Tasarım Delili
BÖLÜM TANITIMI
Tasarım delili (teleolojik delil) ile varlıklardaki düzen ve gayesellik gibi unsurlardan yola çıkılarak bu varlıkların Tasarımcısı’nın varlığına ve bu Tasarımcı’nın kudreti, bilgisi, hâkimiyeti gibi sıfatlarına ulaşılır. Kısacası, tektanrılı dinlerin savunduğu Tanrı’nın birçok sıfatı tasarım delili ile temellendirilir. Böylesi bir yaklaşımın binlerce yıllık tarihi olmasının yanında, bu yaklaşımın eski dönemlerde Epikurus ve Lucretius gibi, yakın dönemlerde ise Hume ve Kant gibi eleştirmenleri olmuştur (1. bölümde bu konu işlendi). İçinde bulunduğumuz çağda ise, bu kanıta karşı geliştirilen argümanların hemen hepsi, Evrim Teorisi’nin kesin bir gerçek olarak kabul edildiği bir önkabulle oluşturulmuştur. Bu önkabulün bilimsel temellerini bir önceki bölümde sorguladık; bu bölümde, fizik ile biyolojideki son asrın bulgularının tasarım delilini desteklediğini -Evrim Teorisi doğru da yanlış da olsa- göstermeyi hedefledim. 20. yüzyılda elde edilen modern bilimin verileriyle, dünyadaki canlılığın oluşması için evrende çok hassas ayarların gerektiğini ve canlıların zannedilenden çok daha çeşitli ve kompleks olduklarını öğrendik. Bu yeni verilere dayalı tasarım delili yaklaşımları artık sırf analojilere (benzetmelere) dayanmamakta, olasılık hesabı gibi matematiksel yaklaşımlarla daha objektif bir bakış açısı mümkün olmaktadır. İlerleyen sayfalarda son yüzyılda gerçekleşen bilimsel ilerlemelerle tasarım delilinin eskisinden daha da güçlü olduğunu ve ‘doğanın hiçbir müdahale almayan’ bir yer olduğunu söyleyen natüralist felsefenin yanlışlığını göstermeye çalışacağım.
Bu bölümde cevabını bulabileceğiniz bazı sorular şunlardır: Natüralizmin, Evrim Teorisi ve günümüzün bilim anlayışı ile ilişkisi nedir? Canlıların var olması için gerekli hassas ayarlar nelerdir? Entropi yasasının tasarım delili ile ilişkisi var mı? İnsancı İlke (Anthropic Principle) tasarım deliline destek vermekte midir? Dünya İlkesi nedir ve niye böyle bir ilkenin ifadesine gerek duyuldu? Urey-Miller deneyi amino asitlerin ortaya çıkışını açıklayabilir mi? Bir proteinin rastgele tesadüflerle oluşmasının olasılığı nedir? Evrim Teorisi’nin öngördüğü ‘en basit tek hücreli ilk canlı’nın tesadüfen oluşmasının olasılığı nedir? Indirgenemeyen kompleks yapıların varlığı tasarım delili için neden önemlidir? Zihnin varlığı ve evrenin anlaşılır olması ile tasarım delilinin bağlantısı nedir?
NATÜRALİZME KARŞI TASARIM DELİLİ
‘Natüralizm’ (doğacılık) ifadesine yüklenen her anlamda doğa-dışına ve bunun sonucu olarak tasarım deliline karşı bir dışlayıcılık vardır; çünkü tasarım delili, gözlenen doğadan hareketle, bu doğanın, doğa-dışı Tasarımcısı’na yükselir. Natüralizm, materyalizm ve ateizm ile kardeş bir görüştür. ‘Materyalizm’ sadece maddenin var olduğunu, madde dışında hiçbir varlığın (cevherin) bulunmadığını savunur; ‘ateizm’ ise Tanrı’nın var olmadığını savunan bir görüştür. Günümüz ateistlerinin büyük çoğunluğunun materyalist olduğu ve bu iki ifadenin adeta birbirine özdeş anlamda kullanıldıkları söylenebilir. ‘Natüralizm’ ifadesi ise genelde bu iki görüşle özdeş anlamda kullanılsa da bu ifadenin kimi kullanımlarında farklılıklar olabileceğini belirtmekte fayda vardır. Felsefî natüralizm (philosophical naturalism), birçoklarınca ontolojik natüralizm (ontological naturalism) ve metafizik natüralizm (metaphysical naturalism) olarak da anılır; bu görüşe göre, ‘doğa’ dışında hiçbir varlık yoktur, bu görüşün tamamen materyalizme ve ateizme özdeş olduğu söylenebilir. Diğer yandan metodolojik natüralizm (methodological naturalism) ve bilimsel natüralizm (scientific naturalism) ile bilimin metodunun ne olması gerektiğine dair bir iddiada bulunulur. Buna göre, ‘doğa’nın içindeki sebepler dışındaki sebeplerle ‘doğa’ açıklanamaz; örneğin evreni tasarlayan bir Tasarımcı’nın varlığına gönderme yapmak yasaktır. Metodolojik natüralizm, doğa-üstü bir gücün varlığına dair bir iddiada bulunmaz; Tanrı’nın varlığı veya yokluğu üzerine bir bildirimde bulunmaz ama Tanrı yokmuşçasına doğayı ele alır.
Bana göre, felsefî natüralizmi ‘aktif ateizm’ olarak sınıflamak, metodolojik natüralizmi ise ‘pasif ateizm’ olarak sınıflamak yerinde olacaktır. Metodolojik natüralizm, felsefî natüralizmi kesin olarak doğru kabul ederek doğa-dışının var olmadığı iddiasında bulunmasa da metot olarak felsefî natüralizmi doğruymuş gibi kabul eder. Günümüzde bilime hâkim olan paradigmanın metodunun bu olduğu söylenebilir; bu yüzden fizik ve biyoloji kitaplarında Tanrı’ya atıf yapılmaz. Newton’un yazdığı bir kitabı, günümüzde, bir fizik öğretmeni ders kitabı olarak yazmış olsaydı; bu kitabın ders kitabı olması herhalde yasaklanırdı. Hatta Darwin’in en meşhur eseri olan ‘Türlerin Kökeni’ni, bugün bir biyoloji öğretmeni yazmış olsaydı; herhalde bu kitaptaki Yaratıcı’ya atıflar çıkartılmadan, bu kitap ders kitabı olarak okutulamazdı.
Metodolojik natüralizmin neden mevcut paradigmanın yöntemi olduğunu anlamamız için, siyasetin bilim ve eğitim sistemiyle olan ilişkisini de irdelemek gerekir. Bu ilişki, Kilise ile siyasal sisteminin önemli etkileşimlerinin olduğu Batı’ya ait bir tarihsel sürecin ürünüdür; bu tarihsel süreçten yalıtılarak günümüzdeki siyasetin, bilim ve eğitim sistemiyle olan ilişkisi anlaşılamaz. Bu tarihsel süreci anlamak ise, sadece bu paradigmanın oluştuğu Batı dünyasındaki bahsedilen ilişkiyi anlamak için değil, Batı-dışı dünyayı anlamak için de önemlidir. Çünkü bilimin ve eğitim sisteminin nasıl organize olacağına, metotlarının ne olacağına dair Batı’da oluşmuş paradigma, Batı’ya mahsus kalmamıştır; dünyanın geri kalanınca bu paradigma transfer edilmiştir ve dünyanın geri kalanındaki bilimin ve eğitim sisteminin organizasyonu ve metotları da bu yüzden Batı’nın tarihi ile ilişkilidir. Bütün dünyada oynanan futbolun ortak kurallarının olmasının sebebi, her ülkenin birbirlerinden bağımsız olarak aynı kuralları bulmuş olmaları olmadığı gibi; günümüz dünyasında birçok ülkenin eğitim sisteminde metodolojik natüralizmin hâkim olmasının sebebi de her bir ülkenin birbirlerinden bağımsız olarak, bu yöntemin uygulanmasının en doğrusu olduğuna dair vardıkları sonuç değildir. Batı’dan transfer edilen bilim ve eğitim sisteminin paradigması bir paket halinde dünyanın her yerine ulaşmış, bu paket, teknolojik geriliklerinin yıkım ve komplekslerini yaşayan ülkelerce, analitik bir değerlendirmeye tabi tutulmadan benimsenmiştir.
Aslında metodolojik natüralizmin teizm için çıkardığı problemler yüzeysel bir bakış açısıyla hemen fark edilmemektedir. Bir teist ve ateistin Londra-İstanbul arasındaki mesafeyi hesaplarken matematiğe veya haritacılığa başvurmalarında bir farklılık gözlemlenmeyecektir; bir teist ve bir ateist doktorun gözün veya kalbin fonksiyonlarını belirlerken biyolojiye başvurmalarında da bir fark gözlemlenmeyecektir; bir teist ve ateist astronomun Ay veya Güneş tutulmalarının oluş vaktini belirlemeleri ile ilgili hesaplamaları ve teleskobu kullanım tarzlarında da bir fark gözlemlenmeyecektir. Tanrı’nın varlığına veya yokluğuna dair herhangi bir yargı açıklanmadan, bahsedilen konularda, hem teist hem de ateist bilim insanlarının hiçbir farkı olmayabilir. Modern bilimin başarısı olan köprüler, ulaşım araçları, ameliyat teknikleri, gen teknolojisi, bilgisayar, internet gibi tüm ürünlerin hiçbirinin ‘metodolojik natüralizm’in bilimin metodu olarak benimsenmesiyle alakası yoktur. Fakat sorun, özellikle evrenin ve canlıların kökenine dair araştırmaların sunum ve yorumlarında ortaya çıkar. Örneğin evrenin kökenine dair Big Bang Teorisi’nin ve canlıların kökenine dair Evrim Teorisi’nin yorumlarında bu sorunu gözlemleyebiliriz.
Birazdan görüleceği gibi canlılar dünyasında tasarım delilinin sayısız delili vardır, fakat metodolojik natüralizme göre doğal sebepler dışında bir sebebe atıf yapmak; tasarımın, bir Tasarımcı’yı gösterdiğini söylemek yasaktır.
Teizmin ateizmden en önemli farklarından biri, evrendeki oluşumların ve canlıların Bilinç’in, Bilgi’nin ve Kudret’in ürünleri olduğunu savunmakken; ateizm bunları, tasadüfî bir süreçteki oluşumların ürünü olarak görür. Metodolojik natüralizme göre, Tasarımcı’nın varlığı veya sıfatlarının, dünyanın veya canlıların tasarımı gibi olgulardan temellendirilmeye kalkınması bile yasaktır. Ama bilimin objektif bir uğraş olduğuna inanılıyorsa, olması gereken tavır, baştan tasarımdan Tasarımcı’ya yükselmeyi yasaklamak yerine; mevcut olguların gerçekten de Tasarımcı’nın varlığını gösterip göstermediğine objektif bir şekilde yaklaşmak olmalı değil midir?
Aslında içinde bulunulan durum çok ilginçtir: Baştan ‘metodolojik natüralizm’ bilimin yegâne yöntemi olarak ilan edilerek, Tanrı’nın (Tasarımcı’nın) varlığının bilimsel verilerden çıkarsanan sonuçlarla desteklenmesi yasaklanmakta, sonra ise Tanrı’nın varlığının bilime aykırı olduğu söylenerek Tanrı’nın yokluğunu iddia eden felsefî natüralizmin ve ateizmin savunması yapılmaktadır. Bu durumu şuna benzetebiliriz: Önce zencilerin ateizm müsabakalarına girmesi yasaklanmakta, daha sonra zencilerin atletizmde başarısız olmaları, yasaklı oldukları müsabakalara bakarak kararlaştırılmaktadır. Zencilerle ilgili örnekteki saçmalığı hemen anlayacak birçok insan, ne yazık ki, Tanrı’nın varlığından bahsedilmesini yasaklayan bilimsellik iddiasındaki bir anlayışla, Tanrı’nın varlığına (tasarım delilinin doğruluğuna) dair hiçbir delil olmadığını savunan bilimsellik iddiasındaki bir anlayışın farkını anlayamamakta; bu ikisini birbirine karıştırmaktadırlar. Bu tip sebeplerden dolayı, bence metodolojik natüralizmin ‘pasif ateizm’i, felsefî natüralizmin ‘aktif ateizm’inden, birçok zaman, teizm açısından daha tehlikelidir. Çünkü felsefî natüralizmin ve ateizmin apaçık Tanrı’yı inkârlarında teistler tavırlarını ona göre alırlar, karşı cephenin evreni ve canlıları bu şekilde yorumlamalarının sebebinin ateizmlerinden kaynaklandığını rahatça anlayarak savunmaya geçebilirler. Oysa felsefî natüralizmi ve ateizmi peşinen (apriori) gerçekmiş gibi kabul eden metodolojik natüralizmin, evreni ve canlıları yorumlayışında bir fark yoktur; Tanrı’yı yok kabul etmekle, Tanrı yokmuş gibi kabul ederek yapılacak evren ve canlılar üzerine yorumda bir fark olmayacaktır. Fakat metodolojik natüralizmin tehlikesi, bazılarının bu yöntemi objektif zannetmesi ve başka türlüsünün mümkün olamayacağını düşünmeleridir.
Eğer bilim objektif bir uğraş olacaksa, bilimin bize sunduğu verileri değerlendirirken, neden natüralizm gibi doğa-dışının varlığını baştan reddeden bir metodu veya felsefeyi benimseyelim? Ortaçağda olduğu gibi “Peşinen Tanrı’nın varlığını kabul edip bilimsel araştırmalarınızı yapın” demenin yanlış olduğu anlaşılınca “Peşinen Tanrı yokmuş gibi bilimsel araştırmalarınızı yapın ve sonuçları ona göre değerlendirin” demek mi gerekiyor? Neden, Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu peşinen kabul etmeden, bilimsel verilerin bizi götüreceği yere kendimizi bırakmıyoruz? Bilimin amacı doğruyu bulmaksa, neden bilimin neyi söyleyip söyleyemeyeceğini baştan belirleyerek bilimsel aktiviteyi sınırlıyoruz?
Teizm açısından asıl sorunun Evrim Teorisi olduğu kanaatinde değilim. Bu yüzden, tasarım delili ifadesi yerine, genelde Amerika’da kendilerini tamamen Evrim Teorisi’ne karşı konumlandıran ‘akıllı tasarım’ (intelligent design) hareketiyle özdeşleştirilmemek için ‘akıllı tasarım’ ifadesini pek kullanmamaya çalıştım. Bence, asıl sorun, natüralist felsefeye hizmet eden şekilde Evrim Teorisi’nin kullanımıdır. Pekâlâ, teizmle ve tasarım deliliyle uyumlu bir Evrim Teorisi anlayışı olması da mümkündür. Fakat natüralizm ile uyumlu bir tasarım delili olamaz; çünkü doğanın müdahale almayan kapalı bir sistem olduğunu savunan natüralizme karşı doğanın tasarımlanmış olduğunu savunan tasarım delilinin zıtlıkları tanımlamalarından başlayarak ortaya çıkar. Bana göre, teizm ile ateizm arasındaki asıl zıtlık, Evrim Teorisi ile türlerin bağımsız yaratılışı arasında değil; fakat natüralizm ile tasarım delili arasındadır. Teistlerin ayrı mezhepleri, ayrı dinleri olabilir; Evrim Teorisi’ni kabul eden teistler olduğu gibi, reddeden teistler de vardır. Fakat tüm bu farklı fikirlere rağmen, hatta metodolojik natüralizmi bilimsel bir yöntem olarak benimseyen teistlere rağmen, hiçbir teist, felsefî natüralizmi benimseyemez; felsefî natüralizmin, bütün teistlerin ortak düşmanı olduğu söylenebilir. Evrim Teorisi’nin bu tartışmada önem kazanma sebebi, natüralizmin hizmetçisi yapılmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır.
Birçok kişinin zannettiği gibi, önce Evrim Teorisi’nin doğruluğu gösterilmiş, sonra da canlıların doğa içinde kalınarak açıklanmasının mümkün olduğundan yola çıkılarak natüralizm temellendirilmiş değildir. Tam tersine, doğa içinde kalınarak tüm varlığın açıklamasının yapılabilmesi için, yani natüralizmin doğru olabilmesi için, salt doğa içinde kalarak açıklamalar yapan bir Evrim Teorisi anlayışının doğru olması gerektiği anlaşılmış ve Evrim Teorisi doğru kabul edilmiştir. Sonuçta iki tane önkabul vardır; Evrim Teorisi’nin doğruluğu gösterilmeye çalışıldığında, natüralizm önkabulüne başvurularak Evrim Teorisi’nin alternatifsiz olduğu söylenmektedir; bu ‘alternatifsizlik’ sadece (bir önceki bölümde görüldüğü gibi) natüralizmin doğa-dışının varlığını peşinen reddeden anlayışı benimsenirse mümkündür. Natüralizmin doğruluğuna, canlıların tasarımlanmış olduğundan yola çıkılarak itirazlar getirilince ise, bu iddia, Evrim Teorisi’nin canlıları sadece doğa içinde kalarak açıklayabileceği ile savuşturulmaya çalışılmaktadır; sanki Evrim Teorisi’nin gerçekliği natüralist önkabulden bağımsız bilinebilirmiş gibi! Bu kısırdöngülü mantık üç maddede şöyle gösterilebilir:
1- Materyalist bir Evrim Teorisi sayesinde canlılar, sadece doğa içinde kalınarak açıklanmaya çalışılmaktadır (natüralizm).
2- Natüralizmi bir önkabul olarak aldığımızda materyalist Evrim Teorisi alternatifsizdir/doğrudur.
3- Evrim Teorisi sayesinde doğruluğu belli olan (1. maddeye göre) natüralizm sayesinde Evrim Teorisi’nin doğruluğu bellidir (2. maddeye göre).
