örneğin De Beer’ın işaret ettiği gibi, omurgalıların hazım borusu (alimentary canal) çok değişik embriyolojik kökenlerden gelmektedir; köpekbalıklarının embriyolarındaki üst ve alt bölge, kuşların ve sürüngenlerin embriyolarının ise alt katmanı hazım borusuna dönüşmektedir. Homoloji konusunda en çok tartışılan yapıların başında gelen omurgalıların ön eklemleri de değişik embriyolojik kökenlerden gelirler. Semenderlerin gövdelerinin 2, 3, 4 ve 5., kertenkelenin 6, 7, 8 ve 9., insanın ise 13, 14, 15, 16, 17 ve 18. kısmından ön eklemler oluşur. Darwin, homolog yapıları canlılardaki homolog embriyo aşamaların sonucu olarak görmüştü.
Homolog yapılar ortak gelişim süreci olmaksızın oluşabiliyorsa, o zaman bu yapıların ortak atadan miras yoluyla -Evrim Teorisi ile- açıklanmasının gerektiğini neden düşünelim? Eğer bu yapılar ‘ortak ata’dan miras olarak alındıysa, neden bu homolog yapıların embriyo aşamalarındaki gelişimleri farklıdır? Eğer homolog yapıların embriyo gelişim süreçlerinin farklı olduğu anlaşılınca, bu yapıların ‘ortak atalar’dan miras yoluyla alındığı iddiasından vazgeçilecekse; o zaman, canlılardaki benzerlikleri Evrim Teorisi’nin yaklaşımıyla açıklama konusunda neden ısrarcı olunmaktadır?
MOLEKÜLER SEVİYEDE HOMOLOJİ
Özellikle 20. yüzyılda biyolojide yaşanan gelişmeler sonucu, moleküler biyolojideki gelişmelerle Darwin’in Evrim Teorisi’ni birleştiren Yeni-Darwinizm ön plana çıktı.
Böylece ‘moleküler seviyedeki homolojiye dayanarak belirlenen ortak ataya göre homoloji belirlenmeye’ uğraşılmıştır ki; bu, daha önce görülen totolojiden kurtulunamadığını gösterir.
Evrim Teorisi’ni savunanların, morfolojideki homolog yapıların, embriyo aşamalarında ve moleküler seviyede paralellik göstermesi gerektiğine dair beklentileri, moleküler seviyedeki verilerin sonucunda yeni sorunlarla karşılaşmıştır. Genler üzerindeki çalışmalarla, aşağı yukarı kompleks canlılardaki her genin, birden fazla organı etkilediği tespit edilmiştir. Genlerdeki bu çok etkililiğe ‘pleiotrophy’ denmektedir. ‘Pleiotrophy’e bağlı olarak oluşan etkilerin ise türlere özel olduğu saptanmıştır. Örneğin tavuğun sırf bir geninde oluşan mutasyonlardan değişik birçok organın da etkilendiği anlaşılmıştır; tavuğun tacının oluşumunu etkileyen bir gendeki mutasyon, kafatasındaki bir yumruya da sebep oldu. Tüyü olmayan omurgalılarda, kafatası gibi tüm omurgalılarca paylaşılan bir yapıyı oluşturacak genin, tavuğun tacını oluşturan genin homoloğu olduğu düşünülemez. Bu tip örneklerin çokluğu, De Beer’ın, homolog yapıların (fenotipin), mutlaka homolog genlerce kontrol edilmediklerini söylemesine yol açmıştır.
Moleküllerin türler arasındaki benzerlik oranının incelenmesinde de evrimci öngörüyle bağdaşmayan sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin Relaxin proteini üzerinde yapılan bir araştırma, köpekbalıklarıyla domuzun, domuz ile kemirgenlerden daha yakın olduğunu göstermiştir.
Moleküler seviyeden elde edilen verilerin Evrim Teorisi ile uyuşmayan sonuçlar vermesi istisnai birkaç örnekle sınırlı değildir. Evrimci öngörüye göre canlıların dış yapıları ne kadar benzer ise moleküler yapıları da o kadar benzer olmalıdır. Aslında bu öngörüyü Evrim Teorisi’ni reddeden kişiler de paylaşabilirler; canlıların dış görünüşünü belirleyen en önemli faktör moleküler seviyedeki yapıdır. Fakat Evrim Teorisi’ne inananlar için bu öngörü kaçınılmazdır. Çünkü teoriye göre moleküler seviyedeki mutasyonlar ile olan değişiklikler türlerin değişimini sağlar; canlıların dış görünüşlerindeki benzerliklerine göre akrabalık dereceleri saptanmış olduğu için ise, mutlaka moleküler seviyedeki benzerlik, canlıların dış görünüşündeki benzerliğe dayalı kurulan soy ağaçlarını bozmamalıdır. Eğer bu paralellik kurulamazsa, o zaman canlıların dış görünüşüne dayalı olarak kurulan ‘evrimci soy ağaçları’nı çöpe atmak gerekir.
Moleküler seviyedeki yapılar üzerinde gerçekleştirilen araştırmalarda; örneğin, köpeklerin, birçok molekülün yapısında kertenkelelere, tavuklardan daha yakın oldukları tespit edilmiştir.
İki canlının proteinlerinin yüzde 100 benzer olduğunu saptasak bile; bu iki canlının, birbirleriyle aynı tür veya yakın akraba olduğunu söyleyecek delile mutlak olarak kavuşmuş olmayız.
MOLEKÜLER SEVİYEDE ŞEMPANZE VE İNSAN
Canlıların moleküler seviyedeki benzerlikleri, proteinlerin karşılaştırılmasıyla incelendiği gibi, kimi zaman bu proteinlerin kodunu oluşturan DNA veya bu koda uygun proteinlerin sentezinde görev alan RNA’ların kodlarının incelenmesiyle de ele alınır. Insana moleküler seviyede en çok benzediği kabul edilen şempanze ile insan arasındaki benzerlik, 2004 yılında, Japonya’nın Riken Enstitüsü’nde karşılaştırılmaya çalışıldı. Bunun için insandaki 21. kromozom ile şempanzedeki bu kromozomun karşılığı olan 22. kromozom deşifre edilerek karşılaştırıldılar.
İnsanla şempanzenin benzerliğinde birçok araştırmacı, sadece farklı olan bölümleri (substitution) göz önüne alarak ‘% 1,5 farklılık’ gibi oranları telaffuz etmişlerdir. Oysa bu farklı bölümlerden başka insanda olmasına rağmen şempanzede olmayan veya şempanzede olmasına rağmen insanda olmayan bölümler (insertion veya deletion) de vardır ki, bunlar türler arası farklılıkta daha da önemli olabilirler. Bunlarla beraber iki tür arası farklılık %4,5’lara çıkmaktadır. Asıl önemli olan bu farklılığın ne kadar büyük olduğunu anlamaktır. İki galaksi arasındaki uzaklığın %1’inden bahsedersek, bu yüzde çok küçük gözükebilir; ama bu %1’in trilyonlarca kilometreye ulaştığını ve Dünya’mızdaki tüm mesafeleri gölgede bıraktığını anlarsak o zaman durum değişir. İnsan ile şempanze arasındaki farkta da önemli olan yüzdeler değil, bu yüzdelerin neye karşılık geldiğidir. İnsanla şempanze arasında 35 milyon kadar noktada farklılık olmasına karşılık, 45 milyon kadar noktada insanın sahip olduğu ve şempanzede olmayan, 45 milyon kadar da şempanzenin sahip olduğu ve insanda olmayan nokta vardır.
Tasarım delili ile ilgili kitabın 4. bölümünde detaylı bir şekilde göstereceğim gibi; tek bir proteinin ortaya çıkmasını izah etmek için bütün uzayın tüm maddesi ve tüm zamanının yetersiz kaldığını olasılık hesapları göstermektedir. Insanın şempanzeden 6 milyon kadar yılda oluştuğu iddiasını ele alalım; 20 yılın bir nesle karşılık geldiğini hesaplarsak 300.000 nesil eder. Yani DNA gibi hassas bir molekülde 300.000 defa gibi çok düşük sayıda oluşacak değişimlerle, insan ile şempanze arasındaki 120 milyondan fazla farklılığın oluşması gerekmektedir. Bunu tek bir proteinin ortaya çıkışını izah etmek için tüm uzay-zamanının ve tüm maddenin yetersiz kaldığıyla kıyaslarsak, şempanzeden insana geçişin ‘tesadüfi mutasyonlar’la oluştuğu iddiasının matematiksel açıdan ne kadar tutarsız olduğunu anlarız. Insanla şempanzeler arasındaki %0.01’lik bir fark bile yüz proteinden daha fazlasına karşılık gelmektedir. Insanın DNA’sında 3 milyardan fazla nükleotid olduğu tahmin edilmektedir. Bunun %0.01’i ise 300.000’den fazla nükleotide karşılık gelmektedir, her 1.000 nükleotidin 1 protein koduna karşılık geldiğini düşünürsek; insan DNA’sının % 0.01’i bile 300’den fazla protein koduna karşılık gelebilecek kadar uzundur demektir. Eğer insan ile şempanze arasındaki moleküler seviyedeki fark dendiği gibi sadece %1.5 oranında olsaydı bile, bu aradaki farkın tesadüfi bir geçişle aşıldığını söylemek mümkün olamazdı. Üstelik Riken Enstitüsü’nün sadece bir kromozomda 68.000 yerin farklı olduğunu göstermesi, toplamda ise 120 milyondan fazla noktada farklılığın olduğunun tespit edilmesi, tesadüfi bir şekilde şempanzeden insana geçişi ileri sürenleri tamamen açmaza sokmuştur.