Bu kısırdöngülü mantığın bir cümleyle ifadesi ise şudur: “Materyalist bir Evrim Teorisi anlayışının doğruluğuna, muhtaç olan natüralizmin doğruluğuna, materyalist bir Evrim Teorisi anlayışı doğru olabilmek için muhtaçtır.” Tasarım delili, natüralizmin yanlışlığını gösterecek bir kanıttır; gözlem, deney, öngörüde bulunmak gibi bilimsel kriterlere dayanmayan, temelde ancak natüralist bakış açısıyla bilim yapıldığında alternatifsiz olabilen Evrim Teorisi’nin bu dayanağı tasarım deliliyle çöker. Daha önce görüldüğü gibi, ancak natüralist bir önkabul olursa, canlıların dış görünüm veya genlerindeki benzerlikler gibi olgulardan Evrim Teorisi’nin alternatifsiz olduğuna inanmak mümkündür. Sonuçta, tasarım delili Evrim Teorisi’ni değil natüralizmi (bu arada materyalist-natüralist bir Evrim Teorisi anlayışını da) yanlışlar, ama Evrim Teorisi de böylece tartışmaya açık bir hipotez statüsüne düşer.
CANLILIĞIN ŞARTLARI, NATÜRALİZM VE TASARIM DELİLİ
Bu kitabın konusu Evrim Teorisi olduğu için, elbette canlılar bu kitabın odak noktasıdır. Fakat canlıların var olabilmesi, canlılardan önce evrenin ve bu evrende birçok önkoşulun oluşabilmesine bağlıdır. Natüralizmin doğruluğu, sadece canlıların değil, canlılardan önceki bütün önkoşulların da tesadüfen, bilinçli bir müdahale olmaksızın oluşmuş olmasına bağlıdır. Evrim Teorisi açısından natüralizmin doğru bir felsefe olup olmadığı çok kritik bir mesele olduğuna göre, canlıların oluşumu için gerekli koşulları açıklamada da natüralizmin ne kadar başarılı olduğunu değerlendirmeliyiz. Natüralizmin iddia ettiği gibi canlıların sadece doğa içinde kalınarak açıklamasının yapılabilmesi için, sadece materyalist bir Evrim Teorisi’nin doğru olması değil, aşağıda geçen beş şıkta ifade edilenlerin hepsinin doğa içinde kalınarak, doğa-dışı bir sebep olmaksızın açıklamasının yapılabilmesi gerekir. Ancak o zaman, canlıların, doğa içinde kalınarak, natüralizme (ateizme ve materyalizme diye de okuyabilirsiniz) uygun açıklamasının yapılabildiği söylenebilir. Natüralizm ile tasarım delili arasındaki çatışkı, beş şıkta toplanarak şu şekilde gösterilebilir:
1- Maddenin Kendiliğinden Varlığı / Maddenin Yaratılışı: Natüralizme göre, maddî evrenin varlığı, evren-dışı bir sebebe atıf yapılmaksızın açıklanmalıdır. Teistik görüşe göre ise maddî evren Tanrı tarafından yaratılmıştır. Buna göre evrenin, öncesi olmayan bir zamanda başlangıcı vardır. Bertrand Russell, Tanrı üzerine Copleston ile girdiği bir tartışmada “Işte evren karşımızda ve hepsi budur.”
2- Doğa Yasalarının Kendiliğinden Varlığı / Doğa Yasalarının Tasarımı: Natüralizme göre madde kendiliğinden var olduğu gibi, maddeye içkin olan doğa yasaları da kendiliğinden vardır. Tasarım delili ile ise doğa yasalarının da bir tasarım ürünü olduğu, eğer bilinçli bir yaratış olmasaydı, doğa yasalarının belirli bir şekilde olmasına ihtiyaç duyan canlılığın oluşmasının mümkün olmadığı savunulur. Buna göre çekim gücü yasası, entropi yasası gibi fiziksel yasalar ve maddenin yapısını oluşturan kuvvetlerin hassas bir şekilde ayarlanmasıyla canlılığın varlığı mümkün olmuştur. Doğa yasalarının tasarımı ile ilgili konu, ilk olarak 1970’li yıllarda ortaya konan İnsancı İlke (Anthropic Principle) yaklaşımıyla bir arada ele alınacaktır. Bir yandan İnsancı İlke yaklaşımı ve bu konudaki farklı görüşler tanıtılırken, bir yandan da doğa yasalarının kritik ayarı ile ilgili örnekler verilecektir.
3- Fizikî Dünyadaki Tesadüfi Oluşumlar / Fizikî Dünyadaki Tasarımlar: Natüralizme göre maddî evrendeki tüm oluşumlar salt doğa yasaları çerçevesinde oluşur, bu oluşumlara etki eden doğa-dışı bir bilinç ve kudret yoktur. Ateist-natüralist düşünürler ‘zorunluluğun’ ve ‘tesadüf’ün birleşimi ile evren ve canlılar hakkındaki her şeyin açıklanabileceğini savunmuşlardır.
4- Canlıların Tesadüfi Oluşumu / Canlıların Tasarımı: Sayılan her bir madde kendisinden sonraki maddelerin gerçekleşmesi için önşarttır. Canlıların, doğa içinde kalınarak natüralizme uygun açıklamasının yapılabilmesi için, tüm bu önşartların da doğa içinde kalınarak açıklanabilmesi gerekir. Canlıların tarihi her ne kadar ilk canlının ortaya çıkması ile başlasa da canlılığın tarihinin mümkün olması Big Bang başlangıcından itibaren birçok hassas ayarı gerektirir. Fakat tüm bu önşartlar da canlılığın açıklanmasına yetmez, bu ön şartlardan sonraki süreç de açıklanmaya muhtaçtır. Natüralist-ateist yaklaşım, Evrim Teorisi’nin mekanizmaları olan doğal seleksiyon ve rastgele mutasyonların canlılığın açıklamasını yapmak için yeterli olacağını savunur. Tasarım deliliyle ise, Evrim Teorisi ister doğru olsun ister olmasın, ister doğal seleksiyon ve mutasyonlar önemli mekanizmalar olsun ister olmasın, bunların canlılığı açıklamak için yeterli olmadıkları; doğal sebepleri kullanarak veya doğal sebepler dışında etkide bulunarak, Tanrı’nın canlıları oluşturduğu savunulur. Canlıların yapı taşları olan proteinler, canlılardaki kompleks yapılar ve ilginç özellikler ele alınarak, natüralizmin mi tasarım delilinin mi canlıların açıklamasını daha iyi yaptığı ilerleyen sayfalarda irdelenecektir.
5- Zihnin Tesadüfi Oluşumu / Zihnin Tasarımı: Zihni, canlıların bir bölümü olarak dördüncü maddenin içinde ele almak da mümkündür, fakat canlılardaki tüm oluşumların nasıl gerçekleştiğinin gösterilmesi de zihnin açıklanmasına yetmez. Hiç şüphesiz bilinç, canlıların tüm özelliklerinden farklı, bu evrenin en olağanüstü özelliğidir. Bu yüzden zihni ayrı bir şık olarak ele almakta fayda görüyorum. Natüralizmin başarılı olması için, evren ve canlılar gibi, zihni de sadece doğa içerisinde kalarak açıklayabilmesi gerekir. Diğer yandan, tasarım deliliyle, zihnin evreni anlayabilmesinin tesadüfî olasılıkların arka arkaya gelmesiyle mümkün olmadığı, ancak dış dünya ve zihin arasında koordinasyonu sağlayan ve bilince bu kapasiteyi veren bilinçli bir Güç ile zihnin açıklamasının yapılabileceği söylenir. Bu iddia, zihnin fonksiyonlarını; ruhu, madde dışı bir cevher olarak kabul etmek suretiyle açıklamaya çalışanlara mahsus değildir. Ruhu, maddenin bir fonksiyonu veya maddenin belli bir birleşiminde zuhur eden (emergent) özelliği olarak görenler de zihnin ancak tasarım sonucu oluşulabileceğini; doğal seleksiyon ve mutasyon gibi mekanizmaların zihnin mevcut özelliklerine sahip olmasını açıklayamayacağını savunabilirler. Kitabın son bölümünde ruhun ayrı bir cevher olup olmaması meselesiyle ilgili teizm içindeki tartışmalara değineceğim; bu bölümde ise, zihnin en iyi açıklamasının natüralizm tarafından mı, tasarım delili tarafından mı yapıldığı irdelenecektir.
Natüralizm ile tasarım delilinden hangisinin bu evrenin ve canlıların daha iyi açıklamasını yaptığı kısaca özetlenen bu beş madde çerçevesinde gösterilmeye çalışılacaktır. Başlı başına çok geniş bir konu olan tasarım deliline ve konunun bir alt başlığı olan canlılardaki tasarıma, bu kitapta çok sınırlı bir alanın ayrıldığı unutulmamalıdır. 20. yüzyılda ortaya çıkan verilerle önemi çok daha fazla artan tasarım delili konusunu ilerde müstakil bir kitapta ele almayı düşünüyorum. Natüralizm hakkında verilecek karar, Evrim Teorisi’ne nasıl yaklaşılacağını da belirleyecektir. Tasarım delilinin hakkında verilecek karar ise natüralizm hakkındaki kararımızı belirleyecektir; çünkü natüralizm ve tasarım delili birbirini dışlar, bu görüşlerden birinin doğrulanması diğerinin yanlışlanması anlamını taşır.
Natüralizme karşı tasarım delilinin savunulması, doğa yasalarına göre işleyen bir evren görüşüne karşı bu yasaların ihlal edildiği bir evren görüşü anlamına gelmez. Birçok teist düşünür, Tanrı’nın, evrene, doğa yasalarını ihlal etmeden müdahalede bulunmasını, Tanrısal hikmete daha uygun bulmuşlardır. Buna göre Tanrı, doğa yasalarını araçsal sebep olarak kullanarak evrendeki oluşumları gerçekleştirir. Bu, bir ressamın fırçayı veya bir marangozun çekici araçsal sebep olarak kullanarak eserlerini oluşturmasına benzetilebilir. Böylesi bir anlayışta, doğa yasalarının ihlali olmadığı için, bu anlayış, natüralizm ile daha az çekişmeli bir Tanrı-evren ilişkisinin dile getirilmesidir. Bu kısmen doğrudur; fakat sadece kısmen. Çünkü natüralizm, doğa yasalarını ihlal etmese bile, onları araçsal sebep olarak kullanan bir Tanrı anlayışını da kabul etmez. Bu konuyu kitabın son bölümünde ‘mucizeler’ ile ilgili başlıkta da irdeleyeceğim. Bu bölümde, tasarım delilinin verileri sunulurken; bu tasarımların, Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal etmesiyle (askıya almasıyla) veya etmemesiyle gerçekleştiğine dair bir iddiada bulunulmamaktadır. Bu yüzden, natüralizme karşı konumlandırdığım tasarım delilinin, doğa yasaları çerçevesinde işleyen bir evren görüşüne karşı doğa yasalarının ihlal edildiği bir evren görüşü anlamına gelmediğini özellikle belirtmek istiyorum. Tasarım delili, sadece, doğa içindeki yasalar ve tesadüfi oluşumlar çerçevesinde evrendeki oluşumları ve canlıları açıklamaya çalışan ateist bir anlayış yerine; evrensel oluşumları ve canlıları, ancak, bunları oluşturan sürecin arkasında üstün bir Kudret ve Bilinci kabul edersek açıklayabileceğimizi savunan bir anlayışın dile getirilmesidir.
NATÜRALİZM, KOZMOLOJİK DELİL VE EVRENİN VARLIĞI
“Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var” sorusu, karşımızda duran evrenin ve maddenin varlığının bir açıklaması olması gerektiğini dile getirmek için sorulmuştur. Kozmolojik delile göre, bu evrenin bir açıklamaya ihtiyacı vardır ve evren, kendi açıklamasını kendi içinde barındırmaz; evrenin açıklaması ancak, zorunlu bir Varlık ile yapılabilir ki, bu varlığa Tanrı denmektedir. Aslında kozmolojik delil, tek bir şekilde formüle edilen bir delil değildir; daha ziyade ‘kozmolojik deliller ailesi’ olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
1- Her var olmaya başlayan, başlangıcı için kendisi dışında bir sebebe muhtaçtır.
2- Evrenin bir başlangıcı vardır.
3- O halde evrenin var olmaya başlamasının kendi dışında bir sebebi vardır.
Bu argümantasyonun kalbini ikinci madde oluşturmaktadır. Natüralist-materyalist bir anlayışı savunanların itiraz edecekleri madde budur; çünkü bu anlayışa göre maddî evren öncesiz ve sonrasızdır, kendi açıklaması için kendisi dışındaki hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. Karl Marx ve Friedrich Engels, Tanrı’nın mı, evrenin mi daha önce var olduğuna dair sorunun, idealizm (özellikle tektanrılı dinleri kastediyorlardı) ile materyalizm arasındaki en temel sorun olduğunu belirttiler. Bu soruya verilecek cevaba göre filozofları iki büyük kampa ayırabileceğimizi söylediler.
1- Tanrı mı, evren mi öncedir?
2- Tanrı’nın mı, evrenin mi başlangıcı vardır?
Elbette ki ikinci sorudaki Tanrı’nın başlangıcından kasıt, insan zihninin bir uydurması olması sonucunda ‘Tanrı’ fikrinin başlangıcı olmasıdır; yani, Tanrı’nın hayal dışında bir varlığının olmadığı bir ontolojinin (materyalist ontoloji) savunulmasıdır. Bu temel soruda hangi kampın doğru olduğunu anlamamız için evrenin başlangıcı olup olmadığı sorusuna konsantre olacağız. 19. ve 20. yüzyıl bilimindeki gelişmeler ışığında bu sorunun cevabını aramadan önce, felsefî argümantasyonlar ile bu evrenin bir başlangıcı olması gerektiğinin nasıl gösterilebileceğine değinmek istiyorum.
GERÇEK SONSUZ VE EVRENİN BAŞLANGICI
Evrenin sonsuzdan beri var olduğu söylendiğinde, arka arkaya eklemeli bir diziyle ‘gerçek sonsuz’un (actual infinite) oluştuğu söylenmiş olur: Evrenin milyar yıl önceki, yüz milyon yıl önceki, yüz yıl önceki gibi tüm geçmişine ait anlarının birleşimi kastedilerek evrenin sonsuzdan beri var olduğu söylenir. Bu şekilde birleşmeli bir diziyle sonsuz oluşamayacağını anlamamız için, ünlü matematikçi Hilbert’in verdiği hotel örneklerini incelememiz faydalı olacaktır: Bir hotelde ‘gerçek sonsuz’ (sonsuza giden değil) oda olduğu iddiasını ele alalım. Düşünelim ki bu hotelin sonsuz odaları doludur ve sonsuz müşteri de gelip bizden oda istiyor. Biz de; ‘Tamam’ deyip, No 1’deki müşteriyi No 2’ye, No 2’yi No 4’e, No 3’ü No 6’ya, No 4’ü No 8’e kaydırmak suretiyle bütün tek numaralı odaları boşaltıyoruz. (Tek sayılar kümesinin sonsuz olduğunu hatırlayın: 1,3,5,7,9...) Böylece sonsuz yeni müşteri sonsuz odaya yerleşir. Fakat hotelin odaları hiç artmaz, hotelin doluluk oranı evvelden de sonsuzdur, şimdi de sonsuzdur! Diğer taraftan her oda sahibi bir doğal sayıya karşılık geldiği için, odaya yeni yerleşecek kişiye hiçbir oda veremeyeceğimiz de söylenebilir. Bu sonsuza bir şey eklenemeyecek olmasındandır. Üstelik hotelin yanına bir hotel yapıp birkaç oda inşa etsek ve buraya birilerini yerleştirsek, hoteldeki insanların sayısının yine de arttığını iddia edemeyiz (Çünkü Sonsuz+Herhangi bir sayı = Sonsuz).
Sonsuz kavramının yol açtığı paradoksların incelenmesinden anlaşılmaktadır ki arka arkaya eklemeli bir diziyle ‘gerçek sonsuz’a ulaşılamaz. Zamanın içinde her an, bir diğerini takip etmekte ve zaman böylece tek yönlü olarak ilerlemektedir. Her an bir önceki ana eklendiğine göre zaman da ‘gerçek sonsuz’ olamaz. Bunu William Lane Craig şöyle özetlemektedir:
1- Zamana ait olaylar dizisi, arka arkaya eklenmeyle devam eder.
2- Arka arkaya eklenmeyle oluşan bir dizi ‘gerçek sonsuz’ olamaz.
3- O halde zamana ait olaylar ‘gerçek sonsuz’ değildir.
Zihinsel kurgu ile evrenin gerçeğinin en çok karıştırılmasına sebep olan kavramların başında ‘sonsuz’ gelmektedir. Matematikte ‘sonsuz’u adeta gerçek bir sayı gibi algılayanlar olmuştur. Oysa ‘sonsuz’ diye bir sayı yoktur, ‘sonsuz’ bizim hiç durmaksızın, sürekli olarak ilerleyeceğimizi söyler. Örneğin doğal sayı dizisini ele alalım: 0,1,2,3,4...... Bu sayı dizisinin sonsuza gittiğini söylerken aslında bu sayı dizisinin bir hedefe gittiğini söylemiyoruz, bu sayı dizisinin 1 arttırılmak suretiyle sürekli ilerlediğini söylüyoruz. Bu yüzden sayı dizilerinin hiçbiri sonsuzu tamamlamaz, sürekli ilerlerler, eğer bir yerde bu sayı dizisi duruyorsa zaten ‘sonsuz’ kavramının tanımına aykırıdır; çünkü ‘sonu’ vardır.
Bu tariften sonra evrenin zamanının geçmişte ve gelecekte sonsuz olduğunu iddia edenlerin, bu farklı iki iddiasını birbirinden ayırmalıyız. Evrenin geçmiş ve geleceğini, Cantor’un sayı dizileri gibi düşünenler, evrenin geçmişinin sonsuz olduğuna dair söylemi çok düşünmeden kabul edebilirler. Evrenin sonsuza gittiğini söyleyenler evrendeki zamanın sürekli olarak hiç durmadan ilerlediğini söylemiş olurlar. Bu yüzden geleceğe doğru ilerlemeye ‘potansiyel sonsuz’ diyenler olmuştur. Bu tanım açıkladığımız sonuç açısından bir şey değiştirmez. Fakat ben, bu tanımı kullanmayı bile uygun bulmuyorum. Çünkü ‘potansiyel’ ifadesi gerçekleşme gücüne sahip olmayı çağrıştırabilir. Oysa sonsuza giden bir süreç, sonsuzun tanımı gereği hiçbir zaman durmaz, sonsuza hiçbir zaman ulaşılmaz, zaten sonsuz diye bir nokta yoktur, ‘sonsuz’ varılacak bir hedef değildir, o ancak hiç durmadan ilerlemeyi ifade eder. Bu yüzden evrenin gelecek zamanının ‘gerçek sonsuz’ (gerçekleşip, tamamlanabilen sonsuz) olduğunu söyleyenler hata yaparlar. Sürekli ilerlemenin neresinde durursak duralım bu sonsuz değildir. Oysa evrenin geçmişinin sonsuz olduğunu söyleyenler, sonsuzun tamamlandığını, evrenin yaşının ‘gerçekleşmiş sonsuz’ olduğunu söylerler. Görüldüğü gibi burada ‘sonsuz’un tanımı, artık süreklilik dışında; bir bitmişlik, bir tüketilmişlik ifade eder. Gelecek zamanın sonsuz olmasıyla bu çok farklıdır, bu çok önemli fark, birçok kişinin gözünden kaçmıştır.
Bizim sonsuz zaman geçtikten sonra bu noktada olduğumuzu söylemek; sonsuz+1’in olabileceğini, sonsuzun geçilebileceğini söylemek demektir ki, bu, sonsuzun tanımına aykırıdır. ‘Sonsuz’ kavramını kurgusal olarak kullanıp, gerçeklikteki karşılığının olmadığını kavrayamayanlar bunu gözden kaçırmışlardır. Bunu kısaca şöyle gösterebilirim:
1- Evrenin ya başlangıcı vardır ya da sonsuzdan beri vardır.
2- Sonsuz sürekli olarak ilerleyen ve ilerlemeyle tamamlanmayan demektir.
3- Evrendeki geçmiş zamanın sonsuz olduğu söylenmektedir.
4- O zaman bizim bu noktada var olabilmemiz için sonsuzun geçilmiş olması lazımdır (3. maddeye göre).
5- Sonsuz geçilemeyeceğine göre (2. maddeye göre) ve bizim var olmamız inkâr edilemeyeceğine göre, evrendeki geçmiş zaman sonsuz olamaz.
6- Öyleyse evrenin bir başlangıcı vardır (1. ve 5. maddelere göre).
Evrenin bir başlangıcı olması gerektiğine dair felsefî argümanlar, bu kitapta yer verilenden daha geniş bir hacimde ele alınmayı hak ediyor. Fakat bu kitabın hacmi buna elvermediği için bu konuyu burada kesiyor ve evrenin başlangıcı olması gerektiğini destekleyen bilimsel kanıtları incelemeye geçiyorum.
ENTROPİ YASASI VE BIG BANG TEORİSİ IŞIĞINDA EVRENİN BAŞLANGICI MESELESİ
Eğer Hamlet’in “Olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu” sözünü, Hamlet’i taklit eden bir materyalist felsefenin ideoloğu, kendi felsefesini ifade etmek için adapte etseydi herhalde şöyle derdi: “Evrenin ezeli olup olmaması; işte bütün mesele bu.” Bilimsel alanda evrenin başlangıcı olması gerektiğine dair ilk veri entropi yasası ile geldi. Entropi yasası, termodinamiğin ikinci yasası olarak da bilinir; özellikle Rudolf Clausius’un 19. yüzyılın ikinci yarısındaki çalışmaları ile ortaya konmuştur.
Tek yönlü süreçler sonun habercisidir. Insanın yaşlanma süreci de evrendeki entropinin artışı da böyledir. Ilk olarak entropi yasası ile evrendeki düzensizliğin sürekli arttığı ve sonsuza dek sürdürülemeyecek bu sürecin evrenin sonunu gerektirdiği anlaşıldı. Aslında bu sonuç, evrenin bir başlangıcı olması gerektiğini de kapsamaktadır. Bunu şöyle gösterebilirim:
1- Evrendeki entropi geri çevrilemeyecek şekilde sürekli artmaktadır.
2- Buna göre evrende bir gün termodinamik denge oluşacak ve ‘ısı ölümü’ yaşanacaktır. Kısacası evren ebedi değildir, bir sonu vardır.
3- Geçmiş zaman sonsuz olsaydı, evrende termodinamik dengeye gelinmesi ve hareketin durması gerekirdi.
4- Şu anda hareketin devam ettiğine tanıklık etmekteyiz.
5- Demek ki evren sonsuzdan beri var olamaz, dolayısıyla evrenin bir başlangıcı vardır.
Bilim insanları daha çok entropinin, evrenin sonunu gerektirdiği hususuna yoğunlaşmışlar, fakat evrenin bir başlangıcı olmasını gerektirmesi üzerinde yeteri kadar durmamışlardır. Oysa felsefe, teoloji ve kozmoloji alanındaki tartışmalar, daha çok evrenin başlangıcı olup olmadığı hususunda yoğunlaşmıştır. Paul Davies, entropi yasasından çıkan bu sonucun başta dikkat çekmemesi hakkında şunları söylemektedir: “Sonlu bir zamanda tükenecek olan bir şeyin ezelden beri var olmuş olamayacağı apaçıktır. Yani, evren sonlu bir zaman önce var olmuş olmalıdır. Bu anlamlı sonucun, 19. yüzyılın bilim insanları tarafından gereğince kavranamamış olması enteresandır.”
Evrenin bir başlangıcı olması gerektiği fikrine en güçlü bilimsel destek ise 1920’li yıllardan başlayarak geliştirilen Big Bang Teorisi ile geldi. Bundan bir önceki bölüm olan 3. bölümde Big Bang Teorisi’ni Evrim Teorisi ile mukayese ederken; Big Bang Teorisi’nin neden başarılı bir teori olduğunu, bu teorinin gözlemsel verilerle desteklenmesi, sağlam matematiksel yapısı ve alternatif tüm görüşlere üstünlük sağlaması gibi özelliklerine dayanarak göstermeye çalıştım. Bu teoriyle gözlediğimiz evrenin başlangıç zamanının aşağı yukarı hesaplanması ve bu başlangıcı takip eden süreçlerin ayrıntılı bilgisinin edinilmesi mümkün oldu. Artık, içinde bulunduğumuz evrenin başlangıcı olup olmadığı değil, bu başlangıcın tam olarak ne zaman olduğu tartışma konusudur. (Farklı hesaplama yöntemleri ile elde edilen veriler, aşağı yukarı 15 milyar yıl önce bu başlangıcın olduğunu göstermektedir.)
Oysa natüralist-materyalist bir evren görüşünü benimseyenler, tarih boyunca, evrenin, öncesiz ve sonrasız olduğunu, bir başlangıcı bulunmadığını, bu yüzden kendi dışında hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmadığını savunmuşlardır. Her ne kadar, Big Bang Teorisi’nin delilleri yıllar geçtikçe güçlenince ve bu teoriye karşı ciddi hiçbir alternatif kalmayınca, natüralist-materyalist görüşü benimseyenler, kendi yaklaşımlarıyla bu teoriyi uzlaştırmaya çalışmış olsalar da; eğer tarih boyunca natüralist-materyalist yaklaşımı benimseyenlerin evren görüşlerini inceleyecek olursak, bu teorinin nasıl natüralist-materyalist beklentilere tamamen ters bir evren tablosunu bilimsel olarak ortaya koyduğunu anlarız.
Natüralist-materyalist anlayış, teizmin Tanrısı yerine evreni koymaya çalışır. Bunu yaparken, bilinçsiz bir madde yığını olsa da; ezeli ve ebedi, milyarlarca gök cismini barındıran, ezelden beri var olan, ihtişamlı, bağımsız bir evreni savunarak kendi tanrısını yüceltir. Oysa Big Bang Teorisi ile evrenin geçmişinin, tenis topundan küçük bir tekillik olduğu; hareketsiz-ihtişamsız-başlangıçlı küçük bir nokta olduğu anlaşılmış oluyor. Bu tekillik elbette yokluktan varlığa geçişin nasıl olduğunu göstermez; yokluk, bilimin konusu olamadığı için bunun bilimsel bir göstergesi olamaz. Fakat bu tekilliğin bilimsel olarak tanımsız olması, bu tekilliğin yokluk olarak değerlendirilmesinin mümkün olduğunu gösterir. Yokluğun eğer bir özelliği varsa -İbn Sina’nın da dediği gibi- o da yokluğun tanımsızlığıdır. Evrenin başlangıcında, tekillik dediğimiz durumda, bütün fiziksel yasalar çökmüş durumdadır; yani tekilliğe dair sorular artık fiziksel değil, metafiziktir. Tekilliğin yokluk olarak değerlendirilmesi hiç de zorlama değildir; çünkü birincisi, tekilliğin olduğu aşamada uzay ve zaman yoktur, uzay ve zaman dışı bir madde ise var olamaz; ikincisi ise, fiziksel formüllerde tekillik aşamasında sonsuz değerler ortaya çıkar ve maddî hiçbir değer sonsuza eşit olamayacağı için bu durum fiziksel yasaların çöküşünü, yani fiziğin dışına çıkıp metafiziğe girdiğimizi gösterir.
Teizm, evrende görülen ihtişamı, evrenin kendi marifetine değil, evrenin Yaratıcısı’na gönderme yaparak açıkladığı, evreni başlangıçlı, bağımlı, hareket bahşedilmiş bir varlık olarak tanımladığı için; tarih boyunca teizm tarafından ortaya konan evren görüşüne Big Bang Teorisi uygun bir evren tablosu ortaya koymuştur. Eğer evrenin başlangıcındaki tekilliği bir varlık olarak kabul edersek, o zaman Big Bang Teorisi sayesinde, evrenin başlangıcı minicik bir noktaya indirilip değersizleştirilmiş ve yokluğa yaklaştırılmış olur; bu açıklamadan şüphe edenler, önce milyarlarca yıldızlı evreni, sonra da küçücük bir noktayı düşünsünler. Eğer evrenin başında tekillik olarak adlandırılan durumun ‘ontolojik statüsü’nü yokluğa denk görürsek; o zaman Big Bang Teorisi, yokluktan varlığa geçişi -bu geçişin nasıl olduğu gösterilmese bile- de gösteren bir teori olur. Her durumda, ister tekilliği minicik bir nokta, ister yokluk olarak kabul edelim; 20. yüzyılda ortaya konan Big Bang Teorisi’nin gösterdiği evren tablosunun teistik beklentilerle, natüralist-materyalist beklentilere nazaran çok daha uyumlu olduğu gözükmektedir. Aşağı yukarı bugünkü haline benzer bir şekilde evrenin ezeli olduğunu zanneden natüralist-materyalist beklentiye karşın; artık, evrenin başının ‘ontolojik statüsü’nün minik bir noktaya mı, yoksa yokluğa mı denk geldiğinin tartışması yapılmaktadır.
ZORUNLU VARLIK VE BAŞLANGIÇLI EVREN
Big Bang Teorisi, evrenin başlangıç dönemlerinden arta kalan radyasyonun tespitinden evrenin gözlemlenen genişlemesine, teknoloji harikası hızlandırıcı tünellerdeki deneylerde elde edilen verilerden paradoksları çözen sağlam matematiksel bir yapıya sahip olmasına dek birçok bilimsel dayanağa sahiptir. Entropi yasası ise evrenin en temel yasalarından biridir. Üstelik evrenin bir başlangıcı olduğuna dair bilimsel verileri daha fazla çoğaltmak mümkündür. Örneğin yıldızların varlığının sonsuz olamayacağının öğrenilmesi bunlardan biridir. Var olan yıldızların ölümünü yeni yıldızlar takip etmektedir; fakat bu süreç, yeni yıldızları oluşturacak kadar gaz bulutları olduğu sürece devam edecektir. Bu gazların kaynağı evrenin başlangıç süreci olduğu gibi, süpernovalardaki ve diğer yıldızlardaki patlamalar ve püskürmeler de evrendeki gaz oluşumunun kaynağıdır. Bu gazlar kütle çekimi kuvvetinin etkisiyle sıkışır, çöker ve yıldızların oluşumuna sebebiyet verir. Bu yıldızlar belirli bir ömür yaşadıktan sonra kara deliklere, nötron yıldızlarına, beyaz cücelere, kırmızı devlere dönüşüp ölürler. Yeni yıldızların oluşumu için yeterli hammadde (gazlar) gittikçe azalmaktadır. Bu hammadde tükenince, artık hiç yıldız oluşmamaya başlayacaktır. Yaşayan son yıldızların ölümüyle evren sürekli bir karanlığa gömülecektir; eğer evrenin sonunu getiren başka bir olay daha önce yaşanmazsa.
Hume, maddî evrenin, her şeyin açıklamasını, Tanrı’ya ihtiyaç duyulmaksızın, bize sunmasının mümkün olabileceğini söyleyerek agnostik yaklaşımını savunmuştu.
Tez: Evrenin zamanda bir başlangıcı vardır ve uzayda sınırlıdır.
Antitez: Evrenin zamanda bir başlangıcı ve uzayda bir sınırı yoktur; evren, zamanda ve uzayda sonsuzdur.
Bu tip iddialara karşı, tarih boyunca kozmolojik delilin en güzel ifade ediliş biçimlerinden biri ‘imkân delili’ olmuştur. İbn Sina
1- Bir varlık ya zorunlu varlıktır, ya da mümkün varlıktır.
2- Her mümkün varlık zorunlu bir varlığa gereksinim duyar. Sonradan var olan (maddî veya zihnin bir projeksiyonu olarak) varlık zorunlu varlık olamaz.
3- Ya Tanrı, ya da evren zorunlu varlıktır.
4- Evrenin bir başlangıcı vardır.
5- Demek ki (1, 2 ve 4’e göre) evren mümkün varlıktır.
6- Demek ki (1, 3 ve 5’e göre) Tanrı zorunlu varlıktır.
Bu ‘imkân delili’nde de kritik madde, daha önceki sayfalarda geçen ‘hudus’ delilinde olduğu gibi, evrenin başlangıcı olduğunu söyleyen maddedir. Bu delile karşı, Hume ve Kant’ın takipçisi agnostikler, pekâlâ evrenin de zorunlu varlık olabileceğini söyleyerek bilinemezci tavırlarını savunacaklardır; natüralist-materyalist bir anlayışı savunanlar ise evrenin zorunlu varlık olduğunu söyleyerek ateizmlerini temellendirmeye çalışacaklardır. Fakat artık bu delilin, evrenin bir başlangıcı olduğunu söyleyen kritik maddesi (4. madde), sadece felsefî argümantasyonlarla değil -daha önce gösterildiği gibi- bilimsel verilerle de desteklenmektedir. Bilimsel veriler evrenin bir başlangıcı olduğunu göstererek, agnostik ve natüralist-materyalist anlayışların, evrenin zorunlu varlık olabileceği veya olduğu ile ilgili yaklaşımlarını yanlışlamaktadır. Böylece tarih boyunca Tanrı’nın zorunlu varlık olduğu ile ilgili iddiaya karşı ileri sürülen ciddi tek alternatif geçersiz olmaktadır. Bana göre, her ne kadar ironik bir şekilde, son birkaç yüzyılda natüralist-materyalist yaklaşımın toplumlar üzerindeki etkinliği artmış olsa da bu yaklaşımın temellerini yanlışlayan kozmolojik delil (bu delilin hudus delili ve imkân delili şeklindeki sunumları da) ve tasarım delili, tarihin önceki dönemlerinden çok daha rahatlıkla savunulabilecek kadar güçlenmiştir.
Bu bölümün başında söylediğim gibi, natüralist bir anlayışla canlıların açıklamasının yapılabilmesi için; canlılar var olmadan önce gerçekleşen ve canlılığın oluşması için gerekli olan şartları da kapsayan beş basamaklı aşamaların hepsinin, doğa içinde kalınarak açıklanabilmesi lazımdır. Bu beş basamaklı aşamaların ilki olan ‘evrenin kendiliğinden varlığı’nı açıklamada natüralizmin başarısız olduğunu, kozmolojik delilin sadece felsefî argümanlarla değil, modern bilimin verileriyle de desteklendiğini gördük. Her ne kadar bu bölümün genelinde tasarım delili natüralizme karşı konumlandırılmış olsa da bu ilk aşamada natüralizme karşı kozmolojik delil konumlandırıldı. Kozmolojik delil, tasarım delili ile yakın ilişki içindedir;
Evren kendi açıklamasını kendi içinde barındırmadığına göre, natüralizmi apriori olarak doğru kabul ederek canlıların oluşumunu anlayamayız. Canlıların varlığı ancak maddenin varlığı ile mümkündür; hammaddesi olmadan hiçbir ürün oluşamaz. Canlılığın hammaddesini açıklamakta kozmolojik delile göre başarısız olan natüralizmi doğru kabul ederek, natüralist-materyalist bir Evrim Teorisi’nin alternatifsiz olduğunu söylemek büyük bir hatadır. Bu hataya yol açan temel yanılgı, natüralizmin bir felsefe veya bilimsel metot olarak doğru olduğunun sorgusuz kabul edilmesidir. Oysa görüyoruz ki, canlılığın oluşumunun açıklanması için gerekli olan beş aşamanın daha ilkinde natüralizm başarısız olmuştur. Önümüzdeki sayfalarda diğer dört aşama incelenecektir.
DOĞA YASALARININ TASARIMI VE İNSANCI İLKE
İlk aşamada odaklanılan soru “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?” sorusuydu. Bu soruya verilecek cevap, gözlenen tasarımlarıyla evrenin ve canlıların açıklaması için yeterli değildir. Ayrıca “Neden kaos yerine doğa yasaları var” ve “Neden doğa yasaları, evrende gözlenen tasarımları ve tüm çeşitliliği ile canlıların oluşumunu olanaklı kılacak şekildedir” sorularının da cevaplarının verilmesi gerekir.
Bilimsel çabayla, doğa yasalarını bulmak ve buna göre evreni tanımak, geleceği planlamak, insanın rahat ve güvenini sağlamak hedeflenir. Fakat bu çaba, neden doğa yasalarının olduğunun açıklamasını içermez. Örneğin çekim gücünün bilimsel açıklamasını ele alalım. İster Newtoncu şekilde, ister Einsteincı şekilde çekim gücünü ele aldığımızda, bu açıklama bize Dünya’nın Güneş çevresinde, Jüpiter’in yörüngelerinin Jüpiter çevresinde nasıl döndüğünü açıklar. Bilimsel açıklama, Güneş tutulmasının zamanını, bir uydunun nasıl Dünya’nın yörüngesine oturtulacağını söyleyebilir. Fakat bu açıklamaların hiçbiri “Neden kaos yerine doğa yasaları var” ve “Neden galaksilerin, Güneş sistemimizin ve canlıların varlığını olanaklı kılmış olan çekim yasası var” sorularının cevabı değildir.