Canlılar, aynı atomlardan ve bileşiklerden oluşan, çoğunluğu su olan ve ortak bir çevreyi aynı dünyada paylaşan varlıklardır. Çoğalmak, amaçlı enerji kullanmak, hareket etmek gibi ortak vasıflara sahiptirler. Üstelik birbirleriyle beslenirler, böylece birbirlerinin moleküllerini yaşamak için kullanırlar ve bu molekülleri sindirmek için de benzer yapılara ihtiyaç duyarlar. Beslenme döngüsünü mümkün kılan unsurların başında ‘moleküler seviyedeki benzerlik’ gelmektedir. Tüm bu özellikler canlıların benzer olmasını gerektirmektedir. Tarih boyunca birçok biyolog, canlıların aynı Yaratıcı tarafından yaratılmalarının yanında, sahip oldukları saydığımız tüm bu ortaklıkları canlıların benzerliklerinin sebebi olarak görmüşlerdir. Canlıların dış yapılarının da moleküler yapılarının da benzerliği bu temelde değerlendirilebilir. Gözlemsel, deneysel verilere ve öngörüyü mümkün kılan yasalara sahip olmayan Evrim Teorisi’nin benzerliklerden yola çıkarak doğruluğunu ilan etmek için bir sebep gözükmemektedir. Canlıların benzerliklerinden birbirlerinden evrimleştikleri sonucuna ulaşmak, ancak Evrim Teorisi’ni peşinen doğru kabul eden bir yaklaşımla mümkündür. Bu yaklaşımın ise canlıların; hem dış yapıları hem embriyo aşamasındaki gelişimleri hem de moleküler seviyeleri incelendiğinde, içinden çıkılması mümkün gözükmeyen güçlükler içinde olduğu gözükmektedir. Evrim Teorisi’nin gözlemsel ve deneysel verilere sahip olamamasının yanında, teorik olarak bile, canlılar arası geçişteki ara formları, ne yaşayan örneklerle, ne fosillerle, ne de moleküler seviyedeki çalışmalarla tutarlı bir şekilde göstermesi mümkün olamamıştır. Diğer yandan Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı tartışma dışı bırakılıp (Evrim Teorisi’ne agnostik kalınıp), canlıların bir tasarımın ürünü olup olmadığı gözlenen canlıların gözlenen özellikleri üzerinden tartışılabilir. Bu konuyu kitabın 4. bölümü olan ‘tasarım delili’nde işleyeceğim.
ARTIK ORGANLAR
Evrim Teorisi’ni savunanlar, canlılardaki bazı organların zamanla amaçlarını yitirdiklerini söylediler. Penguenlerin kanatları veya insanların tiroid bezi ve kuyruk sokumu artık (rudimentary veya vestigial) organlara örnek olarak gösterildi. Darwin ‘artık organlar’ın varlığını teorisi açısından uygun gördü ve Lamarckçı ‘kullanılmayan organların körelmesi’ yaklaşımıyla bu organları izah etmeye çalıştı. Biyolojideki gelişmeler ile sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı anlaşıldı ve Lamarckçı yaklaşımlar geçerliliğini yitirdi. Genetik bilgiler, bir organın kullanılıp kullanılmamasının, daha sonra bu organa ait genetik bilgilerin yeni nesillere aktarılmasında bir değişiklik oluşturmayacağını göstermiştir. Fakat Yeni-Darwinciler, genetikteki bu gelişmelere rağmen, sadece mutasyon ve doğal seleksiyon ile konuya yaklaşarak ‘artık organlar’ı açıklamaya çalıştılar.
‘Artık organlar’ ile canlılarda işlevi bulunmayan bazı organların var olduğu iddia edilir. Türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldığını savunanlar da evrende sürekli olarak düzensizliğe gidişin olduğunu söyleyen entropi gibi bir yasanın genlerde de etkili olmasının, işlevsiz organları oluşturduğunu veya işlevli organların işlevini bozduğunu ileri sürebilirler ki bunu savunanlar olmuştur. En sağlam yapılmış bina veya köprü zamanla yıprandığı, insan yaşlandıkça güçsüzleştiği gibi; ilk canlı çiftinden sürekli sonraki nesillere aktarılan genetik hazine de zamanla deforme oluyor olabilir. 18. yüzyılın en önemli biyologlarından Buffon’un önce kökensel türlerin oluştuğunu, sonra bunlardan yeni türlerin oluştuğunu söyleyen yaklaşımında da; başlangıçtaki genetik havuzun, melezleşme ve benzeri etkilerle deformasyona uğradığı savunulmuştur. Türlerin genetik bilgilerinin, yeni nesillerde deformasyona uğradığını savunan biri, Evrim Teorisi’ne inanmasa da ‘artık organlar’ın varlığını kabul edebilir. Sonuç olarak, ‘artık organlar’ın varlığının Evrim Teorisi’nin bir delili olarak kabul edilmemesi gerekir. Evrim Teorisi’nin temel iddiası, bütün türlerin başka türlerin değişimi sonucunda oluştuklarını iddia etmesidir. ‘Artık organlar’ın varlığı eğer doğru olsaydı bile, Evrim Teorisi’nin bu temel iddiasını destekleyecek nitelikte değildir.
Biyolojide ilerlemeler gerçekleştikçe, işlevsiz oldukları veya işlevlerini yitirdikleri iddia edilen canlılardaki yapıların önemli görevleri olduğu anlaşılmıştır. Önceden atların tendonlarının bağlı olduğu küçücük liflerin işlevsiz olduğu iddia ediliyordu. Yapılan araştırmalar, bu liflerin, atların koşularında oluşan titreşimlerin tendonları tahrip etmesini önlediğini göstermiştir.
Ernst Wiedersheim, 19. yüzyılın sonunda insan vücudunda 86 tane ‘artık organ’ olduğunu iddia etmişti. Zamanla listedeki bu organların işlevleri öğrenildi ve ‘artık organ’ olarak sınıflandırılmalarındaki hata anlaşıldı. Tiroid bezinin vücut için çok önemli hormonlar salgıladığı öğrenildi. Timus bezi ise bağışıklık sistemine katkıda bulunmaktadır. Bademcikler vücudu enfeksiyondan koruyan organlardır. Pineal bezi melatonin hormonunun üretiminde rol almaktadır. Kuyruk sokumu birçok kasın tutunma noktasını oluşturmakta ve rahat oturmayı sağlamaktadır.
Araştırmalar ilerleyip de insanda ‘artık organ’ olduğu iddia edilen yapıların fonksiyonlarının anlaşılmasıyla liste gittikçe küçüldü. Fakat hâlâ birçok kitapta apendiksin (apandisit hastalığına yol açan organ) hiçbir işlevi olmayan bir organ olarak tanıtıldığına tanık olabilirsiniz. (‘Paradigma’nın düşünceye ve eğitim sistemine etkileriyle ilgili önceki yazılanları hatırlayın.) Apendikste lenfatik nodüllerin olduğu ve temel fonksiyon olarak lenf sisteminin bir parçası olduğu öğrenilmiştir. Bağırsakta yararlı işlevi olan bakterilerin kana ve vücudun diğer bölgelerine zarar verme olasılığı vardır. Apendiks, parçası olduğu lenf sistemi ile beraber, vücudun korunmasında görev alır. Apendiksin en önemli işlevi yeni doğmuş bebeklerin bakterilere karşı korunmasıdır. Darwin, genetik açıdan yanlış olduğu gösterilmiş olan Lamarckçı mekanizmayla apendiksi körelmiş organ olarak görmekle hata yaptığı gibi, bu organı işlevsiz sanmakla da yanılmıştır. Bunun yanında, memelilerden tavşanın ve sıçanın apendiksi varken, birçok maymun türünde apendiks bulunmaz.
Fizyolojik araştırmalar arttıkça işlevsiz sanılan organların işlevleri öğrenilmiştir. Aynı şey -katedilmesi gerekli çok yol olsa da- DNA’nın üzerindeki fonksiyonu bilinmeyen (junk DNA, psuedo-genes) bölgeler için de geçerlidir; genetikteki çalışmalar arttıkça bu bölgelerin düzenlemeyle ve bağışıklıkla ilgili fonksiyonları keşfedilmektedir.