Swinburne’ün dediği gibi, bir arkeolojik alanda bulunan bütün madeni paralar aynı işaretlere sahip olsa veya bir odadaki bütün belgeler aynı el yazısı ile yazılmış olsa, bu durumu izah etmek için ortak bir kaynağı gösterecek açıklamayı ararız.
Bence, doğa yasalarındaki tasarımı anlamanın en iyi yollarından biri, ancak bu yasaların sayesinde, evrende gözlemlenen tüm çeşitliliğin oluşabileceğini kavramaktan geçmektedir. Bu yasalar sayesinde, evrenin daha başlangıç aşamasında günümüzde var olan tüm çeşitlilik potansiyel olarak mevcuttu.
Bach’ın bir parçasından Sezen Aksu’nun bir şarkısına, notaların kendilerinden müzik aletlerine, bilgisayarlardan cep telefonlarına, Türk lahmacunundan İtalyan pizzasına, zambaklardan karıncalara kadar her şey başlangıçta potansiyel olarak mevcuttu. Başlangıç potansiyeli, evrende var olan her şeyi kapsamaktadır. Evrenin üstün bir sanatla ve kudretle tasarımlandığını anlamanın bir yolu da evrenin; bir başlangıç anını, bir de şu anda gördüğümüz durumunu hayalimizde karşılaştırmaya çalışmaktır. Bu bakış açısı sağduyulu bir yaklaşımı ve bir sanatseverin sezgisini içerir. Bu yaklaşım için olasılık hesaplarına ve evrendeki hassas ayarların gözlemlerine de gerek yoktur. Örneğin evrenin başlangıç tekilliğini, evrenin başlangıcındaki kaynayan çorbayı hayal eden, bunu yaparken Bach dinleyerek güzel bir manzaraya bakan ve çayını yudumlayan kişi; dinlediği parçanın, seyrettiği manzaranın ve içtiği çayın, evrenin başlangıç potansiyelinde mevcut ve hazırlanmış olduğunu düşününce, evrende var olan bu potansiyelin tesadüfen olmadığını sezecektir.
Bazı kişiler, insan zihninin işin içine karışması yüzünden, insani keşiflerdeki Tanrısal yönü görememektedirler. Oysa insan zihninin hiçbir üretimi evrenin başlangıcında var olan potansiyelin dışına çıkamaz. Sezen Aksu bestesini yapmadan önce, yaptığı beste; notaların varlığı ve bu notaların belli şekilde arka arkaya gelebilecek olmasıyla, evrende potansiyel olarak mevcuttu. Sanatçı ve bilim insanı evrende potansiyel olarak mevcut olanı keşfeder. Bir anlamda Tanrı’nın potansiyel olarak yarattığı ve önceden insanlıktan gizli olan sanatları ve doğa yasalarını keşfeden kişilerdir sanatçılar ve bilim insanları.
Bir parça sanatçının, bilgisayar bilim insanının keşfi olmakla beraber, bu evrenin potansiyelinde mevcut olan tüm şarkılar ve tüm bilgisayarlar; Tanrı’nın daha baştan, potansiyel olarak yarattığı tasarımlardır. Bu yüzden insanlığın tüm tasarımları da Tanrı’nın tasarımının delilleridir. Tanrı tüm bu tasarımların ezeli sahibidir, Tanrı yaratıcı tasarımcıdır; bilim insanları ve sanatçılar ise keşfedici tasarımcılardır. Demek ki müzisyenin bestesi kuşun ötüşleri kadar Tanrısaldır, ayakkabı insan ayağı kadar Tanrısaldır, cep telefonu insan kulağı kadar Tanrısaldır. Bunlar doğa yasalarıyla beraber baştan potansiyel olarak yaratılmasalardı, biz bugün bunları gözlemleyemiyor, tatlarına varamıyor ve kullanamıyor olurduk.
Bu tarzda bir tasarım delili açısından, canlıların, birbirlerinden bağımsız olarak mı, Evrim Teorisi’nin öngördüğü gibi birbirlerinden evrimleştirilerek mi yaratıldıklarının bir önemi yoktur. Hangi yolla olursa olsun, eğer evrende milyonlarla ifade edilen canlı türünün ve diğer her şeyin varlığı baştan potansiyel olarak mevcut olmasaydı; bunların hiçbiri var olamazdı. Maddenin var edilmesi ve maddeye içkin doğa yasalarının mevcut şekilde tasarımlanması sayesinde, maddî evren bu potansiyele sahip olmuştur.
DOĞA YASALARI VE İNSANCI İLKE
Canlıların var olması için gerekli olan şartlar sıradan şartlar değildir. Ancak çok çok kritik değerlerin seçilmesi sonucunda bütün canlıların ve biz insanların varlığı mümkün olmuştur. 20. yüzyıldaki bilimsel gelişmeler sayesinde bahsedilen birçok kritik değer açığa çıktı. Canlıların ve insanın var olmasını mümkün kılan bu kritik değerlerin varlığı bilim insanlarının da dikkatini çekti ve bu durum İnsancı İlke (Anthropic Principle) olarak isimlendirildi. İnsancı İlke yaklaşımı, ilk olarak Brandon Carter tarafından 1974’te kullanıldı ve o günden beri bilim, felsefe ve teoloji alanında birçok tartışmaya konu olmaktadır.
İnsancı İlke ile hem doğadaki yasaların hem de fizikî dünyadaki oluşumların, insanlığın varlığını mümkün kılacak şekilde kritik değerlere sahip olduğu söylenir. Bu kitapta, doğa yasalarının tasarımı ve fizikî dünyadaki oluşumların tasarımı iki ayrı aşama olarak ele alındı. Doğa yasalarının tasarımı ile kastım, maddeye içkin olan ve evrenin her yerinde geçerli olan yasaların ve özelliklerin tasarımıdır. Örneğin çekim gücünün mevcut özellikleriyle varlığı veya protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı böyledir. Söz konusu kritik ayarların bir kısmı şu 10 örnekle gösterilebilir:
1- Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton ve elektronun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır. Eğer protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı, canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı.
2- Protonlar ve elektronlar çok farklı kütlelerine karşın elektrik yükleriyle birbirlerini dengelerler. Eğer bu denge sağlanmasaydı canlılık için gerekli atomlar oluşamayacaktı. Elektronun elektrik yükü biraz farklı olsaydı yıldızlar oluşamazdı.
3- Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.
4- Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, Big Bang’de çok fazla hidrojen helyuma dönüşürdü. Eğer bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık oluşamayacaktı.
5- Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyasal bağların oluşumunda sorun çıkardı. Eğer daha zayıf olsaydı da kimyasal bağların oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan karbon ve oksijen atomları yetersiz kalırdı.
6- Çekim kuvveti daha şiddetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden karadeliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, ağır elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık mümkün olamazdı.
7- Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun enerji seviyesine olan oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu. Eğer mevcut oran daha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.
8- Hayat için büyük önemi olan karbon ve oksijen atomları birbirlerinin enerji seviyelerine bağlı oldukları gibi, helyum atomunun enerji seviyesine de bağlıdırlar. Helyumun enerji seviyesi yüksek olsaydı yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olurdu, eğer helyumun enerji seviyesi düşük olsaydı yine yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olacaktı.
9- Canlılığın mümkün olabilmesinin şartlarından biri de suyun belirli bir yüzey gerilimine sahip olmasıdır. Bitkilerin suyu topraktan emmeleri ve en üst noktalarına kadar iletebilmeleri bu gerilimin tasarlanmış olması sayesindedir. Bu gerilim daha farklı olsaydı ne bitkilerden ne de diğer canlılardan söz edebilirdik.
10- Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvvetinin belli hassas ayarlamalar gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun şekilde de yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir. Bu hassas dengeye şöyle bir örnek verilebilir: Çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranı sırf 1040’da 1 oranında bile değişseydi, yıldızların oluşumundaki olumsuzluklar canlılığın oluşumuna izin vermeyecek seviyede olurdu.
Evrende mevcut olan bu hassas ayarların hepsinin birden gerçekleşmesiyle ancak canlılığın mümkün olduğuna dikkat edilmelidir. Olasılık hesapları açısından, bu tip durumlarda, bütün olasılıkların çarpımının, amacın gerçekleşmesinin olasılığını verdiğini unutmamalıyız. Örneğin S sonucunun gerçekleşmesi ilk olarak milyarda bir, ikinci olarak katrilyonda bir, üçüncü olarak trilyonda bir olasılıklarının hepsinin gerçekleşmesine bağlıysa; S’nin gerçekleşme olasılığı milyar x katrilyon x trilyon’da 1’dir.
Bunlar da göstermektedir ki modern bilimle son dönemde ortaya çıkan veriler, tarih boyunca tasarım delili ile ortaya konan anlayışla uyumludur. Canlılığın varlığı, birkaç olasılıktan birine bağlı basit bir olasılıkla ifade edilmez; canlılığın varlığı için gerekli çok basit bir ön şart, örneğin sırf 10. maddedeki şart bile 1040 ’da 1 olasılığa denk gelmektedir ki, bu olasılık trilyon x trilyon x milyar x on milyon’da 1 demektir.
Bu veriler evrende sıradan bir düzen değil, olağanüstü bir düzen olduğunu gösterir. Doğa yasalarının tasarımı derken, sadece bu yasalardaki ve maddedeki özelliklerin hassas ayarları anlaşılmamalıdır; bu yasaların ve maddedeki özelliklerin bizatihi kendileri de tasarımı gösterir. Sadece protonun kültesinin elektronun kütlesine oranı değil, protonun ve elektronun varlıkları da tasarımı gösterir; çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranının yanında çekim kuvvetinin ve elektromanyetik kuvvetin varlıkları da tasarımı gösterir. Bu yasalardan ve maddedeki özelliklerden birinin bile olmaması durumunda canlılık oluşamazdı. Örneğin entropi yasası bu şekilde olmasa, nefes almamıza sebep olan havadaki moleküllerin dağılımı nefes alınmasını olanaklı kılacak şekilde gerçekleşmeyecek ve havasızlıktan ölecektik. O zaman şu 10 maddede verilen örnekler gibi doğa yasaları ve maddenin özellikleri de tasarımı gösterir:
1- Çekim kuvvetinin varlığı.
2- Elektromanyetik kuvvetin varlığı.
3- Güçlü nükleer kuvvetin varlığı.
4- Zayıf nükleer kuvvetin varlığı.
5- Madde ve enerjinin birbirlerine dönüşebilmeleri.
6- Entropi yasasının varlığı.
7- Protonun varlığı ve belirli bir süre varlığını koruması. (Pion ve müon gibi bazı parçacıkların ömrünün bir saniyeden çok kısa olduğunu hatırlayalım.
8- Elektronun varlığı ve belirli bir süre varlığını koruması.
9- Nötronun varlığı ve belirli bir süre varlığını koruması.
10- Nötrinonun varlığı ve belirli bir süre varlığını koruması.
Tasarım delili açısından doğa yasalarının varlığı bu yasalardaki hassas ayarlar kadar önemlidir. Doğa yasalarındaki hassas ayarlar hiç bilinmese bile, sadece bu yasaların varlığından tasarım delili temellendirilebilirdi. Gözlenen tüm evrensel oluşumların, insani tüm tasarımların ve yüz binlerce canlı türünün varlığının oluşmasının mutlak önşartı; içinde yaşadığımız evrenin bu potansiyeli baştan içinde taşıyor olmasıdır. Evrenin bu potansiyelini mümkün kılan faktör ise doğa yasalarının mevcut şekilde var olmalarıdır.
Hassas ayarlarla ilgili bir sunumda olasılık hesaplarını kullanma imkânı olduğundan dolayı, hassas ayarlara odaklanmanın anlatım açısından bir avantajı vardır. Çekim kuvvetinin veya entropinin olmasının olasılığının ne olduğunu matematiksel olarak ifade etmek mümkün değildir. Ama çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranındaki tasarımı sayılarla da ifade edebilmekteyiz. Bana göre doğa yasalarındaki hassas ayarlar, matematiksel betimlemenin avantajına sahip olsalar da, doğa yasalarının varlığı daha da önemli bir boyuta işaret etmektedir. Sonuçta doğa yasaları bu hassas ayarlarla beraber vardır, bu yüzdendir ki natüralizm ile tasarım delili karşılaştırılırken; ‘doğa yasalarının kendiliğinden varlığı/doğa yasalarının tasarımı’ arasındaki tartışma aşamasında bu yasaların varlığını ve hassas ayarlarını bir arada ele aldım. Diğer yandan, bu yasalardaki hassas ayarlara odaklanırken, bu yasaların bizatihi varlığının da tasarım delilinin bir parçası olduğunun gözden kaçırılması endişesiyle bu vurguyu yapıyorum.
Bu verilerden de anlaşılacağı üzere natüralizm, doğa yasalarının varlığının açıklamasını da yapmakta yetersizdir. Oysa tasarım delili ile ortaya konan evren görüşü ile doğa yasalarının varlığı ve bu yasaların hassas ayarı tamamen uyumludur. Bahsedilen yasaların ve bu yasalardaki hassas ayarların hepsi birden olmadan, canlılığın oluşması da mümkün olmadığı için; bu konu, elbette ki Evrim Teorisi ile de alakalıdır. Doğa yasalarının tasarımı sayesinde canlılık mümkündür; fakat bundan sonraki başlıklarda görüleceği gibi canlılığın oluşumu için daha başka aşamalardaki tasarımların varlığı da şarttır.
FİZİKÎ DÜNYADAKi OLUŞUMLARDAKi TASARIMLAR
Diğer canlıların ve biz insanların oluşumu için evrenin varlığı (birinci aşama olarak alındı) ve doğa yasalarının tasarımı (ikinci aşama olarak alındı) da yeterli değildir. Bunlar sadece iki önşarttır. Pekâlâ, maddî evren aynı doğa yasalarıyla var olabilirdi ve içinde hiçbir canlı oluşmayabilirdi. Bütün canlıların ve bizim varlığımızın evrendeki oluşumlardaki çok kritik değerlere bağlı olduğunu modern bilimin verileriyle öğrenmiş bulunuyoruz. Bu kritik oluşumların çoğu, İnsancı İlke başlığıyla, doğa yasalarındaki hassas ayarlarla bir arada ele alınmaktadır. Doğa yasaları maddeye içkin özelliklerle ilgilidir, üçüncü aşama olarak ele aldığımız ‘fizikî dünyadaki oluşumlar’ ise maddeye içkin özelliklerle alakalı değildir. Natüralist-ateist çizginin Dawkins ve Monod gibi temsilcileri, canlılar ile beraber tüm varlığı, doğa yasalarından kaynaklanan ‘zorunluluk’ ve bu yasaların işlediği maddî dünyadaki oluşumlardaki ‘şans’ (tesadüf) faktörünün birleşimi ile açıklayabileceğimizi savunurlar. Doğa yasalarının tasarımı ile ortaya konan ‘zorunluluk’ denen alanın ancak bilinçli bir tasarımla açıklamasının yapılabileceği iken; üçüncü aşamanın ele alındığı bu aşamada gösterilen ise Monod ve Dawkins’in ‘şans’ olarak gördüklerinin açıklamasının da ancak bilinçli bir Kudret’in tasarımıyla yapılabileceğidir. Evrendeki fizikî oluşumlar çok hassas ayarları içermektedir, modern bilimin bulgularıyla ortaya çıkan bu hassas ayarlara şu 20 örneği verebilirim:
1-Evreni meydana getiren patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler ne yıldızlar ne Dünya’mız ne de canlılar oluşurdu. Patlamanın galaksileri, yıldızları, Dünya’mızı ve canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı, havaya atılan bir kalemin sivri ucu üstünde durmasının olasılığı kadar bile değildir.
2-Big Bang’in patlama anında eğer daha fazla madde olsaydı evren hemen kapanacaktı. Eğer patlama anında madde daha az olsaydı patlama galaksileri oluşturmadan maddeyi dağıtırdı. Görülüyor ki Big Bang, hem şiddeti hem madde oranı hem de bunların birbirine göre düzenlenmesiyle bir tasarımın ürünüdür.
3-Evrenin başlangıçtaki homojen yapısı da galaksilerin oluşmasının bir şartıdır. Başlangıç homojenliğindeki ufak bir azalma galaksilerin oluşmasına izin vermeyecek ve tüm maddenin karadeliklere dönüşmesi sonucunu doğuracaktı. O zaman da biz var olamayacaktık.
4-Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıç anında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır.
5-Big Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ve anti-protonlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının, anti-protonlardan çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur.
6-Aynı şekilde nötronlar ve anti-nötronlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için nötron sayısı, anti-nötronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.
7-Elektronlar ve pozitronlar da birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için elektron sayısı, pozitronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.
8-Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir.
9-Dünya’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan soğuk ve buzullarla karşı karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık yeryüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.
10-Dünya’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metan oranının artması gibi durumlar yeryüzünün canlılığa elverişli bir ortam olmasını engellerdi. Eğer Dünya’mızın çekimi daha az olsaydı atmosfer çok su kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.
11-Dünya’mızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak ayarlanmıştır. Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsaydı, Güneş’ten gelen canlılık için yararlı ışınları da engelleyebilirdi. Eğer bu manyetik alan daha zayıf olsaydı, Güneş’ten gelen zararlı ışınlar yaşamın oluşmasına olanak tanımazdı.
12-Yeryüzünden yansıtılan ışık ile yeryüzüne çarpan ışık da belli bir oranda olmalıdır. Eğer bu oran daha büyük olsaydı yeryüzü buzullarla kaplanırdı. Eğer bu oran daha küçük olsaydı sera etkisiyle aşırı ısınan yeryüzü yaşama elverişli olmazdı.
13-Yaşam için yerkabuğunun kalınlığı da önemlidir. Yerkabuğu daha kalın olsaydı, atmosferden yerkabuğuna oksijen transferiyle oksijen dengesi bozulurdu. Yerkabuğu daha ince olsaydı yerkabuğunun her yerinden sürekli volkanlar fışkırırdı. Bu ise hem iklimi değiştirir hem de canlılığı yok edebilirdi.