Kısacası fonksiyonu olmayan ‘artık organlar’ın varlığının Evrim Teorisi’nin delili olduğu söylenemez. Fonksiyonu olmayan veya fonksiyonunu yitirmiş yapılar olarak gösterilen örnekler ayrıntılı olarak her incelendiğinde, bu yapıların canlılık için lüzumlu işlevleri yerine getirdiği öğrenilmiştir. Bu da bazı şartlanmış araştırmacıların, canlıların yapılarındaki işlevleri anlayamamaları üzerine, bu yapıların işlevlerini inkâr ettiklerini göstermektedir. Mevcut örnekler, işlevsiz zannedilen yapıların, sadece işlevi anlaşılmamış yapılar olduklarını göstermiştir.
FOSİLLER VE EVRİM TEORİSİ
Darwin’in yaklaşımındaki en temel özelliklerden biri, küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) birikmesi sonucunda büyük değişimlerin gerçekleştiğini savunmasıdır. Bu yaklaşıma göre bir türden diğer bir türe geçiş çok uzun zaman dilimlerine yayılır; türler arasındaki geçiş formlarını gözlemleyemeyişimizin sebebi ise doğal seleksiyonun bunları elemiş olmasıdır. DNA’nın keşfedilmesi, bu molekülün çok hassas yapısının büyük değişimleri kaldıramayacağını göstermiştir. Canlıların, Darwin’in yaşadığı zaman diliminde zannedilenden çok daha kompleks olduğunun anlaşılması, Yeni-Darwinciliğin ana doğrultusunun da, küçük değişimlerin birikmesiyle evrimin oluştuğunu savunmasına sebep oldu. Bu yaklaşım benimsenirse, bir türden diğer türe geçişi gösteren birçok ara formun varlığını kabul etmek gerekir. Bunun da doğal sonucu, fosil kayıtlarından bunlarla ilgili sonuçların elde edilmesini beklemektir. Darwin’in döneminde, bilinmeyen orman alanlarından ve okyanus altlarından bulunamamış geçiş formlarının tespit edilebileceğinin ümidi vardı ama asıl beklenti fosil kayıtlarından gelecek verilerdeydi.
Darwin bu konudaki sorunun farkındaydı ve ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserinin 9. bölümünü bu konuya ayırdı. Kendi teorisine göre, yeryüzünün her katmanında birçok ara formun bulunması gerektiğini, bunların mevcut olmayışının teorisine karşı getirilecek en önemli itiraz olduğunu söyledi.
Darwin’in küçük aşamalı evrim anlayışına ilk tepki verenlerden biri Huxley idi. O, Darwin’in, kendini gereksiz yere sıkıntının içine soktuğuna inanıyordu. Çünkü ara formların ve bunların fosillerinin eksikliğindeki sorun, Darwin’in Evrim Teorisi’ni yanlışlayan bir delil olarak ileri sürülebilirdi. Darwin, ‘Türlerin Kökeni’nde eğer küçük değişimlerin birikmesiyle oluşmasının mümkün olmadığı herhangi bir organ gösterilebilirse, teorisinin çökeceğini söylemişti ve ‘doğada atlama olmaz’ (natura non facit saltum) ilkesine sonuna kadar sadık kalmıştı.
‘Fosil kayıtlarının yetersizliği’ çok tartışmalı bir konudur, fakat günümüzde bu mazeretin arkasına sığınmak, Darwin’in dönemindeki kadar kolay görünmemektedir. Bilinen fosil türlerinin sayısı yüz binlerle ifade edilmektedir. Karada yaşayan 329 tane omurgalı ailenin 261 adedi, yani %79.3’ü bulunmuştur. Eğer fosili daha zor bulunan kuşları çıkarırsak bu oran %87,8’e yükselir.137 Darwin’den sonra Dünya’nın hemen her köşesinde kazılar yapılmış, tarihlendirme teknikleri çok geliştirilmiş ve yeni pek çok fosil kaydına ulaşılmıştır. Oysa ara formların yokluğu ile ilgili sorun, bulunan birçok yaşayan ve sadece fosili kalmış türün, beklenenin aksine, bu ara formları açıklayamamaları üzerine daha da artmıştır. Bulunan yepyeni özellikli türlerin de ara formlarının olmaması, sorunu katlayarak büyüttü. Asıl sorun, kimi fosilbilimcilerin, Evrim Teorisi’ni alternatifsiz ve peşinen doğru kabul edip, fosilleri, bu yaklaşımları merkezinde değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu fosilbilimcilerin çalışmaları, canlıları benzerlikleri temelinde bir soy ağacına yerleştirmenin -homolojiden evrime varmanın- ötesine geçememekte, deney ve gözlem ile desteklenmeleri mümkün olamamaktadır. Türlerin yavaş değişimlerle oluştuğunu savunan yaygın Evrim Teorisi anlayışına, aslında en çok sorun çıkaran alanlardan biri fosilbilimdir. Evrim Teorisi’ni günümüzde savunan fosilbilimciler de Darwin’in mazeretinin arkasına -fosil bulguların yetersiz olduğu mazeretinin arkasına- saklanmaktadırlar. Fakat Darwin’in dönemine nazaran birçok kazının yapıldığı, birçok yeni fosilin bulunduğu ve gelişmiş yeni tekniklerin kullanıldığı günümüzde; bu mazeret eskisi kadar inandırıcı değildir.
DENİZDEN KARAYA GEÇİŞ VE FOSİLLER
Fosillere dayanarak Evrim Teorisi’nin temellendirilemeyeceğini göstermek için, özellikle ders kitaplarında ve diğer evrimci kitaplarda, bu teorinin delili olarak ön plana çıkartılmış olan bazı fosilleri ele alacağım. Balıklardan amfibilere (evrimcilere göre balıklardan sürüngenlere geçiş formu olan, hem karada hem de suda yaşayan, kurbağa gibi canlıları kapsayan, soğuk kanlı omurgalılar sınıfı) geçiş formu olduğu iddia edilen rhipidistian balıklarını örnek olarak alalım. Bir asra yakın bir süre, bu balığın iskelet yapısına dayanılarak, denizden karaya geçişin ‘fosil delili’ne sahip olunduğu iddia edildi.
Denizde yaşayan bir canlının karada da yaşayabilmesi için bedeninde çok büyük değişikliklerin oluşması gerekir. Solungaçların akciğere dönüşmesi, hem dolaşım hem de solunum sisteminde büyük değişikliklerin olmasını zorunlu kılar. Ayrıca karadaki sıcaklık değişiklikleri anidir ve karada yaşayan canlıların vücut sistemleri, bu yüzden de denizdekilerden farklı olmak zorundadır. Bunların dışında amfibiler, vücut ağırlıklarını taşımak için balıklardan daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, hem amfibilerin vücut yapısının yeni enerji ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde farklılaşması hem de ağırlıklarını taşıyacak ayaklarının kemik sistemleriyle beraber oluşması gerekir. Tüm bu sayılan değişimler moleküler yapıda birçok değişimi gerektirir. Tek hücreli bir canlının sahip olduğu moleküllerden çok daha fazlasına böyle bir değişim karşılık gelmektedir. Öyleyse böylesi bir değişimin tesadüfen gerçekleşmesinin, cansız maddeden tek hücreli bir canlının oluşmasından çok daha fazla imkânsız olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kitabın 4. bölümünde, ayrıntılı olarak, olasılık hesapları açısından böylesi bir ihtimalin ‘tesadüfen’ gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu göstereceğim.
Bahsedilen olasılık sorunu dışında, denizden karaya geçiş iddiası fosil sorununa da takılmaktadır. Rhipidistian balıkları yüzgeçlerindeki kemiklerinin şekilleri gibi özelliklerden dolayı bir ara form olarak kabul edilmişti. 1938 yılında, Hint Okyanusu’nda, rhipidistianlarla aynı özelliklere sahip coelecanth (Latimeria) yakalandı. Bu balığın on milyonlarca sene önce kaybolduğu sanılıyordu. Bu balığın beyin, kalp ve diğer yumuşak organlarında yapılan incelemeler, bu hayvanın tamamen balık özelliklerine sahip olduğunu;
Aslında coelecanth bulunmasaydı da rhipidistianları, balıklardan amfibilere geçiş formu olarak kabul etmek için yeterli sebep yoktu. Öncelikle felsefî açıdan, homolojiden evrime ulaşmakla ilgili itirazın aynısı burada da geçerlidir. Sonuçta rhipidistianlardan amfibilere geçiş olduğu iddiası, benzerliklerden (her ne kadar benzerlik abartılmış ve yanlış sunulmuş olsa da) evrime ulaşmaktır ve bu kabul deney, gözlem gibi hiçbir kriterle doğrulanamamaktadır. Gözlenen ancak benzerliktir, yoksa bir türün yeni özellikleri olan bir türe evrimleştiği ne gözlenmiştir, ne de bir laboratuvarda bunun mümkün olduğu sergilenebilmiştir. Ayrıca Darwinci bir evrim anlayışı açısından, bir türden diğer bir türe geçiş, çok küçük aşamaların yavaş yavaş katedilmesiyle mümkündür. Buna göre, rhipidistianların yüzgeçlerindeki kemiklerden bir bacağın oluşumuna kadar birçok ara form olması gerekir; birçok yarım bacaklı veya tek bacaklı ara form bulunmalıdır. Darwinci doğal seleksiyon, ancak işe yarayan dört bacak oluştuktan sonra, bu ‘ucubeler’in elenmesini izah edebilir; fakat fosil kayıtlarında bu tip ara formların (ucubelerin) olmamasını açıklayamaz. Tesadüfi bir Evrim Teorisi’ni savunanlar ‘ara form’ diye hep vücut organları tam ve kendi ortamına mükemmel adapte olmuş canlıları göstermektedirler. Oysa DNA’daki rastgele mutasyonlarla ‘ucubeler’in oluşma olasılığı çok çok daha yüksektir. 20. yüzyılda hücrenin mikro dünyasının çok kompleks olduğu, canlılarda basit gibi gözüken bir değişimin bile moleküler seviyede ciddi değişikliklere karşılık geldiği anlaşıldı. Bu ise basit bir değişiklik için beklenmesi gereken ara formların sayısının, Darwin’in tahmin ettiğinden bile daha fazla olmasını gerektirir. Darwin’in zamanında -Darwin’in yaptığı gibi- fosil kayıtlarının eksikliğine sığınmak, ‘ucubeler’in fosillerinin yokluğu için de bir mazeret olabilirdi. Fakat dünyanın dört bir tarafında fosilbilim kazılarının yapıldığı günümüzde, bu mazeretin arkasına sığınmak mümkün değildir. Bu kazıların %99’unun Darwin’in teorisini ortaya koyduktan sonra yapıldığını hatırlatmakta fayda görüyorum.
Sonuçta fosil kayıtlarına dayanarak denizden karaya geçişi izah etmek mümkün değildir. Ayrıca, Evrim Teorisi açısından daha da sıkıntılı bir konu denizden karaya geçişi izah etmektir. Evrim Teorisi’ne göre denizlerdeki balina gibi memeliler karadaki memelilerden evrimleşmiştir. Oysa böylesi bir geçiş de birçok ara türün varlığını gerektirir. Deniz ortamında görme, işitme, dolaşım, vücut sıcaklığını ayarlama, yavruları besleme gibi birçok kompleks işlev için çok büyük değişiklikler gerekir ve bu değişikliklerin büyüklüğünün denizden karaya geçiş kadar, hatta daha da fazla olduğu söylenebilir. Tahmin edeceğiniz gibi böylesi bir geçiş de olasılık sorununa takılacaktır. Ayrıca ikinci büyük sorun ise fosillerle ilgilidir. Bu kadar büyük değişiklik için on binlerce ara form olması gerekirken, balina gibi deniz memelilerinin karadaki memelilerden oluştuğunu gösteren ara formlar mevcut değildir.
ATLAR VE FOSİLLER
Atın evrimini gösteren şema, Evrim Teorisi’ni anlatan kitapların çoğunda yer alır. Ünlü evrimci fosilbilimci Stephen Jay Gould ‘Full House’ kitabında, at fosillerini ele aldığı bölüme şöyle giriş yapar: “En yanlış hikâyeler genelde, en iyi bildiğimizi sandıklarımızdır; çünkü onları ne inceleriz ne de sorgularız. Herhangi birine evrimci serilerden hangisinin en ünlüsü olduğunu sorun, eminim ki en çok alacağınız cevap ‘Atlar, elbette’ olacaktır.”
At serisinin en temel anlatımlarına göre, baştaki dört parmaklı eohippus’tan (Hyracotherium) günümüzün tek parmaklı (toynaklı) atı (Equus) türemiştir. Azı dişlerinin doğrusal olarak artışına dikkat çekilmiş ve hepsinden önemlisi baştaki tilki boyutundaki canlıdan günümüzün atının hacmine ulaşıldığı iddia edilmiştir. Fakat bulunan birçok fosille, ata benzeyen canlıların oluşumunun beş-altı atın arka arkaya dizilimiyle açıklanamayacağı anlaşıldı ve birbirlerine aykırı birçok at serisi çizimi yapıldı. Aslında at serileriyle ilgili olarak doğrusal artışı savunan şemalar Yeni-Darwincileri çok rahatsız etmiştir. Lamarck’ın teorisini ortaya koyduğu dönemden beri, evrimin, canlılara içkin kuvvetlerce yönlendirildiğini (orthogenesis) birçok bilim insanı savunmuştu. Darwin’den sonra da bu eğilim devam etti. Böylesi bir evrim anlayışının metafizik çağrışımları vardı, birçok bilim insanı bu yönlendirmeyi Tanrı’nın eseri olarak görmüştür. Sonuçta Yeni- Darwinciler, türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldığını savunanlardan daha da büyük bir gayret göstererek, doğrusal artışa göre dizilmiş at serilerinin yanlışlığını gösterme vazifesini üstlendiler. Çünkü rastgele mutasyonların; her türde daha büyük bir canlıyı, daha az parmağı, daha az uzun azı dişlerini oluşturmak gibi doğrusal eğilimleri; daha önceden ‘belirlenmiş bir planı’ gerçekleştirmelerini beklemek için bir neden görmüyorlardı. Aslında sayısı yüz binlere ulaşan hayvan türlerini benzerliklerine göre arka arkaya dizmek isteyenler, diledikleri hayvanları serilerinin dışında tutarak, işlerine gelen seriyi elde etme şansına sahiptirler. Yok olan türlerin, bütün türlerin %90’dan fazlasını oluşturduğunu hatırlayalım. Günümüzde gördüğümüz fare, kedi, pars, kaplan, aslan gibi birbirlerine benzer hayvanların hepsinin yok olduğunu ve fosillerinin bulunduğunu ve fosil yaş sırasının fare, aslan, kedi, pars, kaplan sırası şeklinde olduğunu düşünelim. Doğrusal at sıralaması yapan bir fosilbilimcinin eline bu sıra geçse, muhtemelen aslanın ayrı bir tür canlı olduğunu iddia eder, fakat kaplana aslandan daha az benzeyen fareyi sıralamanın başına koymakta sorun görmezdi. Nitekim at fosillerinde de aynısı yapılmış, sıralamayı bozan fosiller dışta bırakılarak doğrusal sıralama oluşturulmuştur. Örneğin boy olarak, tilki büyüklüğündeki eohippus’a çok yakın olan, fakat çok sonra yaşamış olan Nannipus’u ele alalım. Bu tür, kendinden önce yaşamış birçok at benzeri türden kısadır. Eğer günümüzün atı Equus korkunç bir hastalık yayan bakteri türünün kurbanı olsaydı ve yaşayan tek at benzeri tür Nannipus olarak kalsaydı, at sıralaması nasıl olacaktı? Üstelik Nannipus üç tırnaklıdır ve bilinen at benzeri tüm türlerin en uzun dişlisidir.
Gould gibi evrimci bir fosilbilimcinin at serilerini eleştirme nedeni de budur. Bu yüzdendir ki Gould, doğrusal artışla hiyerarşik bir merdivene fosilleri dizmek yerine, çalı gibi dallanan evrim modelini savunmakta ve kendi yaklaşımını ‘merdivenlere karşı çalılar’ (ladders versus bushes) olarak sunmaktadır. Işte tam bu noktada, Gould’un bu kaçışı niye yaptığını iyi tespit etmek gerekir. Eğer canlıların, doğrusal eğilimlerle evrimleştikleri söylenseydi Cope Yasası (Cope’s Law) gibi bir evrim yasasının olduğu söylenebilirdi. Aslında böylesi bir Evrim Teorisi sunumu, bu teorinin yanlışlanabilir unsurlar taşıması anlamına da gelirdi, çünkü doğrusal artışla uyuşmayan fosiller teoriyi yanlışlayabilirdi. Böylesi bir sunum başarılı olsaydı -tüm ‘orthogenesis’ imalarına rağmen- hiç şüphesiz ki evrimciler de mutlu olurlardı; fakat yanlışlanmaya açık olmasına rağmen teorileri yanlışlanamadığı sürece bu mutluluk sürerdi. Bugün biliyoruz ki, bu şekilde bir Evrim Teorisi savunması, teorinin yanlışlanmasını da beraberinde getirecektir. Fosil kayıtları evrimcilerin önceden önerdikleri doğrusal eğilimlerin aykırı örnekleriyle doludur. Gould da bunun farkındadır; bu yüzden (ara formların yokluğu gibi sebeplerden de) o ve onun gibi düşünenler, ‘çalılı evrim modeli’ni benimseyeceklerdir. Böylesi bir modelde siz geçmişte tek toynaklı at benzeri bir canlı gösterseniz de Mesohippus’un bulunduğu dönemde günümüzdeki atın aynısını gösterseniz de teoriyi yanlışlayamazsınız. Bir anda Mesohippus ile günümüz atı ayrı çalılara yerleştirilir ve ‘çalılı model’in zaferi kutlanır. Aslında ‘çalılı model’, Evrim Teorisi’ni yanlışlanmaktan koruyan, bulunan yeni fosillere karşı teorinin zor duruma düşmesini engelleyen, her duruma uymayı kolaylaştıran elastiki bir modeldir. Fakat bilimselliğin ölçütünü, bir teoriyi mümkün olan en açık biçimde ‘yanlışlanmaya imkân tanıyacak’ şekilde formüle etmek olarak gören anlayış açısından, ‘Evrim Teorisi’nin çalılı modeli’ bilimselliğin ölçütlerini karşılayamamaktadır. Doğrusal merdivenli at sıralaması ise yanlışlanmış, tarihteki yerini yanlış bir model olarak almış olsa da kimi kitaplarda hâlâ günümüz atının oluşum hikâyesi olarak yerini korumaktadır. At-benzeri bir türün; kimi eski türlerin melezi olduğu olasılığı, bu türün bağımsız oluştuğu olasılığı ve eski bir türün evrim geçirmiş hali olduğu olasılığından (at-benzeri canlıların bu üç şıkkın birleşimiyle oluştuğu da düşünülebilir) hangisinin doğru olduğunu test edecek bilimsel bir düzeneği kimse sunamamaktadır. Bilimsel düzeneklerden çok önkabuller, at-benzeri canlıların nasıl oluştuğuna dair anlatımların temelini teşkil etmektedir.