14-Atmosferdeki oksijen miktarı da yaşam için kritik bir değerdedir. Bu değer eğer yüksek olsaydı yeryüzünde sürekli yangınlar çıkardı. Bu değer eğer daha düşük olsaydı solunum yapmak imkânsız olurdu.
15-Atmosferdeki karbondioksit oranı da yaşamı mümkün kılacak bir değerdedir. Karbondioksit daha fazla olsaydı sera etkisi oluşacaktı. Eğer daha az olsaydı bitkilerin fotosentez yapması mümkün olmayacaktı.
16-Dünya’mızdaki ozon miktarı da çok kritik bir değerdedir. Eğer bu değer daha yüksek olsaydı yüzey sıcaklığı çok düşerdi. Eğer bu değer daha düşük olsaydı hem yüzey sıcaklığı çok yükselirdi hem de ültraviyole yaşamı yok edecek şekilde artardı.
17-Atmosferdeki havanın solunabilmesi için havanın belli bir basınçta, akışkanlıkta ve yoğunlukta olması lazımdır. Atmosferin yoğunluğunda ve akışkanlığındaki ufak bir değişiklik nefes almamızın imkânsız olmasına sebep olabilirdi.
18-Tüm canlılar karbon atomunun diğer elementlerle bileşikler yapması sayesinde var olmuşlardır. Karbon, yaşam için gerekli olan bileşikleri ancak dar bir sıcaklık aralığında gerçekleştirebilir. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’nın sıcaklığıyla tam uyumludur. Oysa evrende yıldızların içindeki milyonlarca derece sıcaklıktan mutlak sıfır olan -273 dereceye kadar geniş bir aralık mevcuttur.
19-Kovalent bağlar gibi zayıf bağlar da ancak belli bir sıcaklık aralığında gerçekleşebilirler. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’da var olan sıcaklık aralığı ile tam uyumludur. Zayıf bağlar gerçekleşmese hiçbir canlı var olamazdı.
20-Yaşam için bütün şartları yerine getiren Dünya’mızın, yaratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir. Dünya eğer daha önce yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktarda bulunmayacaktı. Eğer Dünya’mızın yaratılışı daha sonraya kalsaydı, Güneş sistemimizi oluşturacak yoğunlukta hammadde kalmamış olacaktı.
OLASILIK HESAPLARIYLA FİZİKÎ DÜNYADAKİ TASARIMLAR
Canlılığın varlığı, bahsedilen bu çok kritik oluşumların hepsinin birden gerçekleşmesine bağlıdır. Daha önce de belirtildiği gibi bir sonucun gerçekleşmesi için gerekli olan olasılıkların hepsi birbirleriyle çarpılır. Eğer bunu, sırf biraz önce örnek olarak verdiğimiz 20 maddeye uygularsak hesabın şöyle yapılması gerekir:
S: {1. maddenin olasılığı x 2. maddenin olasılığı x ...…… x 20. maddenin olasılığı}
20 maddedeki fiziksel oluşumların hepsi canlılığın oluşumu için olmazsa olmaz şartlardandır. Bunlardan bir tanesini bile değiştirmemiz canlılığı imkânsız kılacaktır. Bunlar gibi canlılığın oluşumu için gerekli daha birçok olmazsa olmaz şartın aslında hesaba katılması gerekir; verilen 20 örneğin geniş bir kümenin ufak bir dilimi olduğu unutulmamalıdır. Daha önce doğa yasalarının hassas ayarıyla ilgili verilen örneklerin de canlılığın varlığı için olmazsa olmaz şartlardan olduğunu hatırlayalım. Bu da, doğa yasalarındaki hassas ayarlarla ilgili olguların oluşma olasılığının her birinin birbirleriyle ve fiziksel oluşumlardaki olmazsa olmaz şartlarla çarpılması gerektiği anlamına gelmektedir.
Fizikî dünyadaki canlıların varlığı için gerekli oluşumlardan sadece iki tanesini ele alarak, evrende ne kadar hassas ayarların gerçekleştirildiğini göstermek istiyorum. Bunlar gibi binlerce olmazsa olmaz şart olduğunu ve bunların hepsinin birbirleriyle çarpılması gerektiğini lütfen unutmayın:
Birinci örnek olarak, evreni meydana getiren başlangıçtaki patlamanın şiddetindeki hassas ayarı ele alalım. Evrenin genişleme hızını bu başlangıç belirlemektedir; bu genişleme hızındaki ufak bir değişiklik, sadece canlıların oluşamaması değil, aynı zamanda galaksilerin ve yıldızların da oluşamaması anlamına gelmektedir. Bu genişleme hızındaki kritik ayar 1060 ’da 1’dir; yani, 1060 ’da 1’lik bir değişiklik bile galaksilerin ve canlılığın oluşamaması anlamına gelmektedir.
İkinci örnek olarak ise evrenin başlangıç entropisindeki olağanüstü düzeni örnek olarak ele alalım. Entropi yasasına göre evrendeki düzensizlik anlamına gelen entropi, zamanın ilerlemesiyle tek yönlü olarak, tersinemez bir şekilde artar. Bu, zamanın başlangıcına doğru geri gittiğimizde sürekli entropinin düşmesi gerektiği anlamına gelir. Evrenin düşük entropili başlangıcı hem galaksilerin ve Güneş sistemimizin hem de canlılığın oluşabilmesinin olmazsa olmaz şartıdır. (Entropi yasasının yasa olarak varlığı doğa yasalarının tasarımı başlığına girer. Fakat, bu yasanın varlığı başlangıç entropisinin düşük olmasının gerekliliğinden farklıdır. Bu yasanın varlığı evrenin başlangıcının düşük entropisini zorunlu kılmaz. Birincisi yasanın tasarımı, ikincisi ise evrendeki fiziksel bir oluşumun tasarımıdır ve bunların her ikisi de canlılığın olmazsa olmaz şartıdır.
Roger Penrose, evrenin başlangıç entropisinin hassas ayarını gösteren matematiksel betimlemeye, fizik biliminde bildiği hiçbir verinin yaklaşamayacağını söyler: Şu anda evrendeki yaklaşık 1088 olan entropi miktarı, evren eğer Büyük Çöküş ile çökerse 10123’e çıkacaktır. (Penrose bu hesabı Bekenstein-Hawking entropi formülünü kullanarak yapar.)
CANLILIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI VE UREY-MILLER DENEYİ
Buraya kadar canlılığın ortaya çıkması için her biri önşart olan 1-evrenin varlığı, 2-doğa yasalarının belli bir şekilde varlığı, 3-fizikî dünyadaki gerekli oluşumların gerçekleşmesi aşamaları ele alındı. Bu aşamaları açıklamada, ‘sadece doğa içinde kalma’ ilkesini benimseyen natüralizmin başarısız olduğu; buna karşılık kozmolojik delilin ve tasarım delilinin daha iyi bir açıklamayı sunduğu gözükmektedir. Fakat natüralizm, sadece doğa içinde kalarak bu üç aşamayı başarılı bir şekilde yapabiliyor olsaydı bile; bu, canlılığın açıklaması için yetersiz olurdu. Çünkü evrendeki milyonlarca canlı türünün nasıl oluştuğunun açıklamasının ayrıca yapılması gerekir. Önümüzdeki sayfalarda bu konu ele alınacaktır. İlk önce canlıların yapıtaşları olan amino asitlerin oluşumu meselesine değinmekte fayda görüyorum.
Mikroskobun bulunması ile önce çok hücreli canlıların ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla oluşmasının mümkün olmadığı, mikroskobun gelişmesiyle ise en basit tek hücrelilerin bile ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla oluşamayacağı anlaşıldı. Böylece canlılar ile cansızlar arasındaki uçurum iyice açıldı ve her canlının ancak başka bir canlıdan türeyebileceği öğrenildi. Bu gelişme, Evrim Teorisi’nin neden ortaya konduğunu ve benimsendiğini anlamak açısından da çok önemlidir. ‘Kendiliğinden türeme’nin imkânsızlığının anlaşılması, sadece doğanın içinde kalmayı arzu edenlere Evrim Teorisi’nin dışında bir şık bırakmıyordu. Fakat bütün canlıların birbirinden türediğini savunsa bile, Evrim Teorisi de, en az bir defa, ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla ilk canlının oluştuğunu, böylece abiyogenezin (abiogenesis) gerçekleştiğini kabul etmek zorundadır.
Darwin ‘Türlerin Kökeni’ni şu cümleyle bitirmiştir: “Yaratıcı’nın meydana getirdiği bir veya birkaç basit canlı formundan diğerlerinin evrimleşmiş olduğunu öngören bir hayat görüşünde yücelik vardır.”
İlk canlının ortaya çıkışıyla ilgili detaylı bir hipotez ilk olarak Rus biyokimyacı Oparin tarafından 1924 yılında ortaya konmuştur. O, Dünya’nın ilk atmosferinin günümüzdeki atmosferden farklı olduğunu; o dönemdeki atmosferde amonyak, metan, hidrojen, su buharının bulunduğunu, ama oksijenin bulunmadığını ileri sürdü. Ultraviyole ışığı gibi etkilerle bu ortamda amino asit, şeker, lipid gibi canlılığın hammaddelerinin oluşabileceğini iddia etti. Oparin, bu hammaddelerin okyanuslarda ve göllerde önemli miktarda buluşup, basit ilk canlı formunu oluşturduğunu düşünüyordu.
1953 yılında Stanley Miller, doktora danışmanı olan Harold Urey ile beraber, Oparin’in ve Haldane’in öngörülerine dayanarak bir deney oluşturdular. Amonyak, metan, su buharı ve hidrojenden oluşan deney ortamına elektrik şarjı verdiler ve canlıların yapıtaşını oluşturan 20 amino asidin üçünü elde ettiler.
İlkel atmosferde oksijen olmasaydı bile, Urey-Miller deneyinin, canlılığın hammaddesi olan amino asitlerin ortaya çıkışını izah etmekte önemli sorunları olurdu. İlkel atmosferle ilgili yapılan çalışmalarda, serbest hidrojenin dış uzaya dağılmış olması gerektiğine kanaat getirilmiştir. Bu ise metanın ve amonyağın -Urey ve Miller deneyinin temel bileşenleri- ilkel atmosferin temel unsurları olamayacağını gösterir. Çünkü metan, karbon ve hidrojenin bileşimidir; amonyak ise nitrojen ve hidrojenin bileşimidir. Eğer hidrojen dış uzaya dağılmışsa, karbon ve nitrojenle birleşip metan ve amonyak oluşturamayacaktır. Jon Cohen’in 1995 yılında Science dergisinde yazdığı gibi; ilkel atmosfer, Urey ve Miller’in 1953 yılında teklif ettikleri ortama hiç benzememektedir.
Burada dikkat edilmesi gerekli önemli bir nokta, Evrim Teorisi’nin meydana getirdiği paradigmanın yerbilimini etkilediğidir. Deliller aksi yönde olmakla beraber, amino asitlerin ortaya çıkması için ilkel atmosferde oksijen olmaması gerektiği için; bu görüş, yerbilimine de hâkim olabilmiştir. Miller canlıların hammaddesi olan amino asitlerin oluşumu metan gerektirdiğinden, ilkel atmosferde metan olması gerektiğini savunmuş, ilkel atmosferin yapısının yerbilimsel araştırmalarla tespit edilmesi yerine, Evrim Teorisi’nin kabulleriyle ilkel atmosferin yapısının belirlenmesi yolunu seçmiştir.
DNA’nın yapısı, Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabı yayımlandıktan 94 yıl sonra, 1953 yılında keşfedildi. Proteinlerin üç boyutlu karmaşık yapısı da 1950’li yıllarda anlaşıldı. Bu keşifler, Evrim Teorisi’nin en ünlü isimlerinden Huxley ve Haeckel’in zannettiği gibi hücrenin, ‘homojen bir plazmadan oluşan damlacık’ olmadığını; çok kompleks bir yapısının olduğunu ortaya koymuştur. Bu kompleks yapının en önemli ve en kompleks molekülü DNA’dır. Insan vücudu ile hücre arasında bir analoji yaparsak, DNA’nın hücrenin beyni olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca DNA’dan gelen emirlere uygun olarak haber taşıma, protein sentezleme gibi vazifeleri yerine getiren RNA da karmaşık yapısı ve birçok vazifesi olan hayati bir moleküldür. DNA’dan gelen emirlere uygun olarak RNA’lar proteinleri sentezlerler. Canlılığın en temel özelliklerinden biri çoğalma olduğu için, canlının içinde sürekli protein sentezinin gerçekleşmesi gerekir. Bu ise DNA’nın sayesinde gerçekleşmektedir. DNA kimyageri Robert Shapiro, 1986 yılında, ilkel atmosferde DNA’nın hammaddelerinden deoksiriboz şekerinin elde edilemeyeceğini ileri sürdü.
PROTEİNLER VE OLASILIK HESAPLARI
Urey-Miller deneyi amino asitlerin ilkel atmosferde nasıl ortaya çıktığını göstermeye çalışmıştı. Bu deneyin önceki başlıkta ele alınan sorunlarının hiçbiri olmasa ve bu deneyi doğru kabul etsek bile naturalist yaklaşımın; canlılığın protein, RNA ve DNA gibi temel moleküllerini izah etmekte önemli sorunları vardır. Bir adım daha ilerlenip, bu moleküllerden canlılığın oluşumu açıklanmaya kalkıldığında sorun daha da büyür. Epistemolojide olasılık hesaplarının merkezde olduğu bir yaklaşımla bu molekülleri incelersek; bu moleküllerin tesadüfen oluşmasının olanaklı olup olamadığını daha iyi değerlendirebiliriz. Buradaki temel hedef, Evrim Teorisi’nin doğru olup olmadığını belirlemek değildir; fakat ‘sadece doğa yasaları içinde kalıp’ da bu moleküllerin oluşumunu açıklamanın mümkün olmadığını göstermektir. Çağımızda, tesadüfi oluşumu savunanlar, Evrim Teorisi’nin mekanizmalarının ve diğer doğa yasalarının, bütün türlerin oluşumunu izah etmek için yeterli olduğunu ileri sürdükleri için; tartışmanın, tasarım delili ile Evrim Teorisi’nin arasında olduğu zannedilmektedir. Evrim Teorisi ile teizmi birleştiren birçok kişi olabildiğine göre bu anlayış yanlıştır. Evrim Teorisi’nin mekanizmalarının canlılığın ve yeni türlerin ortaya çıkışında yetersiz olduğunun gösterilmesi, bu teoriye karşı bir yaklaşım gibi gözükse de; asıl sorgulanan, tesadüfi oluşumu savunan materyalist-natüralist-ateist inançtır.
Olasılık hesapları, tasarım ile tesadüf şıklarından hangisinin daha tutarlı olduğunu anlamamız için bize objektif matematiksel veri sunmaktadır. Proteinlerin yapısı, olasılık hesaplarının kolayca uygulanmasına olanak tanımaktadır. Her canlı hücre proteinlerden oluşur. Proteinler gerek enzim olarak gerek diğer vazifelerle hücrelerdeki faaliyetleri gerçekleştiren temel birimlerdir. Hücre ile fabrika arasında kurulan analojide, proteinler makineye karşılık gelmektedir. Proteinler amino asitlerin arka arkaya gelmesiyle oluşurlar. Canlı bünyesinde 20 tane amino asit kullanılarak protein oluşur. Bu 20 amino asidin belirli bir sırada olması proteinin oluşması için mutlak şarttır. Amino asitlerin arka arkaya rastgele gelmesiyle oluşan proteinoitler ile hücrede belirli bir vazifesi olan proteinler arasındaki fark çok büyüktür. Amino asitler sol-elli ve sağ-elli amino asitler olarak ikiye ayrılır. Amino asitlerin rastgele bileşimi olan proteinoitler, her iki tür amino asitten oluşuyorken, proteinler sadece sol-elli amino asitleri ihtiva ederler. Bundan daha önemlisi proteinler belirli vazifeyi yapmak için belirli bir dizilimde olmalıdır. Ortama belli bir enerjinin verilmesiyle amino asitlerin proteine dönüşme olasılığı, dinamitle patlatılan tuğlaların üst üste düşerek bir ev oluşturması kadar düşüktür.
Canlılarda 55 amino asidin arka arkaya gelmesiyle oluşan Ferrodexin (Clostridium pasteurianum’da bulunur) proteini gibi kısa sayılan proteinlerin yanı sıra 6049 amino asidin arka arkaya gelmesiyle oluşan Twitchin (Caenorhabditin elegans’da bulunur) proteini gibi uzun proteinler de vardır.
Bir amino asidin sol-elli olma olasılığı:
İki amino asidin sol-elli olma olasılığı:
Üç amino asidin sol-elli olma olasılığı:
584 amino asidin sol-elli olma olasılığı:
Ayrıca tüm amino asitler, protein zincirindeki diğer amino asitlerle birleşmek için peptid bağı denilen kimyasal bir bağ kurmak zorundadırlar. Oysa doğada, amino asitler arasında kurulabilecek pek çok kimyasal bağ türü vardır; peptid bağlar ve diğer bağlar kabaca eşit ihtimalle kurulur.
Bu tek proteinin amino asitlerinin, sırf sol-elli olması ve de peptid bağı yapmasının olasılığı ise şöyledir:
Bu olasılığın matematiksel olarak imkânsız olduğunu şöyle düşünerek anlayabiliriz: Evrendeki 1080 proton ve nötronu, fotonlarla ve elektronlarla toplarsak 1090’dan küçük bir sayı elde ederiz. Evrenin yaşı olan 15 milyar yıl x 365 gün x 24 saat x 60 dakika x 60 saniye = 473.040.000.000.000.000 saniye; evrenin başından şu ana kadar geçen zamanı ifade eder. Bu sayıya yuvarlak olarak 1018 saniye diyebiliriz.
Bu iki sayıyı çarparsak 1090 x 1018 = 10108 eder. Bu sayı, evrendeki her proton, nötron, elektron ve foton, evrenin her saniyesi bir deneme yapmış olsalar, oluşacak deneme sayısıdır.
Proteinlerin amino asitlerinin doğru sırada olması protein açısından hayati öneme sahiptir. Serum Albumin proteini için bunun olasılık hesabı şöyledir:
Bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı:
Iki amino asidin doğru yerde olma olasılığı:
Üç amino asidin doğru yerde olma olasılığı:
584 amino asidin doğru yerde olma olasılığı:
Proteinlerin amino asit dizilimlerinde belli bir bölgenin aktif taraf olduğu, bu yüzden bu bölgenin dışındaki amino asit değişimlerinin önemsenmemesi gerektiği söylenebilir. Bu yüzden elde ettiğimiz olasılık yükselebilir. Fakat son protein çalışmaları, aktif olmayan bölgedeki birkaç değişikliğin de proteinin fonksiyonunu kaybetmesine sebep olduğunu göstermiştir.
Amino asitlerin doğru sırada olmasının olasılığını daha önceden elde edilen 10351’de 1 sayısıyla çarparsak, belirli bir proteinin hem sol-elli amino asitlerden oluşmasının hem peptid bağı kurmasının hem de amino asit dizilimini doğru oluşturmasının olasılığını elde ederiz. Bu da 10351 x 10759 = 101110’da 1 gibi, olasılık olarak imkânsız kabul edilen bir sayıya denk gelmektedir; matematikte genelde 1050’de 1’den küçük olasılıklar bile imkânsız olarak kabul edilir.
DOĞAL SELEKSİYON VE PROTEİNLERİN OLUŞUMU
Doğal seleksiyon, canlıların yaşam mücadelesi sonucunda oluşur ve ancak çoğalan canlılar için geçerli olabilir. Daha canlı vasfına sahip olmayan, oluşmamış bir molekül için doğal seleksiyon mekanizması geçerli olamaz. Ilk canlının ortaya çıkmasıyla ilgili kimyasal evrim sürecine, biyolojik evrimle analoji kurularak doğal seleksiyon mekanizması uygulanamaz; bu mekanizma sadece üreyen canlılar içindir. Ludwig von Bertalanffy bu konuda şöyle der: “Doğal seleksiyon daha iyi olanın yaşayacağını söyler, bu yüzden kendine yeten, kompleks, rekabet edebilen sistemleri öngörür ve bu yüzden seleksiyon, bu sistemlerin orijininin açıklamasını veremez.”
Doğal seleksiyon ile neden işe yarayan bir proteine sahip bir canlının yaşam mücadelesinde avantaj sağladığı ve doğal seleksiyona uğramadığı açıklanabilir. Fakat bu proteinin, canlının bedeninde nasıl oluştuğu veya bu canlının nasıl meydana geldiği doğal seleksiyonla açıklanamaz. Protein tam olarak oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlamaz; bu yüzden Dawkins’in olasılık hesaplarında yaptığı şimdi bahsedeceğim aldatmacadaki gibi, proteinlerin oluşumuna doğal seleksiyonun müdahalesi mümkün değildir. Her harfin bir amino aside karşılık geldiğini düşünerek, bir proteinin bir kısmının kodunun şöyle olduğunu düşünün: “METHINKS IT IS LIKE A WEASEL.”
Dawkins haklıdır, böyle bir düzenekle hedefe 40 küsur defada ulaşırız, ama proteinlerin oluşumu için bu benzetmeyi kullanması yanlıştır. Verdiği örnekte bilgisayar hedef diziyi bilir ve her sırada hedef harf gelince, o harfi yerinde durdurur. Oysa hedefi bilmek ve doğru bulununca durdurmak; hedefi bilerek yapılan bir eylemdir. Proteinlerin rastgele oluşumlar olduğunu söyleyen birinin, hedefin bilinmesini işin içine karıştırmaması gerekir. Dawkins’in örneğindeki aldatmacayı şöyle bir benzetmeyle anlatabilirim: Biri size 50 basamaklı bir sayıdan oluşan kasadaki şifreyi, hiçbir hile yapmadan rastgele denemelerle günlerce uğraşarak açamayacağınızı söylüyor. Dawkins diye biri ise rastgele denemelerle kasayı açabileceğinizi; her bir basamakla ilgili doğru sayıyı girdiğinizde bir kırmızı ışık yanarsa, 200-300 denemede kasayı açacağınızı söylüyor. Oysa her basamak doğru girildiğinde kırmızı ışık yansa, hiçbir şifre hiçbir kasayı koruyamazdı; bahsedilen kasa ancak tüm basamakların doğru girilmesiyle açılabilir. Dawkins, doğal seleksiyonu bilinçli bir güç gibi sunmaya çalışmakta, doğru basamağa doğru harf gelince (kendi Shakespeare’ den aldığı örnekte) veya doğru sayı doğru yere gelince (benim kasa örneğimde) onu durduran güçlerle doğal seleksiyon arasında benzerlik kurmaktadır. Oysa bu benzetme, hem doğal seleksiyonun avantaj sağlayan, fonksiyonu olan özelliklerle ve canlı bireylerle alakalı olmasına aykırıdır hem de doğal seleksiyonun bilinçli bir güç gibi ilerde oluşacak avantajları baştan ‘hedefi bilerek’ koruduğunu söylediği için kendi natüralist anlayışına terstir.
Olasılık hesaplarından anlayan herkes bilir ki, bir maymunun 28 defa rastgele tuşlara basmasıyla bir diziyi yazmasının olasılığı, 28 defa tuşa bastığında kaç dizi oluşması muhtemel ise, o kadarda 1’dir. 50 basamaklı bir kasayı rastgele denemelerle açma olasılığı; 10 tane rakam olduğundan 1050 tane sayı girilebilir, bunlardan biri kasayı açacağı için olasılık 1050 ‘de 1’dir. Natüralist-ateist anlayış açısından proteinlerin oluşumuna hiçbir bilinçli güç müdahale etmediğinden, bu anlayışın olasılık sorununu aşmasının hiçbir mantıklı yolu yoktur. Alternatif olarak ileri sürülen doğal seleksiyonu; adeta Tanrı’nın vasıflarını vererek bilinçli, tercihler yapabilen, hedefi bilen bir güce çevirmek sadece bir aldatmacadır. Doğada gerçekten de doğal seleksiyon vardır; kuş gribi tavukların hepsini yok ederse, kartallar serçeleri avlayarak yok ederse bunlar doğal seleksiyon örnekleri olacaktır. Fakat bu; ne kuş gribinin, ne kartalların, ne tavukların, ne de serçelerin nasıl var olduklarının açıklamasıdır. Tavukların bağışıklık sisteminde yarar sağlayan bir proteinin oluşumu veya serçelerin kartaldan korunmasını sağlayan bir vücut yapısının proteinlerinin oluşumu bu canlıların neden doğal seleksiyona uğramadıklarını açıklayabilir. Bu açıklama, bahsedilen proteinlerin neden doğal seleksiyona karşı bahsedilen canlıları koruduklarını açıklayabilir; fakat bu da bu proteinlerin nasıl oluştuğunu açıklamaz, çünkü verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi proteinin oluşumu önce, doğal seleksiyona karşı sağladığı yarar sonradır. Diğer yandan, daha ilk canlı oluşmadan önce, doğal seleksiyonun hiçbir etkisi olmaz; çünkü daha önce de vurgulandığı gibi, doğal seleksiyon canlıların yaşam mücadelesinde oluşur ve çoğalan canlılar için geçerlidir. Bu yüzden, ilk canlı oluşmadan önceki süreçle ilgili olarak doğal seleksiyonlu açıklamalar yapmanın hiçbir tutarlılığı yoktur.
Tasarım delili için ise bir sorun yoktur, çünkü bu delile göre hedefini bilen, bilinçli, olasılıklar arasında istediğini seçen Tanrı evreni ve canlıları tasarlamıştır. Doğal seleksiyon ve tesadüflerin başaramayacağı şeyi, bilinçli ve amaçlarına göre seçimler yapan bir Güç başarabilir. Buna göre, olasılık kümesinin bu kadar büyük olması ve bu büyük kümeden işi gören olasılığın gerçekleştirilip, diğer büyük kümenin saf dışı bırakılması tasarımı gösterir. Bilinçle tuşlara basan bir kişi Shakespeare’in tüm eserini yazabilir; gerekli kasa şifresini bilen biri binlerce basamaklı şifreyi rahatlıkla açabilir. Saf dışı bırakılan şıkların çokluğu kompleksliği gösterir, saf dışı bırakılan şıklar ne kadar çoksa, yani olasılık kümesi ne kadar büyükse komplekslik o kadar artar. Komplekslik ne kadar büyükse tasarımın delilleri o kadar kuvvetlidir. Canlıların bedenindeki proteinlerin ve proteinlerin şifresinin olduğu DNA gibi moleküllerin kompleks yapılarının keşfi, bu yüzden tasarım delilinin gücünü kat ve kat artırmıştır.
İLK CANLININ ORTAYA ÇIKIŞI
Önceki sayfalarda yapılan olasılık hesaplarının sadece tek bir protein ile ilgili olduğu unutulmamalıdır. Oysa E. coli gibi çok basit bir tek hücreli canlıda bile 4289 tane protein vardır. Evrim Teorisi’nin, bütün canlıların atası olarak öngördüğü ‘hayali en basit canlı organizma’nın yaşaması için gerekli asgari protein sayısı üzerine yapılan son kuramsal ve deneysel çalışmalar, bu sayının 250-400 arasında olduğunu göstermektedir.
Biyoloji profesörü Michael Behe, ‘indirgenemez kompleks’ (irreducible complex) sistemi şöyle tarif eder: “Temel bir işleve katkıda bulunan, hayli uyumlu, etkileşim içinde olan parçalardan oluşmuş ve herhangi bir parçanın çıkarılması durumunda sistemin işlevinin fiilen sona erdiği bir sistemdir. Daha genel bir ifadeyle ‘indirgenemez kompleks’ bir sistem, birbirleriyle etkileşim içinde olan ve herhangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık çalışmayacağı öğelerden oluşan sistemdir.”
Böylesi bir olasılık açmazından kurtulmak için Leslie Orgel gibi sadece RNA’larla başlangıç önerenler (RNA-World) olduğu gibi, Freeman Dyson gibi sadece proteinlerle başlangıç önerenler de olmuştur.
Bir amino asidin şifresi 3 çiftli bir nükleotid dizisiyle kodludur. Var olan 4 tane nükleotid olduğunu düşünürsek bir sıra: 4x4x 4 = 64 farklı şekilde oluşabilir. (Bazı amino asitleri birden fazla sıra şifrelemektir.) Sonuçta bir amino asidin, canlılarda kullanılan amino asitlerden biri olmasının olasılığı 1/20 iken, bu amino asidin şifresinin doğru oluşma olasılığı olan 1/64 bundan daha düşüktür; fakat kabaca, bir proteinin amino asit diziliminin doğru oluşmasıyla şifresinin oluşma olasılığını aynı kabul edebiliriz. Örnek olarak biraz önce ele alınan Serum Albumin gibi 584 amino asitli bir proteini düşünelim. Bu proteini tesadüfen oluşturmaya bütün evrendeki hammadde ve zamanın yetersiz kaldığını gördük. Fakat iş bu kadarla da bitmemektedir. Bu protein gibi 250-400 tanesinin oluşması gerekmektedir hem de bu 250-400 proteinin hepsi aynı zaman diliminde, aynı noktada buluşmalıdır. Üstelik bu da yetmez; bu 250-400 proteinin bir hücre oluşturacak şekilde birleşmesi ve enerji, beslenme gibi sorunları çözmesi gerekmektedir. Bütün bu olasılıklardan daha da imkânsız olan ise; bu 250-400 proteinin şifresinin bu proteinlerle beraber aynı noktada buluşması ve ‘basit tek hücreli canlı’nın üremesinin sağlanmasıdır. Görüldüğü gibi, en basit canlı olarak kabul edilen, Evrim Teorisi’nin tüm canlıların atası olarak öngördüğü canlıyı bile natüralist-ateist bir anlayışla açıklamaya olanak yoktur. Aslında doğada bu kadar basit bir canlı yoktur; bilinen en basit tek hücreli canlılar bile binlerce proteine sahiptir. Fakat olasılıklardan gerekli olanlarını bilinçli bir şekilde seçen, kudreti yüksek, amacı belli bir Tasarımcı için, tesadüfen oluşması imkânsız olan olasılıkları gerçekleştirmekte herhangi bir sorun bulunmamaktadır.
CANLILARDA İNDİRGENEMEZ KOMPLEKS YAPILAR
Darwin, eğer küçük değişimlerin birikimiyle oluşmasının mümkün olmadığı herhangi bir organ gösterilebilirse teorisinin çökeceğini söylemişti
Ateist-evrimci çizginin en ünlü ismi Richard Dawkins, makro mutasyonlar ile değişimlerin, natüralizmin ‘sadece doğanın içinde kalmak’ ilkesine ters düşecek sonuçlara götüreceğinin farkındadır. Bu yüzden bütün kompleksliklerin daha yalın şeylerden ufak ufak değişimlerle oluşmuş olması gerektiğini ısrarla savunmaktadır.
İndirgenemez kompleks sistemlere mikroskobik seviyeden bile birçok örnek verilebilir; bunlardan biri tek hücreli canlıların yüzmek için kullandıkları tüycüklerdir (the cilium). Bu tüycükler, küreklerin tekneyi hareket ettirmesi gibi, sıvının içinde hücreyi hareket ettirirler. Bu yapıların kompleks detaylarını öğrenmek elektron mikroskobunun bulunmasıyla mümkün olmuştur. Tüycüklerin hareketi için mutlaka mikrotüplerin olması gerekir. Tüycüklerin mikrotüplerinin, sabit ve hareketsiz kalmamaları için bir motora da gereksinimleri vardır. Ayrıca, komşu liflerin hareketi için bağlayıcılara ihtiyaç duyarlar. Bir tüycük diklemesine kesildiğinde ve kesilen kısım elektron mikroskobunda incelendiğinde, çubuk şeklinde 9 ayrı yapı göze çarpar. Bunlar mikrotüplerdir ve 9 mikrotüpten her birinin iç içe geçmiş iki halkadan oluştuğu görülür; tek bir halka 13 tane ayrı telden oluşur, birincisine bağlanan diğer halka ise 10 telden meydana gelmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse, bir tüycüğü oluşturan 9 mikrotüp, 13 ayrı halkadan oluşan ve her biri 10 telden meydana gelen yapıların birleşimidir. Tüycükler kayan ipçiklerin oluşturduğu bir mekanizmayla çalışır ve dynein proteini motor işlevini üstlenir. Neksin proteini sayesinde ise kayma sırasında ayrılma önlenir. Tüycükteki detayların her biri olağanüstü komplekstir ve herhangi bir detayın eksikliği tüycüklerin hareketini imkânsız kılar.
Elbette başta indirgenemez kompleks bir sistem olarak gözüken bir yapının, daha sonra bazı eksiltmelerle de bir şekilde fonksiyonunu görebileceği anlaşılabilir. Örneğin tüycüklerin mevcut 200 proteinli yapılarının aslında 150 proteinle de çalışabileceklerini göstermek belki mümkün olabilir. Fakat her ne yapılırsa yapılsın, tüycüklerin sahip olduğu fonksiyonların ancak birçok proteinle sağlanabileceği ve bu yapının indirgenemez kompleks bir boyutu olduğu bellidir. Eğer tek bir proteinin bile ne kadar kompleks bir yapı olduğunu hatırlarsak, birçok proteinin bir araya gelmesiyle oluşan yapılardaki indirgenemez kompleksliğin önemini daha iyi anlarız. Bir yapının indirgenemez kompleks olması demek; bu yapının sahip olduğu tüm parçalarının tesadüfen oluşma olasılığının, bu yapıların bir araya gelmelerinin ve belli şekilde düzenlenmelerinin tesadüfen olmasının olasılığının hepsinin birbirleriyle çarpılmasının, bu yapının tesadüfen oluşma olasılığını vermesi demektir. Karşımıza çıkan matematiksel sonuç, bir tüycüğün bile tesadüfen oluşmuş olduğuna dair natüralist-ateist bir iddianın, rasyonel bir şekilde savunulmasının mümkün olmadığını gösterir.
Mikro dünyadan canlılardaki indirgenemez kompleksliğe verilebilecek diğer bir örnek ise bazı bakterilerin yüzmede kullandığı kamçıları olan fragellumdur. Günümüzde, pervane ve motora benzeyen sistemleriyle fragellumun veya tüycüklerin yapısına dair keşiflerin ortaya koyduğu tabloyla karşımıza çıkan kompleksliğin, Darwin’in döneminde en kompleks organlardan biri olarak kabul edilen gözün, o dönemde bilinen yapısından bile daha üst boyutta olduğu söylenebilir. Biyokimyacılar tüycükler ve fragellum gibi görünürde basit olması beklenen mikro dünyanın yapılarını inceledikçe inanılmaz derecede bir karmaşıklıkla karşılaşmışlardır. Bunlar yüzlerce ayrı parçadan oluşmaktadır.
Bunların indirgenemez kompleks yapıları, bu yapıların yavaş yavaş evrimleşmesine ve doğal seleksiyonun bu süreçte bir mekanizma olarak işlemesine izin vermez. Çünkü daha önce de vurgulandığı gibi, doğal seleksiyon sadece yaşam mücadelesindeki canlılarda gözlenebilir. Oysa bu yapılar daha basit parçalara bölündüklerinde işlevlerini yerine getiremezler ve yaşanmasını mümkün kılacakları canlıyı var edemezler. Natüralist-ateist bir anlayışla böylesi yapıların nasıl oluştuğunun mantıklı bir açıklamasını yapmak olanaksızdır.
İndirgenemez kompleksliğin önemi, Yeni-Darwincilerin ısrarla savunduğu küçük aşamalı (mikro mutasyonlu) evrim sürecinin olmasının imkânsızlığını göstermesidir. Göz, kanat, beyin gibi organlara nazaran çok basit mikroskobik bir yapı olan fragellumu meydana getiren 50 proteinli yapının, bırakın proteinlerinin olasılık olarak oluşma ve buluşma ihtimalini; sırf E. Coli gibi 4289 proteinli mikroskobik bir canlıda bu 50 proteinin tam olarak yerinde vazifesini görmesini bile, tüm uzaydaki hammadde ve evren zamanı ile açıklayamayız.