UÇUŞUN ORTAYA ÇIKIŞI VE FOSİLLER
Eğer Evrim Teorisi’ni savunanların iddia ettiği gibi canlıların evrimi yüz milyonlarca yıl boyunca sürdüyse ve milyonlarca canlı türü bu süreçteki ufak aşamalarla oluştuysa, milyonlarca türün büyük kısmının, bu ara geçişleri açıklayabilecek mahiyette olması gerekirdi. Örneğin Evrim Teorisi’ne göre, canlılardaki uçma özelliği dört kere birbirlerinden bağımsız olarak evrimleşmiştir. Bunlardan birincisi böceklerde, ikincisi kuşlarda, üçüncüsü yarasa gibi memelilerde, dördüncüsü pterosaurs gibi yok olan sürüngen türlerindedir. Olasılık hesapları açısından bir kere bile ortaya çıkmasının açıklanamadığı uçma gibi bir özelliğin, en az dört kez birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıktığını savunmak, tesadüfçü Evrim Teorisi açısından çok büyük bir sorundur. Evrim Teorisi’nin savunucuları, bu dört defanın üçü için hiçbir fosili delil olarak ileri sürememektedirler. Böceklerin uçuşu ile ilgili hiçbir geçiş formu yoktur, uçan memelilerle ilgili olarak yarasaya geçişi sağlayan ara formlar mevcut değildir, yok olan pterosaurslar öncesi bir ara form da bulunmamıştır.
Bir de, 2006 yılında, daha önceden 50 milyon yıl kadar önce yarasayla uçan ilk türünün ortaya çıktığı zannedilen memelilerin, 130-160 milyon yıl kadar önce de uçan türlerinin olduğunu gösteren sincaba benzer bir memelinin (yok olan bir tür) fosil bulgularının Çin’de bulunmasıyla, memelilerde uçmanın ortaya çıkışı meselesi iyice karışmış ve 80 milyon yıl kadar bir boşluk ortaya çıkıvermiştir.
Canlılarda uçuşun ortaya çıkışında, sadece Archaeopteryx ara form olarak gösterilmektedir; bu ise dört defa ortaya çıktığı iddia edilen uçuşun, sadece biri ile ilgilidir. Archaeopteryx sadece uçuşun ortaya çıkışının değil, belki de bütün fosillerin en ünlülerinden biridir ve ‘evrim ile fosiller’den bahseden hemen hemen her kitapta yer alır. Archaeopteryx’in kuş gibi tüylerinin olmasına karşılık, dişleri ve pençeleri gibi özellikleriyle sürüngenlere benzediğinden, sürüngenler ile kuşlar arasında ara geçiş formu olduğu ileri sürülmüştür.
Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nin araştırmacılarının, Archaeopteryx’in kafatası ve içkulağı üzerinde X ışınları aracılığıyla yaptıkları araştırmalar da, onun, modern kuşlar gibi uçabilen bir canlı olduğunu desteklemektedir. Bu araştırmalarda, Archaeopteryx’in beyninin büyüklüğü, şekli ve hacminin günümüz kargalarınınkine benzer olduğu saptanmıştır. Içkulak üzerindeki incelemeler de onun rahatlıkla uçabilen bir kuş olduğunu göstermiştir.
Daha önce değinildiği gibi fosiller, canlıların kemik yapısı ve dişleri hakkında bilgi verirken (birçok zaman bu yapılar da tam olarak bulunamaz), yumuşak dokular hakkında bilgi verememekte ve de bu yüzden fosiller hakkında birbirinden çok farklı yorumlar yapılabilmektedir. Archaeopteryx’in uçabilen bir canlı olması, onun kuşlar gibi bir kalbe, dolaşım ve solunum sistemine sahip olduğunu düşündürmektedir ki, bu yapılar kuşlarda sürüngenlerden çok farklıdır.
Ayrıca, Archaeopteryx’in yaşadığı dönemden 75 milyon yıl öncesine ait (225 milyon yıllık) Protoavis denen bir kuş türü, Texas’ta, Sankar Chatterjee ve arkadaşları tarafından bulunmuştur.
Uçuşun kökeni ile ilgili çözülemeyen bir tartışma ise, uçuşun ‘ağaçlardan aşağı’ (trees down) mı, yoksa ‘yerden yukarı’ (ground up) mı başladığı hakkındadır. Her iki yaklaşımın da kendisine göre sorunları olmakla beraber, yerçekiminin daha az sorun oluşturduğu ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımın daha çok benimsendiği söylenebilir. Bu iki alternatiften ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımını benimseyenler, Archaeopteryx’in atasının ağaçlara tırmanan dört ayaklı bir sürüngen olduğunu; ‘yerden yukarı’ yaklaşımını benimseyenler ise avını ön uzuvlarıyla yakalamaya çalışan iki ayaklı bir sürüngen olduğunu savunurlar. ‘Yerden yukarı’ yaklaşımına göre Archaeopteryx’in atası olması beklenen iki ayaklı sürüngenler, Archaeopteryx’ten sonraki fosil tabakalarında görünmüştür. Buna karşın, ağaca tırmanan dört ayaklı sürüngenler daha önceki fosil tabakalarında mevcuttur; bu olgular ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımını güçlendirmiştir. Fakat diğer yandan, son yıllarda gittikçe popüler olan, canlıları benzerlikleri temelinde sınıflandıran ‘cladistic sınıflama’ açısından Archaeopteryx’in atası iki ayaklı dinozorlardır (buna göre ise ‘yerden yukarı’ yaklaşımın benimsenmesi gerekir). Cladistler sınıflandırmalarını sadece canlıların benzerlikleri temelinde yaptıkları için ‘yerden yukarı’ yaklaşımın sorunlarına veya hangi canlının fosil tabakalarında önce göründüğü sorununa ciddi bir önem atfetmezler. Bu yüzden Archaeopteryx’in atası olarak, ondan on milyonlarca yıl sonra yaşamış olan kuşa-benzer dinozorları göstermekte bir sorun görmemişlerdir.
İNSANIN KÖKENİ VE FOSİLLER
Biyolojik ya da fiziksel antropoloji, insanın zaman ve mekan içindeki çeşitliliğini incelerken, bir alt ilgi alanı olan paleoantropoloji ise fosil kayıtlarına dayanarak insanın kökeni konusunu ele alır.