Komplekslik ve olasılık ters orantılıdır; bir yapı daha kompleks oldukça tesadüfen oluşma olasılığı azalır. Bu yüzden tüycük ve fragellum yapılarının tesadüfen oluşma olasılığının imkânsızlığın gösterilmesi sadece bu yapılarla alakalı bir sonuç olarak anlaşılmamalıdır; doğada var olan birçok kompleks yapının yanında mikroskobik bu yapılar çok basit kalacaktır. Doğadaki çok daha karmaşık yapıların tesadüfen, natüralizmin öngördüğü şekilde oluşmuş olmasının imkânsızlığının; daha basit yapıların bile tesadüfen oluşmasının imkânsız olmasından çok rahatça anlaşılması gerekir. Bilinçli ve kudretli bir Tasarımcı’nın en önemli özelliği istediği olasılığı seçmesi, istediklerini dışarıda bırakmasıdır; rakip olasılıklar arasından birini gerçekleştirirken, devre dışı bırakılan olasılıklar ne kadar çoksa, ortaya çıkan ürünün tesadüf (şans) olarak değerlendirilmesi o kadar zordur.
KOMPLEKS YAPILARIN DEFALARCA OLUŞMASI
Darwin ile Huxley ve Haeckel gibi çağdaşlarının, hücreyi ‘basit ve homojen bir karbon birikintisi’ olarak gören yaklaşımları, özellikle elektron mikroskobunun hücredeki gizem perdesini aralamasıyla derinden sarsılmıştır. Bu kadar mikro seviyede bile, olasılık açısından aşılması imkânsız yapılarla ve bu yapıların tek birinin bile eksiltilemeyeceği indirgenemez kompleks sistemlerle karşılaşıldı. Komplekslik ile olasılık arasındaki bağlantıya kasa kilidi örnek olarak verilebilir. Kasa kilidinde ne kadar çok olanak oluşturulması mümkün ise kasa kilidi o kadar komplekstir; kasa kilidi kompleksleştikçe bu olanakların içinde yapılacak rastgele denemelerle kasayı açmak zorlaşacaktır. Bu da komplekslikle olasılık arasında ters orantı olduğunu gösterir; komplekslik arttıkça olasılık düşer.
Eğer makro seviyedeki organları düşünürsek, bahsedilen olasılıklar daha da imkânsızlaşacaktır. Örneğin gözün yapısının nasıl oluştuğu ile ilgili birçok tartışma yapılmıştır, gözün fosil bırakmaması bu tartışmaların tamamen spekülatif düzeyde olmasının sebeplerinden biridir. Natüralist-ateist evrimciler, gözün mutlaka aşama aşama oluştuğu konusunda ısrar ederek karmaşık göz yapılarını daha basit göz yapılarına indirgeyerek sorunu basitleştirmeye çalışmaktadırlar.
Darwin, göz gibi yapıların teorisi açısından önemli sorunlar çıkartabileceğini görmüş ve şöyle demiştir: “Gözün, farklı uzaklıklara göre odaklanması, değişik ışık yoğunluklarının girişini ayarlaması, küresel ve renksel sapmaları düzeltmesinin doğal seleksiyon ile oluştuğunu düşünmenin en üst derecede saçma göründüğünü itiraf etmeliyim. Yine de mükemmel ve karmaşık bir göze, çok basit ve mükemmel olmayan bir gözden yükselen aşamalardaki her bir aşama kullanıcıya yarar sağlıyorsa, bunun olabileceğini mantığım bana söylüyor.”
Olasılık hesapları açısından tekinin oluşması bile imkânsız olan proteinlerden birçoğu en basit görme işlevinin gerçekleşmesini sağlar. En basit görme işlevinde bile indirgenemez kompleks bir yapı olacağı için; birçok proteinin aynı zaman diliminde, aynı noktada, aynı canlının bedeninde buluşması herhangi bir görme işlevi için gereklidir (göz gibi yapılar ‘birikimli komplekslik’le açıklanamaz). Böylesi bir olasılığın tesadüfen bir kez oluştuğunu kabul etmek bile imkânsızken, natüralist-ateist Evrim Teorisi’ne inanılması için, sırf görme olayı için böylesi bir olasılığın 40-60 kez gerçekleştiğinin kabul edilmesi gerekir!
Bence, natüralist-ateist Evrim Teorisi’nin en büyük açmazlarından biri buradadır ve bu husus hak ettiği ilgiyi çekmemiştir. Proteinlerin, en basit canlının ve indirgenemez kompleksliğin tesadüfen ortaya çıkmasının olanaksızlığı daha çok vurgulanmış ve ‘natüralist-ateist bir Evrim Teorisi anlayışı’nın yanlışlaması daha çok bu hususlar üzerinden yapılmıştır. Fakat, kompleks yapıların defalarca oluşması da bunlar kadar önemlidir. Evrim Teorisi’ni savunanların göz ve kanat gibi kompleks organların ortaya çıkış adetleriyle ilgili kabul ettikleri sayıları kabul etsek bile; bunların natüralist bir anlayışla açıklanması imkânsızdır. Üstelik Kambriyen Patlaması’ndan sonra -600 milyon yıldan kısa bir sürede- tüm bunların yeryüzünde göründüğünü hatırlarsak, olasılık hesapları açısından olanaksızlığın daha da çok olanaksızlaştığını rahatlıkla anlarız.
Göz gibi çok üst seviyede kompleks yapılar, daha önceden mikro seviyede incelediğimiz kompleks yapıların birçoğunun bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu yüzden bu tip yapılardaki komplekslikten bahsedildiğinde, mikro seviyedeki kompleksliklerin birçoğunun bir araya geldiği bir komplekslikten bahsedildiğini göz önünde bulundurmalıyız. Ayrıca en az 40-60 defa evrimleştiği iddia edilen göz yapılarının kartaldan, insandan, böceklerden, binlerce gözlü trilobitlere kadar on binlerce türde; canlıların ihtiyaçlarına cevap verecek özel yapılarda olduğu da unutulmamalıdır. Hiçbir canlının midesinde kalmış olduğu için veya beyniyle bağlantısı olmadığı için, gören gözünün dışında var olan bir gözü gösterilememektedir. Darwinci doğal seleksiyon, gözü görmeyen bir canlının gören bir canlının karşısında hayat mücadelesinde yetersiz kalıp yok olacağını açıklayabilir. Fakat gören canlıların, neden vücutlarının içinde işe yaramayan gözlerinin olmadığı -on binlerce canlının bir kısmında en azından- doğal seleksiyonla açıklanamaz. Lamarck’ın kullanılmayan organların köreldiğini açıklayan mekanizması; kullanılmayan, fonksiyonsuz bir gözün neden yok olduğunu açıklayabilirdi. Ama modern genetik açısından Lamarckçı bu yaklaşım yanlıştır; zira üreme hücreleri, sonradan olan değişikliklerden ve kullanılıp kullanılmama gibi durumlardan etkilenmez. Bu kadar kompleks bir organın, en az 40-60 defa oluşmuş olması, bütün canlılarda fonksiyonsuz bir göze rastlanmaması, on binlerce türün ihtiyaçlarına mükemmel şekilde cevap veren gözlere sahip olmaları; tesadüfçü bir Evrim Teorisi anlayışı açısından aşılması imkânsız sorunlardır.
Göz gibi üst seviyede kompleks olup da Evrim Teorisi tarafından bile defalarca ortaya çıktığı kabul edilmek zorunda olan birçok canlı özelliği vardır. Fosillerle ilgili bölümde değinilen bu özelliklerden biri uçmadır. Evrimcilerin iddiasına göre, canlılarda uçma özelliği en az dört kez ortaya çıkmıştır.
Farklı canlılarda birbirlerinden bağımsız olarak (ortak atadan alınmadan) oluşmuş bu tip özelliklere evrimciler ‘daralan evrim’ (convergent evolution) demektedirler.
FARKLI CANLILARDA AYNI ÖZELLİKLER: SONAR SİSTEMİ ÖRNEĞİ
Evrim Teorisi’nin en önemli özelliklerinden biri benzer canlıları ortak ataya başvurarak açıklamaya kalkmasıdır. Oysa çok farklı canlılarda aynı özelliklerin ortaya çıkması, pekâlâ ortak atadan miras alınmadan da benzer yapıların oluşabileceğini gösterir. Görmenin 40-60 defa ortaya çıkması demek, ortak atadan miras alınmadan bu özelliğin defalarca oluşması demektir. Elbette ki natüralist bir Evrim Teorisi’ni savunanlar her bir özelliğin sadece bir kez evrimleştiği bir evrim modelini tercih ederlerdi. Fakat canlılardaki çeşitlilik buna olanak tanımaz; örneğin az önce ele alınan uçma örneğindeki böcekler ve kuşlar birbirleriyle o kadar alakasızdır ki, Evrim Teorisi’ni savunanlar bile bu iki farklı canlı sınıfının uçma özelliklerini ortak atayla açıklamaya kalkmazlar. Aslında burada, Evrim Teorisi’nin savunucuları kendi rakip teorileri olan türlerin bağımsız yaratılışına yaklaşmış oluyorlar. Türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar benzer canlılardaki aynı özellikleri ortak ataya başvurmadan açıklarlar. Görme ve uçma örneklerinde görüldüğü gibi, Evrim Teorisi’ni savunanlar da, bu özellikleri tek bir ortak atadan mirasla açıklayamamakta, birçok kez bu özelliklerin bağımsız olarak oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmaktadırlar.
Burada haklı olarak şu soruyu sormak gerekir: Eğer farklı sınıflardaki canlıların aynı özelliklerin birbirlerinden bağımsız olarak oluştuğunu hiç kimse inkâr edemiyorsa ve eğer canlılarda böyle birçok özellik varsa; neden aynı cinse ve yakın türlere ait canlılardaki benzer özelliklerin mutlaka ortak ata yoluyla oluştuğu hiçbir deneysel ve gözlemsel veriye sahip olunmamasına rağmen savunulmaktadır? Somut örnek olarak ise şu sorulabilir: Eğer leylekteki ve sinekteki uçmanın birbirlerinden bağımsız oluşan bir süreçte oluştuğunu herkes kabul ediyorsa, neden leylekle kartalın uçması ortak atadan alınan mirasla açıklanmak zorundadır? Aslında bir natüralist-ateist için bunun sebebi açıkça bellidir. Canlılarda görme ve uçma gibi özelliklerin ne kadar kompleks olduğu anlaşıldıktan sonra bunların birbirlerinden bağımsız olarak on binlerce kez oluştuğunu kabul etmek imkânsızdır; bir natüralist-ateist bu iddianın tasarım delilini kabul etmek ve natüralizm ile ateizmden vazgeçmek olacağının farkındadır. Fakat olasılık hesapları açısından, bir kez bile ortaya çıkması imkânsız olan bu özelliklerin, evrimcilerin kabul ettiği minimum defada ortaya çıkması da tamamen imkânsızdır. Bu da gösteriyor ki natüralist-ateist görüş hiçbir şekilde olasılık sorununu aşamamakta ve canlılar dünyasında defalarca ortaya çıkan çok üst seviyedeki kompleks özellikler tasarım deliline çok büyük destek sağlamaktadır.
Çok farklı canlılardaki benzer özellikleri anlatmaya elbette ki bu kitabın hacmi yetmez. Ama konunun önemi açısından birkaç örneğe daha kısaca değinmek istiyorum. Verilebilecek iyi bir örnek canlılardaki sonar teknolojisidir; Richard Dawkins, iki yarasa grubunun, iki kuş grubunun, dişi balinaların ve daha alt bir düzeyde birkaç memelinin birbirlerinden bağımsız olarak bu teknolojiyi bulduklarını söyler.
Yarasalar gece avlanırlar ve ışığın olmadığı ortamda avlanmalarını sonar teknolojisi ile gerçekleştirirler. Saniyede defalarca yaydıkları ses dalgalarıyla, etraflarındaki canlı, cansız her şeyin ayrıntılı bilgisini; beyinlerinde bu dalgaların yankılarını çözümlemek suretiyle elde ederler. Avlayacakları hayvanın yönünü belirlemek için sağ ve sol kulaklarını birbirlerinden bağımsız olarak kullanırlar. Ses dalgasının aldığı yol, kulaklardan her biri için farklıdır ve yarasa bu çok ufak farkı tam olarak hesaplar; söz konusu fark saniyenin birkaç yüz milyonda biridir. Yarasa bu hesapla avın yönünü tam olarak belirler. Yarasanın zikzak uçuşlar yaparken, yankıyla gelen bilgilerle, sürekli değişen kendi konumunu ve avının değişen konumunu hesaplayarak hareket ettiğini göz önünde bulundurursak, ne kadar kompleks bir işlevin söz konusu olduğunu anlayabiliriz. Yarasa, yer değiştiren canlıların kimliğini ses dalgalarının dalga boylarını değerlendirerek (Doppler etkisiyle) tespit eder ve bu değerlendirmeye, karşısındakinin iştah açıcı bir kelebek mi, yoksa kaçınılması gerekli bir yırtıcı kuş mu olduğu da dahildir.
Bir tek yarasada bile ortaya çıkması imkânsız sonar sistemi başka canlılarda da vardır; yunus bunlardan biridir. Hiç kimse birbirleriyle bu kadar alakasız iki memelinin, bu özelliği aynı ortak atadan aldığını iddia edemeyeceğinden, sonar sisteminin bu canlılarda birbirinden bağımsız olarak oluştuğuna hiç kimse itiraz edemez. (Dawkins’in bu bağımsız oluşmaya değinmesi, bu durumdan çok hoşlandığından değil, fakat başka bir çarenin olmadığını bilmesindendir.) Yunuslar da yarasalar gibi ses dalgaları gönderirler ve bu dalgaların yankılarını beyinlerinde çözümleyerek etraflarındaki cisimler ve avları hakkında ayrıntılı bilgi elde ederler.
Yarasalar ve yunuslar dışında başka canlılarda da sonar sistemi vardır. Dawkins, yağkuşu ve mağara sağanının benzer sistemleri birbirlerinden bağımsız olarak geliştirdiklerini söyler ve bundan kendi natüralist-ateist yaklaşımına aykırı bir sonuç çıkarılmaması için şu yorumu yapar: “Bundan çıkaracağımız sonuç, yankıyla yön bulma teknolojisinin tıpkı Ingiliz, Amerikalı ve Alman bilim insanlarınca birbirlerinden bağımsız olarak geliştirilmesi gibi, yarasalarda ve kuşlarda birbirlerinden bağımsız olarak keşfedilmiş olduğudur.”
FARKLI CANLILARDA AYNI ÖZELLİKLER: GÜNEŞ İLE YÖN BULMA VE IŞIK ÜRETME
Birbirlerinden farklı sınıf, takım veya familyalardaki canlılarda aynı özellikler görülmektedir ve evrimciler bile bu özelliklerin birbirlerinden bağımsız olarak oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Oysa bu, natüralist-ateist evrimci anlayışı içinden çıkılması imkânsız bir olasılık sorunu ile karşı karşıya getirmektedir. Buraya kadar örnek olarak görme, uçma ve sonar sistemi ele alınarak bu konu işlendi. Canlılardaki çeşitlilik bu çok önemli konu için binlerce örnek sunmaktadır. Bu kitabın planlanan hacminin boyutlarını bu konu çok aştığı için, kısaca birkaç örnek daha vererek başka konuya geçeceğim.
Birbirlerinden farklı canlıların Güneş’i veya yeryüzündeki manyetik alanı kullanarak çok uzun seyahatler etmeleri de buna örnektir. Kuşlardan, böceklerden balıklara kadar farklı birçok canlı türü bu yöntemleri kullanır. Güneş’e bakarak yön bulan canlılar için birçok sorun vardır; Güneş’in sürekli yer değiştirmesinden kapalı havalarda gözükmemesine kadar bu sorunlar değişir. Bazı göçmen kuşlar ve karınca türleri, kapalı havalarda, gökyüzünde mavi ışığın polarize olmasından faydalanarak Güneş’in yerini belirlerler. Oysa, bizim böylesi bir yön bulma yöntemini keşfedebilmemiz elektromanyetik dalgaları keşfimizle mümkün olmuştur.
Birbirlerinden farklı canlıların sahip oldukları sayısız hayret verici özellikten biri ise ışık üretimidir. Bu teknolojiyi derin denizde yaşayan balıklardan, deniz analarından, ateş pirelerinden, bazı mantar türlerinden, bazı kurtçuklardan, ateş böceklerine kadar birçok canlı türü kullanmaktadır. ‘Evrimci soy ağacı’nda bu canlılar birbirleriyle alakasız yerlerde olduklarından; Evrim Teorisi’ne göre de bu canlılardaki ışık üretme özelliğinin birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmış olması gerekir. Bunun tesadüfen olması, daha önceki örneklerde defalarca vurgulandığı gibi olasılık açısından imkânsızdır. Özellikle denizlerde, bu özelliği birçok canlı kullanmaktadır. Fener balığı gibi bazı türler ışıklı uzantı şeklindeki uzuvları ile avlarını çekerken, deniz ejderhaları kırmızı ışık yayarak avlanır. Işık üretimini canlılar; eş çekmek, aydınlanma, avlanma, saldırganı korkutma gibi farklı amaçlar için kullanırlar.
CANLILARDA BESLENME VE KORUNMA
Canlılar dünyasındaki olgular tasarım delili için zengin bir kaynaktır, her bir canlı kendine özel beden yapısı ve davranışlarıyla bu delile katkıda bulunur. Ayrıca canlıların birbirleriyle ilişkileri de önemlidir, çünkü bununla ilgili fenomenlerin incelenmesiyle; canlıların, beraber yaşayacakları diğer canlıları bilen bir Güç’ün tasarımları olduğu anlaşılır. Beslenme, korunma ve ortakyaşam fenomenlerinin irdelenmesiyle, türlerin, diğer türlerle ilişkilerinden doğan çok önemli olgular tasarım delili için kullanılabilir; üreme ile ilgili fenomenlerin irdelenmesiyle ise tür içindeki farklı cinsiyetlerin birbirlerine uygunlukları tasarım delili için kullanılabilir. Bu her bir başlıkla ilgili o kadar çok örnek vardır ki her bir başlığı tüm ayrıntılarıyla ele almaya müstakil birer ansiklopedi bile dar gelir.