Fosil bulgularda bulunan Australopithecus türleri ve Homo erectus gibi türler, kimi evrimci fosilbilimcilerce insanlığın atası olarak gösteriliyorken,
Allan Wilson ve Vincent Sarih’in ‘insan soyu’ ile ilgili çalışmalarda moleküler yaklaşımı öne çıkarmaları ve mutasyonların düzenli bir hızda gerçekleştiği önkabulüne dayanan ‘moleküler saat’ hipotezi ise yeni sorunları beraberinde getirmiştir. Evrim Teorisi’nin tesadüfçü yaklaşımı mutasyonları rastgele oluşan değişimler olarak değerlendirir; bu anlayışla mutasyonların düzenli bir hızda gerçekleştiği anlayışı arasında açık bir çelişki vardır. Bu çelişki yüzünden birçok kişi ‘moleküler saat’ yaklaşımına soğuk bakmıştır, fakat tesadüfçü mutasyonlarla ‘moleküler saat’ yaklaşımını, bu çelişkiye rağmen beraber kabul edenler de olmuştur. ‘Moleküler saat’ yaklaşımıyla varılan sonuçlar ile fosillere dayalı sonuçlar arasında çıkan farklılıklar yeni tartışmaların kaynağı olmuştur. 1970’li yıllarda insansıların (Hominidae) 15 milyon yıl kadar önce ortaya çıktığı, Ramapithecus’un fosil kalıntılarına dayanılarak savunuluyordu. Ama ‘moleküler saat’ yaklaşımını benimseyenler, ilk Hominidae’nin 5 milyon yıl önce ortaya çıkmış olması gerektiğini savundular. 1976 yılında Pilbeam’ın, Pakistan’daki araştırma ekibi, bir Ramapithecus alt çene fosili buldu. Bu fosilin değerlendirilmesi sonucu 1932 tarihli ilk çene kurgusunun (reconstruction) yanlış olduğu anlaşıldı.
Bu örnek de Evrim Teorisi’ne olan inancın, fosilleri yorumlama şeklini öncelediğinin ve etkilediğinin bir göstergesidir. Yeni bulguların Ramapithecus’un insansılar kategorisinden çıkarılmasını gerektirdiği bir dönemde, diğer fosiller ve Ramapithecus’un daha önce farklı kurgulanan dişleri öyle bir yorumlanmıştır ki; Ramapithecus, soy ağacında doğrudan insanın atası olan eski yerinden yeni bir dala nakledilmiştir. Ünlü paleoantropoloji yazarı Roger Lewin kuramsal önyargıların, kanıtların yorumlanışına tüm bilim dallarında gölge düşürebileceğini, ama buna özellikle paleoantropoloji alanında sıklıkla tanık olunduğunu belirtir.
Kırk yıl boyunca -daha önce değinilen- Piltdown adamı ile ilgili sahtekârlığın anlaşılmasını engelleyen de kuramsal önyargılar olmuştur. Paleoantropolojide çoğu zaman kemiklere ve dişlere dayalı çıkarımlar yapılmaktadır. Insanın en ayırt edici yönünü ifade eden diline, törenlerine, davranış şekillerine dair kalıntılar bulmak mümkün olmadığı gibi; beyin ve karaciğer gibi, kemikler ve dişlerden daha önemli olan yumuşak organların fosilini de bulmak mümkün değildir. Bu geniş boşluk ise paleoantropolojideki kuramsal önyargılara daha çok dikkat edilmesini gerektirmektedir. Sonradan domuz dişi olduğu anlaşılan tek bir dişe dayanılarak, hayali Nebraska adamının; maymun-insan arası bir form olarak sunulup, birçok resmiyle ve günlük yaşantısıyla birçok yayında halka tanıtıldığını trajikomik bir örnek olarak anımsayabiliriz. Sonuçta ‘insan soyu’na dair anlatımların asıl temeli hâkim olan paradigmadır; bu paradigma, fosillerin yorumunu belirlemekte ve yüz binlerce yıl öncesine dair çizim ve hikâyeleri şekillendirmektedir.
Fosil bulguların, yumuşak organları ihtiva etmemesinin yanında, birçok zaman kafatası, kemik ve diş gibi organların çoğunun da eksik olması yüzünden, az bir parça bulgu ile canlının bütünü hakkında çıkarım yapılmak zorunda kalınması birçok soruna yol açmaktadır. Örneğin ünlü bir fosil olan ‘Kafatası-1470’i tarif eden paleoantropologlar, bu kafatasının çenesini kaldırıp yüzünü uzatabileceğimiz gibi, çeneyi içeri sokup yüzü kısaltabileceğimizi de söylerler… Aynı kafatası ile aynı türe ait olduğu düşünülen bazı kemikleri, dört sanatçıya veren National Geographic dergisi, bu sanatçılardan, bu canlıyı gösteren dişi bir figür yapmalarını istedi. Dört sanatçının her biri birbirleriyle alakasız çizimler yaptılar. Biri modern Afro-Amerikan görünümlü bir kadın, biri alınsız ve dinozor çeneli bir yaratık, birisi goril kollu sıska bir dişi, birisi ise vücudu kıllı, ağaca tırmanan bir canlı çizdi.
Nature dergisinin bilim başyazarı Henry Gee, karamsar bir şekilde şu yorumu yapmıştır: “Fosiller nüfus kâğıtlarıyla gömülmezler. Fosilleri ayıran zaman sürecinin uzunluğu, onlar hakkında ata ve soy yoluyla bir şey söylememize imkân tanımaz… Insan evrimine dair tüm kanıtlar küçük bir kutuya sığabilir… Mevcut evrim şeması, olgudan sonra yaratılmış, tamamen insan ürünü olup, insani önyargılarla şekillendirilmiştir… Bir fosil dizisinin, bir nesli temsil ettiğine dair iddia, bilimsel bir hipotez değil, çocuk uyutmak için anlatılan; masal değerinde, eğlenceli, hatta öğretici olabilen, fakat bilimsel olmayan bir niteliktedir.”
İnsanın kökenine dair tartışmaların en çok odaklandığı konuların biri; insanın hayvanlardan mahiyet olarak mı, derece olarak mı farklı olduğudur. Bu tartışma açısından ise insanın dil kullanma ve matematiksel düşünme yeteneği gibi özellikleri; dik yürüme, belli şekildeki azı dişleri veya baş parmağı gibi özelliklerden çok daha önemlidir. İnsanın doğuştan ‘dil öğrenecek yetenekte’ doğduğunu gösteren çalışmalar, insanla maymunumsular arasındaki uçurumu iyice açmıştır. Böylesi bir yeteneğe benzerlikte yakın olan, ne yaşayan maymunumsulardan bir ara form, ne de fosillere dayanarak bir ara form göstermek mümkündür. Bu farklılık ister bir derece farkı, ister mahiyet farkı olsun; dil kullanma becerisi ve matematiksel düşünme yeteneği gibi zihinsel özelliklerde, insanın bir sıçrama olduğu, bu özelliklerin ‘tesadüfi küçük mutasyonlar’ ile açıklanamayacağı görünmektedir. ‘Mahiyet farkı-derece farkı’ tartışmasına, dinler açısından da özel önem verildiği için, bu konuyu kitabın son bölümü olan 5. bölümde inceleyeceğim.
FOSİL-OLASILIK İKİLEMİ VE KESİNTİLİ DENGE KURAMI
Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemin başından itibaren Huxley’le ve daha sonra başkalarınca da ortaya konan sıçramacı modellere, özellikle ateist-evrimciler tarafından ciddi itirazlar gelmiştir. Sıçramacı modeller özellikle fosil kayıtlarının eksiklikleri yüzünden ileri sürülmüştü; sıçramalı bir şekilde türler değişiyorsa, bu kadar çabuk değişen türlerin değişimini belgeleyen fosilleri bulmak zordu. Richard Dawkins, büyük değişikliklerle evrimin oluştuğunu savunanların, Fred Hoyle’nin benzettiği gibi, ‘hurdalıkta esen bir kasırganın Boing 747 uçağını yapmış olabileceğine’ benzer bir görüşü savunduklarını söyler. Bu tarz değişimlerin olasılık açısından imkânsız olduğunu vurgular.
Yakın dönemde fosil kayıtlarındaki bu boşlukları açıklamak için ünlü evrimci biyolog ve fosilbilimciler Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould ‘kesintili denge’ (punctuated equilibrium) kuramını ortaya attılar.
Ateist-Darwincilik ara geçiş formlarının fosillerinin eksikliği ve kompleks organların bir anda ortaya çıkmasının olasılıksal imkânsızlığı arasında bir ikileme düşmüştür. Ben bu ikileme ‘fosil-olasılık ikilemi’ diyorum. Darwin, ‘fosil-olasılık ikilemi’nde, Huxley’in fosil sorununu çözmeye öncelik veren sıçramalı yaklaşımına karşı olasılık sorununun çözümüne öncelik vermişti. Yeni-Darwincilerin ana doğrultusu, bu ikilemde Darwinci çözüme ağırlık verirken; fosilbilimci Gould, Huxleyci görüşe yaklaşmıştır. Darwin, fosillerdeki eksikliği araştırmaların yetersizliğine dayanan bir savunmayla karşılamaya çalışmıştı.
‘Kesintili denge’ kuramı fosil sorununu çözmeye ağırlık verdiği için olasılık sorunu ile karşı karşıyadır. Kitabın 4. bölümünde tek bir proteinin oluşumunu izah etmeye tüm evrendeki maddenin, tüm evren-zamanı boyunca yaptığı bileşimlerin bile yetmeyeceğini göstereceğim. Oysa ‘kesintili denge’ kuramında yeni bir proteinin oluşumu şu şekilde açıklanacaktır: “Uzayın çok küçük bir bölümü olan Dünya’nın, küçük bir izole alanında, zaman olarak küçük bir dilimde, küçük bir toplumun genlerinde oluşan değişimlerle yeni protein ortaya çıkmıştır.” Çok daha geniş bir alanda ve zamanda olasılık olarak oluşumu izah edilemeyen yapıları, çok daha dar bir alanda ve zamanda, hem de canlıların üreme hücrelerindeki DNA’lar gibi çok hassas yapılar üzerinde oluşan rastgele değişimlerle açıklamak mümkün değildir. Sonuçta türler arası geçişe dair ara fosil formlarının, dar bir alanda hızlı geçişlerle evrim olduysa bulunmaması elbette daha normal karşılanacaktır. Ama terazinin öbür tarafını bu yaklaşım iyice havaya kaldırır: Olasılık sorunu havadadır.
‘Kesintili denge’ ile ilgili tartışmalar özellikle birçok ateist Yeni-Darwinciyi rahatsız etmiştir. (Aslında bu kuramı ortaya koyanların ve savunanların çoğunun da teizm ile bir ilişiği yoktur.) Ateist kanadın sözcüsü gibi hareket eden Richard Dawkins rahatsızlığını şu satırlarında dışa vurmaktadır: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar, ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar.”
‘Kesintili denge’ kuramının hangi ihtiyaçtan ortaya çıktığını incelediğimizde, fosil sorununun Evrim Teorisi açısından önemi ortaya çıkmaktadır. Bu kuram, fosillerle ara geçiş formlarını ortaya koymaktaki yetersizliklerden dolayı ortaya atılmıştır.
KAMBRİYEN PATLAMASI VE EDIACARA FAUNASI
Darwinci Evrim Teorisi’nin en genel anlatımına göre başta tek hücreli bir canlı oluşmuş, canlılar önce türlere, sonra cinslere, sonra familyalara, sonra takımlara, sonra sınıflara, sonra filumlara ayrılmışlardır. Yüz milyonlarca yıl süren bu ayrışmadaki safhalar hep yavaş yavaş aşılmıştır. Fosil bulgulardan beklenen de bu yavaş yavaş ayrışmayı doğrulayan, ‘Darwinci soy ağacı’nı destekleyen delilleri sunması olmuştur. Oysa Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası evrimci beklentilerle en zıt olguları oluşturmaktadır. Prekambriyen (Kambriyen öncesi dönem) dönemde 3 milyar yıl kadar sadece bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin hüküm sürdüğünü fosil kayıtları söylemektedir. Oysa Kambriyen dönemine gelindiğinde (530 milyon yıl kadar öncesi), bir sürü birbirinden farklı çok hücreli canlı, aniden, fosil kayıtlarında kendini gösterir. Içinde sınıf, takım, familya, cins ve türü barındıran filumların yarısından fazlası bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yirmi bin gözlü ‘trilobit’ de beş gözlü ‘opabinia’ da hep bu dönemde, aniden, fosil kayıtlarında gözükmüşlerdir. Darwincilerin fosillerden bekledikleri, fosillerin ‘aşağıdan-yukarıya’ bir evrimi göstermesiydi. Buna göre, türler ancak yüz milyonlarca yıl içerisinde sınıflara ve filumlara ayrılmalıydı. Oysa fosil bulgular, Kambriyen’de, bir anda, filumların ortaya çıktığını göstermiştir. Bu da ‘aşağısı’ olmadan ‘yukarı’nın ortaya çıkmış olmasıdır ki evrimci beklentilere tamamen zıttır.
Darwin de Kambriyen dönemde birçok canlının aniden gözükmesiyle ilgili sorunun farkındaydı. O, teorisinin gerektirdiği gibi, bu dönemden önce binlerce çok hücreli canlı olduğuna inanmaktan vazgeçmedi ve bu olguyu fosil kayıtlarındaki ve araştırmalarındaki yetersizliklerle açıkladı. Darwin’in döneminde bugüne kadarki fosil araştırmalarının % 1’inden azının yapıldığını düşünürsek, bu mazaret, o dönem için yerinde gözükmektedir. Fakat günümüze kadar yapılan araştırmalar, ‘Kambriyen Patlaması’nı -yanlışlamak bir yana- desteklemiştir. 1909’da Charles Doolittle Walcott’un, Burgess Shale’de bulduğu fosiller, 1980’lerde Sirius Passet ve Chengjiang’da bulunan fosiller, Kambriyen dönemde, bir anda birçok canlı türünün ortaya çıktığını desteklemektedir. Artık, fosil araştırmalarının yetersizliği bir mazeret olarak ileri sürülemez. Kambriyen Patlaması yeni araştırmalarla destek kazanmıştır, fakat bu dönemden önce Darwinci yaklaşıma göre olması gereken ara formlar, bu kadar çok yapılan kazıya rağmen bulunamamıştır. Bu fosillerin bulunamaması, artık eksik araştırmaya bağlanamayacağı gibi, Kambriyen dönemden önceki fosillerin ‘tortu bırakmaması’ gibi Darwin tarafından ileri sürülen sebeplere de bağlanamaz. Nitekim Kambriyen Patlaması’ndan önceki üç milyar yıl boyunca Dünya’da hüküm sürmüş yegâne canlı olan tek hücreli bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin fosilleri bulunmuştur. Birçok ünlü fosilbilimcinin de söylediği gibi elimizdeki fosil kayıtları önemli ölçüde güvenilirdir.
Bir aralar Ediacara Faunası’ndaki canlıların, Kambriyen dönemde ortaya çıkan canlıların atası olabileceği düşünüldü. 1947’de, Avustralya’da, R. C. Sprigg tarafından Ediacara Faunası bulundu. Burada Kambriyen Patlaması’ndan 40 milyon yıl kadar önce (Prekambriyen dönemin sonlarında) çok hücreli canlılar bulundu. Fakat fosilbilimcilerin de dikkat çektiği gibi, Ediacara Faunası’nın canlıları Kambriyen canlılarından o kadar farklıdır ki,
Ediacara Faunası’nın ve Kambriyen çeşitliliğin ortaya çıkışı ‘fosil-olasılık ikilemi’ açısından en büyük soruna sebep olmaktadır. Her şeyden önce fosillerden gelen bilgiler, tevil edilemeyecek kadar açık bir şekilde çok hücrelilerin aniden ortaya çıkışını göstermektedir. Darwin’in, klasik, uzun dönemde yavaş gelişimi savunan çizgisini devam ettiren ve olasılık sorununun çözümüne ağırlık veren bilim insanları bile bu olguyu reddede-memektedirler.
Kısa dönemde ortaya çıkan tüm bu canlılardaki proteinler hücre içinde yeni fonksiyonları gerçekleştirecek şekilde organize olmuşlardır, yeni hücreler ise yeni doku, organ ve beden bölümleri olarak organize olmuşlardır. Yeni bedenler, hiyerarşik olarak organize olmuş, her vücut bölümü kendi fonksiyonlarını üstlenerek bedenin bir parçası olmuştur. Sonuçta, Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası ile birçok yeni vücut tasarımı ortaya çıkmıştır ve birçok ‘özelleşmiş kompleks’ beden bölümlerinden oluşan bu tasarımlar, ‘belirlenmiş kompleks bilgileri’ gerektirirler ki bunun da bir açıklamasının yapılması gerekir.
Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası’nın ‘küçük aşamalarla canlıların oluşumunu açıklayan Evrim Teorisi’ne açtığı sorunlar beş maddede özetlenebilir:
1- Çok hücreli canlılığın aniden ortaya çıkışı.
2- Çok büyük bir çeşitliliğin aniden ortaya çıkışı.
3- Evrimci ‘aşağıdan-yukarı’ beklentinin aksine birçok filumun aniden ortaya çıkışı.
4- Dünya tarihinin bu kadar dar bir aralığında, mikro düzeyde ortaya çıkan on binlerce protein gibi yapının tesadüfi oluşumunu açıklamanın olasılıksal imkânsızlığı.
5- Dünya tarihinin bu kadar dar bir aralığında, makro düzeyde ortaya çıkan özelleşmiş organlarıyla beden planlarını açıklamanın olasılıksal imkânsızlığı.
Türlerin bilinçli bir şekilde bağımsız yaratıldıkları veya evrimin bilinçli bir şekilde yaratılan bir süreç olduğu görüşü, Kambriyen Patlaması’nı ve Ediacara Faunası’nı açıklamakta zorluk çekmez. Çünkü bilinçle ve kudretle oluşturulmuş bir yaratılışı savunanlar için, türlerin aniden ortaya çıkışları -ister evrimle, ister bağımsız yaratılışla olsun- sorun değildir. Bilinçli, kudret sahibi, olaylara hâkim bir Güç’ün tasarladığı süreçlerde olasılık sorunu olmaz. Bir zarın milyon kere üst üste tesadüfen altı gelmesi olasılık olarak hemen hemen imkânsızdır; fakat bilinçle, zarları altı olarak koyabilen biri için olasılık sorunu olmaz. Bu yüzden, bahsedilen beş maddedeki sorun sadece dış bir Güç’ün müdahalesini kabul etmeden, tesadüfi bir evrimi savunanlar için geçerlidir. Asıl sorun evrimin olup-olmadığı değildir; asıl sorun, canlıların tesadüfen mi oluştukları, bilinçli bir şekilde mi yaratıldıklarıdır.
EVRİM TEORİSİ OLMADAN BİLİM OLUR MU?
Dobzhansky, Evrim Teorisi olmadan biyoloji bilimindeki hiçbir şeyin anlam ifade etmeyeceğini söylemiştir.
Evrim Teorisi gözlenemeyen bir sürece dayandığı için, mevcut türler hakkındaki bilgilerin bu teoriye dayanmasına olanak da yoktur. Bir veterinerin, kuşun kanadı kırılırsa uygulayacağı tedavinin veya bir doktorun, insanın kalp bölgesinde yapacağı ameliyatın, bu teoriye inanmasından veya inanmamasından kaynaklanan bir farklılığı olmayacaktır. Evrim Teorisi’nin doğruluğuna inanç, doğal seleksiyonun türlerin yok olmasında en önemli mekanizma olduğu ve mutasyonlar ile coğrafi izolasyonun türlerin değişiminde çok önemli olduğu hususlarını kabul etmek için bile zaruri değildir. Bir biyolog, tüm bunların önemini kabul etmesine karşılık, bunların, canlılardaki özelliklerin ortaya çıkışını açıklamada yetersiz olduğunu düşünebilir. Nitekim günümüzdeki, Evrim Teorisi’ni reddeden veya bilimsel yetersizliğini savunan bilim insanlarının hemen hepsi; doğal seleksiyon, mutasyon ve coğrafi izolasyonun canlılar dünyasındaki önemini kabul etmektedirler.
Evrim Teorisi’nin ortaya koyamadığı bilimsel yasalara karşı, ‘insan türünün her bireyinin kan dolaşımının kalple sağlandığı’şeklinde, her bir insan için mutlak bir biyolojik yargının veya ‘insan türünün bireylerinde kalbin genelde solda olduğuna (bazen sağda olabilir)’ dair olasılıksal bir biyolojik yargının varlığı ileri sürülebilir. Bu yargılar, fiziğin yasaları gibi, örneğin çekim gücü yasası veya hareket yasaları gibi bütün evrene ait yasalar değildir. Biyolojinin incelediği canlılar, salt bu dünyaya ait olduğu için bu tarzda evrensel bir biyoloji yasası mümkün değildir. J.C. Smart, bir yasanın, uzay ve zamanla sınırlandırılmamış olması gerektiğini, bu yüzden biyolojide hiçbir yasanın bulunmadığını söylemiştir.
Evrim Teorisi’ni apriori olarak doğru kabul edip tümdengelim kaynağı yapmadan da canlıların sınıflaması gibi birçok bilimsel çalışma gerçekleştirilebilir. Darwin’den önce birçok ünlü biyolog canlıları homoloji temelinde, ama evrimi öngörmeden sınıflandırmışlardı. 1980’li yıllardan itibaren ön plana çıkan ‘cladism’in canlılar sınıflandırmasında da fosilbilimden gelen bilgiler göz önünde bulundurulmadan canlılar sınıflandırılması yapılmaktadır. Cladism, Wilma George tarafından ‘evrim-dışı sınıflandırma’ olarak nitelendirilmiştir. Cladism, Aristoteles’ten beri canlılar sınıflamasına hâkim olan, canlıları birbirinin devamı olarak algılamayan yaklaşımı esas almıştır.
Evrim Teorisi’nin bir teorinin doğru kabul edilmesi için gerekli bilimselliğin birçok kriterini karşılayamadığı, bu bölümün başından buraya dek ayrıntılıca gösterildi. Bu, Dobzhansky’nin dediği gibi bütün biyolojinin anlamsızlaşacağı anlamına gelmez, sadece ‘doğa tarihi’ üzerine bilgimizin çok sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerektiği anlamına gelir. ‘Biyoloji’ canlılar üzerine bir çalışmadır; ‘Evrim Teorisi’ ise bu canlıların kökeni ve tarihi ile ilgilidir. Biyoloji biliminin birçok verisi, gözlem ve deney destekli olmasına karşın, Evrim Teorisi’nin bu tarz dayanakları yoktur. Canlılar sınıflaması, morfoloji, ekoloji gibi çalışma alanları için; canlıların kendi aralarında ve çevreleriyle sabit ve istikrarlı ilişkileri ‘canlıların tarihi’ne ilişkin bilgilerden çok daha değerlidir.
Evrim Teorisi, ancak ‘doğanın müdahaleye kapalı olduğu’na dair (natüralizm: doğacılık) apriori bir inancı merkeze alma durumunda en iyi açıklama olarak gözükmektedir. (Bu inancın tutarlı olup olmadığının değerlendirmesini bundan sonraki bölümde yapacağım.) Bu apriori inancı bir kenara bıraktığımızda, türlerin ayrı ayrı yaratıldıkları veya türlerin birbirlerinden evrimleştikleri veya bazı kökensel türlerin yaratıldıkları ve diğer türlerin bunlardan evrimleştikleri iddialarından hangisinin doğru olduğunu belirleyecek objektif bilimsel verilere sahip değiliz. Canlılardaki benzerlikler; Tanrı’nın zihnindeki plan, canlıların aynı hammaddeden (topraktan) yaratılması, aynı dünyadaki aynı çevreye tepki vermeleri gibi ortaklıkların temelinde de anlaşılabilir ve anlaşılmıştır. Tüm bunlardan anlaşılan odur ki, birçok kişi olgulardan yola kalkıp ontoloji oluşturmamakta, ontolojide sahip olunan inanca uygun olarak olguları yorumlamaktadırlar. ‘Doğanın içinde kalma’yı felsefî bir ilke olarak benimseyen natüralist-materyalist bir ontoloji sahibinin, Evrim Teorisi’ne inanmak dışında görünür hiçbir çaresi yokken; Tanrı’nın merkezde yer aldığı bir ontolojiyi benimseyen biri, ‘Tanrı için her şey mümkündür’ ilkesince, Evrim Teorisi’ni de türlerin bağımsız yaratılışını da kabul edebilir. Tanrı merkezli ontoloji, Evrim Teorisi dışında da imkânları mümkün kıldığı için, ‘sadece doğanın içinde kalmak’ gibi apriori bir ilkeyi benimsememek yüzünden, teistlerin tavrı, ateistlerinkinden farklı olacaktır. Aslında teist ontolojinin sunduğu alternatif imkânlar, bir teistin daha objektif bir şekilde Evrim Teorisi’ne yaklaşmasını sağlayabilir. Çünkü teist, Tanrı merkezli ontolojisini Evrim Teorisi ile uzlaştırabilir, oysa günümüz biyolojisinin ‘kendiliğinden türeme’ ile türlerin oluşamayacağını göstermesinden sonra; bir ateistin, türlerin birbirlerinden bağımsız oluşumunu, ontolojisini değiştirmeden kabul etmesi mantıken mümkün değildir. Bu yüzden Richard Dawkins, ancak Evrim Teorisi ile rasyonel bir ateizmin mümkün olabildiğini söylemiştir. Fakat bir teist için bunun tam tersi, yani türlerin bağımsız yaratılışının kabulü, mutlak bir ihtiyaç değildir. Tanrı’ya inancı olan kişilerin Evrim Teorisi’ni reddetmek zorunda olduğu iddiası, tamamen yanlış bir görüştür. Bu konu kitabın son bölümü olan 5. bölümde işlenecektir.
Newton’un kozmolojisi kurulduğunda hala bilimsel bir kozmogoni (evrenin kökenine dair bir teori) mevcut değildi. Kant ve Laplace ile başlayan girişimlerden epey sonra, ancak 1920’li yıllardan itibaren, Big Bang Teorisi ile bilimsel bir kozmogoni ortaya çıktı. Kökene dair bilimsel teorilerin kendilerine has zorlukları vardır. Biyolojinin kendine has zorluklarıyla bu sorunun birleşmesi, canlıların kökeni ve tarihi (biyogoni) konusundaki bilimsel bilgilerimizin yetersizliğinin nedeni olarak gösterilebilir. Olması gereken bilimsel yaklaşım -belli konuların açıklamasında açık kalmasın diye- bilimsel kriterleri karşılamayan bir teoriyi mutlak gerçek olarak sunmak değildir. Biyolojide -diğer bilimlerde de olduğu gibi- bir teorinin doğru kabul edilmesindeki kriter, belli ‘metafizik kanaatler’e (natüralizm gibi) uygunluğu değil, bilimsel kriterleri karşılayıp objektif delillerle desteklenmesi olmalıdır. Bilimsel açıdan en dürüst yaklaşım, canlıların kökenine ve tarihine dair bilgilerimizin yetersizliğini kabul etmektir.