Canlıların, diğer canlı türleriyle beslenmesi ve kendilerini avlayan türlere karşı korunmaları, türlerin diğer türlerle ilişkilerinin birer parçasıdır. Örümceğin ağla avlanmasından, etçil bitkilerin böcekleri tuzaklarına düşürmesine
Natüralist-ateist yaklaşımı savunanlar, canlıların, diğer canlılarla beslenmelerini ve muhtemel düşmanlardan korunmalarını sağlayan özellikleri sayesinde yaşam mücadelesinde var olduklarını, doğal seleksiyona karşı direndiklerini, bu yüzden bu özelliklere şaşırmamız gerektiğini söylerler. Türlerin beslenecek ve korunacak özelliklere sahip olmadan yaşamlarını birkaç nesil bile sürdüremeyecekleri, yani doğal seleksiyona uğrayacakları doğrudur. Fakat -kitabın 3. bölümünde vurgulandığı gibi- doğal seleksiyonun varlığı, türlerin ve türlerin özelliklerinin nasıl var olduğunun açıklaması olamaz. Doğal seleksiyonun etkili olabilmesi için önce türlerin oluşması gerekir; yani türlerin oluşumu önce, doğal seleksiyonun fonksiyonu ise sonradır. Türlerin özellikleri, kendilerine fayda sağlayacak şekilde olduğunda, örneğin örümcek ağ üretmeyle ilgili kimyasal süreçleri ve tüm detayları tam olarak gerçekleştirebildiğinde, bu özelliği kendisine doğal seleksiyon sürecine karşı fayda sağlar; bundan önceki bir doğal seleksiyon süreci bu tip özelliklerin açıklaması olamaz.
Canlıların bahsedilen özelliklerinin her biri olasılık hesapları açısından ‘tedadüfen’ oluşması mümkün olmayan birçok proteinin varlığını gerektirir ve indirgenemez kompleks yapılar bu özelliklerin içinde mevcuttur. Ayrıca bu özelliklerin kamuflaj gibi bazıları, birbirlerinden çok farklı canlılarda gözükmektedir; bunlar ise aynı kompleks özelliklerin birbirlerinden bağımsız oluşmasının natüralist-ateist yaklaşıma çıkardığı, daha önce bahsettiğim soruna ek örneklerdir. Canlıların beslenme ve korunma gibi özellikleri o kadar büyük çeşitlilik gösterir ki, bu kadar büyük çeşitlilik ve bu kadar farklı muazzam yapı ve özellik açıklama gerektirir. Tek bir proteinin oluşumuna uzaydaki hammadde ve tüm evren zamanı yetmemektedir ama en basit tek hücrelide bu proteinlerin binlercesi vardır ve bu proteinlerin kendilerinden daha da kompleks organizasyonlarıyla; milyonlarca canlı türünde beslenme, korunma, ortakyaşam, üreme gibi türden türe çok çok büyük çeşitlilik ve ilginçlik gösteren fonksiyonel özellikler oluşmuştur. Üstelik bu özellikler Dünya gibi dar bir alanda, çoğu Kambriyen Patlaması’ndan bu yana geçen 600 milyon yıldan az; canlıların özellikleriyle ilgili olasılık hesapları açısından çok kısa bir süreçte ortaya çıkmışlardır. Bir de Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası’nda, bilinen filumların yarıdan fazlasının oluştuğunu ve bu sürecin 50 milyondan kısa bir zaman sürdüğünü düşünürsek; birçok çok hücreli canlının yeni beden tasarımlarının, mikro seviyedeki komplekslikleriyle ve değişik özellikleriyle, bu kadar kısa sürede tesadüfen oluşmasının olasılıksal imkânsızlığını daha iyi kavrayabiliriz.
CANLILARDA ORTAKYAŞAM VE ÜREME
Canlılar dünyasındaki diğer ilginç bir fenomen ise ortakyaşam (simbiyoz; İngilizcesi: symbiosis) olgusudur. Birbirinden farklı iki veya daha fazla türün bir arada yaşamasına ortakyaşam denir. Ortakyaşamda bazen bir tür menfaat elde ederken diğeri zarar görür (parasitism), bazen birinin menfaati diğerinde hiçbir zarar veya yarara sebep olmaz (commensalism), bazen ise iki taraf da karşılıklı olarak yarar sağlarlar (mutualism).
Tasarım delili için bunların en önemlisi iki türün varlığının birbirleri için olmazsa olmaz şart olduğu, bir türün yokluğunda diğerinin var olamayacağı durumlardır. Olasılık açısından yeni özellikleri olan bir türün ortaya çıkmasının ne kadar imkânsız olduğu buraya kadar işlendi. Bu tarzda bir ortakyaşamla ise yepyeni bir olasılıksal zorluk ortaya çıkmaktadır. Tekinin bile oluşması tesadüfen mümkün olmayan iki türün aynı anda ve Dünya’da aynı noktada buluşmaları gerekmektedir ki bu türler ortakyaşamlarını başlatıp sürdürebilsinler. Evrenin bütün alanı ve zamanı, tek bir proteinin bile tesadüfen ortaya çıkışını açıklamaya yetmezken; natüralist-ateist iddiaya göre ‘tesadüfen’ ortaya çıkmış olması gereken on binlerce proteine sahip farklı iki türün, aynı anda ve Dünya’nın aynı noktasında oluşmuş olmaları ve buluşup yaşamlarını sürdürmeleri hiç mümkün değildir. Bu türlerden biri diğeri olmadan yaşamını sürdüremeyeceği için, birinin önce oluşup, bekleyip, sonra diğeriyle buluşması da mümkün değildir. Bu ise olasılık hesapları açısından imkânsız olan sonuçları daha da imkânsızlaştıran bir olgudur.
Ortakyaşam bir hayvanla bir bitki arasında, iki hayvan arasında veya iki bitki arasında olabilir, özellikle bitkilerin çok önemli bir kısmı böcekler, kuşlar ve diğer hayvanlar sayesinde tohumlarını yayar ve varlıklarını sürdürürler. Ortakyaşamın en bilinen örneklerinden biri olan likenler, mantarların ve alglerin bir arada yaşaması sayesinde oluşurlar (zorunlu ortakyaşam). Mantarlar alglere su ve inorganik maddeler sağlarlar; algler ise mantarlara fotosentez yoluyla elde ettikleri organik maddeleri verirler. Ilginç bir ortakyaşam öyküsü ise Riftia adlı, besinleri yutacak ve sindirecek bir sistemi olmayan solucansı bir canlı ile kükürt-yükseltgeyici bakteriler arasındadır. Riftia bakterilerden, indirgenmiş karbon molekülleri alır ve bunun karşılığında bakteriye kimyasal-kendibeslek mekanizmasına yakıt sağlayacak hammaddeler olan karbondioksit, oksijen ve hidrojen sülfürü verir. Riftia’nın bedeninde hidrojen sülfürün zehirleyiciliğine karşı çok özel düzenlemeler vardır.
Karınca ile yaprak biti arasındaki ortakyaşam da ilginçtir. Yaprak bitleri bitkilerin özsuyunu emer, bunu yapamayan karıncalar, bu özsuyunu yaprak bitlerinden alır ve karşılığında, yaprak bitlerinin yavrularına bakar, yaprak bitlerini ve yavrularını düşmanlarına karşı savunurlar. Natüralist-ateist evrimcilerin en ünlü ismi Richard Dawkins, şöyle bir izahı, bu ortakyaşam örneğinin açıklaması olarak görmektedir: “Bu çeşit temel bir asimetri karşılıklı işbirliği içeren, evrimsel açıdan kararlı stratejilere yol açabilir. Yaprak bitlerinde bitki özsuyunu emebilecek türden bir ağız vardır, ancak bu tür bir ağız kendini savunma konusunda işe yaramaz. Karıncalar ise bitkilerin özsuyunu emmezler, ancak dövüşmeyi iyi becerirler. Yaprak bitlerini besleme ve koruma genleri, karıncaların gen havuzunda başarılı olmuşlardır; karıncalarla işbirliği yapma genleri ise yaprak bitlerinin gen havuzunda”…86 Dawkins haklıdır; böylesi bir ortakyaşam için karıncaların genlerinde yaprak bitleri ile nasıl ilişkiye gireceklerinin, yaprak bitlerinin genlerinde ise karıncayla nasıl ilişkiye gireceklerinin kodlu olması gerekir. Fakat bu bir açıklama değildir, aslında bu nokta natüralist-ateist yaklaşım için tam da sorun olan yerdir. Hücredeki basit bir işlev için gerekli bir molekülün bile genlerde tesadüfen kodlu olması matematiksel açıdan imkânsızdır. Birbirleriyle alakasız iki türün birbirleriyle ilişkileri gibi kompleks bir fenomenin, her iki türün de genlerinde tesadüfen kodlu olduğunu ve bu iki türün tesadüfen bir araya gelip yaşamlarını sürdürdüklerini kabul etmek ise hiç mümkün değildir.
Balıkların dişlerini temizleyen balıklardan, bağırsaklardaki parazitlere kadar birçok ortakyaşam örneği vardır. Zorunlu ortakyaşam tasarım delili için en önemlisi olsa da diğer ortakyaşam örnekleri de göz ardı edilmemelidir. Parazitlerin çoğu, içinde veya üzerinde yaşadıkları bedenin dışında yaşayamaz. Bu yüzden parazitin oluştuğu anda, içinde veya üzerinde yaşayacağı bir bedenle buluşması gerekir. Bunun tedasüfen oluşma olasılığının hesabı için; parazitin tesadüfen oluşmasının olasılığı olan bedenindeki proteinlerin ve bunların organizasyonunun ve şifresinin oluşma olasılığının, yaşamını üzerinde veya içinde sürdürebileceği bir bedenle buluşmasının olasılığıyla çarpılması gerekir (olmazsa olmaz şartların hepsi birbirleriyle çarpılır). Sonuçta türlerin ortaya çıkışının teker teker izah edilmesi kadar türlerin beslenme, korunma ve ortakyaşam gibi ilişkilerinin de açıklanması natüralist-ateist yaklaşım için aşılması imkânsız bir sorundur. Fakat türlerin bedensel oluşumlarını ve ilişkilerini kudreti ve bilgisi çok yüksek, bilinçli bir Güç ile açıklayan tasarım delili için, araştırmalar ilerledikçe daha çok ortaya çıkan komplekslik ve çeşitlilik ilave deliller oluşturmaktadır.
Canlılardaki beslenme, korunma ve ortakyaşam ile ilgili fenomenler, türlerin diğer türler gözetilerek tasarımlandığını gösterir. Türlerin, özellikle eşeyli üremesi ise türlerdeki bir cinsin (dişi) diğer cins (erkek) gözetilerek tasarımlandığı ile ilgili sayısız deliller sunar. Aslında çeşitli eşeysiz üreme şekilleri (ikiye bölünme, çoğa bölünme, tomurcuklanma, rejenerasyon, sporla çoğalma) de hayli kompleks olmakla birlikte eşeysiz üreme biçimleri daha da kompleks bir yapı gösterir. Eşeyli üremeyle çoğalan on binlerce türde erkeklerin ve dişilerin üremeyi sağlayan organları birbirlerine uygun olarak tasarlanmıştır. Bu tasarımda canlıların uyarılmaları, organların biçimsel uyumları, erkek organının ereksiyon olması, dişi organının oluşacak zigotu gerekli şekilde muhafaza ederek rahme ulaştıracak şekilde olması, rahmin yavruyu taşıyacak ve besleyecek şekilde olması gibi birçok ayrıntının hepsinin birden üremeyi sağlamaya uygun şekilde olması gerekir.
Eğer bu aşamaların her birini mikro seviyede teker teker incelersek karşımıza çıkan komplekslik inanılmaz boyutta olacaktır. Örneğin eşeyli üreme yapan türlerin dişi ve erkeklerinin birbirleri tarafından uyarılmalarını ve birbirleriyle seks yapma isteklerini ele alalım. Cinsel uyarımın beyin kimyasındaki karşılığı ve bununla ilgili hormonal düzenlemeler çok karmaşıktır. Moleküler seviyede bu oluşumlar öyle bir şekilde olmaktadır ki on binlerce türde kendi karşı cinsine karşı uyarılma olmaktadır; bu uyarılma hiç olmayabilirdi veya bir at bir kestane ağacına, bir fare bir ineğe, bir arı bir keçiye karşı cinsel ilişkiye girme isteği hissedebilirdi. Bu nasıl bir ‘tesadüftür’ ki cinsel birliktelik yoluyla çoğalan on binlerce türün dişi ve erkekleri arasında bir çekim oluşabilmektedir. Uyarılmadaki uyuma ise organlardaki uyum da katılmakta ve cinsel birleşme olmaktadır. Bundan sonraki aşamadaki uyum belki de önceden sayılan tüm uyumlardan daha komplekstir; erkeğin sperminin ve dişinin yumurtasının birleşmelerinden ve yeni canlıyı oluşturacak zigotu meydana getirmelerinden bahsediyorum. Birbirleriyle çiftleşen türlerin sperm ve yumurtaları da tam birbirlerine göre tasarımlanmıştır. Yeni canlıyı oluşturacak zigotun oluşumu gerçekten de çok karmaşık bir süreçtir; bu zigotun daha sonra canlı bedeninin göz, kulak, kalp, kıl, diş gibi farklı hücrelerini nasıl inşa ettiği hâlâ biyolojinin en büyük muammalarından biridir.
İnsan dışındaki diğer canlı türlerinin hiçbiri cinsel isteklerinin ve cinsel ilişkilerinin kendi türlerinin devamını sağlayacağının bile tam olarak ‘bilincinde’ değildirler. Gerçekleştirilen cinsel ilişkiden belirli bir süre sonra yavru(lar) meydana geleceği için, hayvan zihni bu bağlantıyı kuramaz. Hayvanlarda üremeyi (hayvan türlerinin varlığını) onlara doğuştan (apriori) verilmiş olan dürtüler sağlar. Bu dürtüler ise dişi ve erkekte farklıdır ve her bir türde gerekli uyumun sağlanması gerekir. Dürtülerin yanında hem cinsel organların hem spermlerle yumurtaların uyumuna hem de daha birçok uyuma ihtiyaç vardır.
Türün bir bireyinde oluşacak ciddi bir değişim, bu bireyin karşı cinsle çiftleşip yeni özelliklerini aktaracağı bireyler oluşturmasını engelleyecektir. Bu yüzden türün bir cinsiyetinde oluşacak değişikliği öbür cinsiyette oluşacak bir değişiklik takip etmezse; bu yeni özelliğin, türün özelliği olması pek mümkün görünmemektedir. Bu ise natüralist Evrim Teorisi anlayışını zora sokmaktadır; çünkü türün tek bir cinsiyetinde bile olasılık hesapları açısından tesadüfen oluşması mümkün olmayan özelliklerin, bir de on binlerce türde, karşı cinsiyetle eşgüdümlü bir şekilde oluşmasının gerekliliği, ‘tesadüf’ seçeneğini tamamen anlamsızlaştırmaktadır. Bu kadar çok canlı türünün içinde dişiler ve erkekler arasında sağlanan tüm bu kompleks ve mükemmel uyumlar tasarım delilini destekler. Böylesi bir uyumun, doğada bu kadar çok defa, binlerce türün kendine has enteresan özellikleriyle beraber ortaya çıkması natüralist-ateist yaklaşımla açıklanamaz. Fakat tasarım delili, türlerin dişileri ve erkekleri arasındaki tüm uyumların, kudreti çok yüksek ortak bir Tasarımcı (Tanrı) tarafından oluşturulduğunu söylediği için; canlıların üremesiyle ilgili bu olgular tasarım deliliyle uyumludur.
TÜRE HAS ÖZELLİKLER: ARI ÖRNEĞİ
Natüralist-ateist bir Evrim Teorisi anlayışını savunanlar, canlılardaki göz, kanat, beyin, beş parmaklık gibi birçok özelliği, ortak atadan alınan mirasla ve bu mirasın değişime uğramasıyla açıklamaya çalışırlar. Ortak atada özelliklerin ortaya çıkışını ise tesadüfe, bu özelliklerin korunmasını ise yaşam mücadelesinde sağladıkları avantajdan dolayı doğal seleksiyona uğramamalarına bağlarlar; böylece olasılık sorunundan mümkün olabilecek en basite indirgemeyle korunmaya çalışırlar. Buraya kadar, bu mümkün olabilecek en basite indirgeme kabul edilseydi bile, tesadüfün bir alternatif olamayacağı ve olasılık sorunundan kaçışın olmadığı işlendi. Burada ise natüralist-ateist anlayış açısından önemli bir sorunun daha altını çizmek istiyorum. Canlılar dünyasında birçok türün kendilerine mahsus öyle özellikleri vardır ki bu özelliklerin ortak bir atayla açıklanması mümkün değildir, çünkü bu özelliklere sahip olan ve bahsedilen türün atası olduğu iddia edilebilecek bir canlı yoktur.
Türlerin kendilerine mahsus özellikleri, özellikle türlerin davranışlarında gözlemlenir. Türlerin, davranışlarını sağlayan özelliklere doğuştan sahip olduklarını düşünürsek, natüralizme göre bu özelliklerin türlerin genlerinde kodlu olması gerekir. Bu tip özellikleri birçok kişi ‘içgüdü’ diye isimlendirir; fakat hayvan davranışlarını ‘içgüdü’ diye nitelemek sadece konuya bir başlık atmaktır, ‘içgüdü’ diye nitelenen davranışların nasıl oluştuğu ile ilgili muammalar hâlâ çözülebilmiş değildir, atılan başlığın altı önemli ölçüde boştur. Türün, mikro seviyedeki bir ihtiyacı için gerekli olan tek bir proteinin bile ne kadar kompleks olduğunu tekrar hatırlarsak, türün birçok organını kullanıp belirli işleri gerçekleştirdiği davranışlarının genetikteki kodunun çok daha kompleks olması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Canlılar dünyasında türlerin kendilerine mahsus özellikleri saymakla bitmez, burada örnek olarak insanların en çok tanıdığı türlerden biri olan balarısının bazı özellikleri kısaca ele alınacaktır.
Balarıları buldukları besin kaynaklarını diğer balarılarına haber vermek için çeşitli danslar yaparlar ve bu danslarındaki farklılıklarla, kaynağın yönünü ve uzaklığını gerekli şekilde tarif ederler. Arılar kovanı kurmalarından, işbölümlerinden, kovanın temizlik ve güvenini sağlamalarına kadar birçok farklı işi olağanüstü becerileriyle gerçekleştirirler. Bu kadar çok işi maharetle yapan arılar 1-2 ay kadar yaşarlar, bu insan yavrusunun daha emeklemeye bile başlayamadığı bir süredir. Ama arılar, doğuştan bu becerilere sahip oldukları için bunları öğrenmeye ihtiyaçları yoktur; aynen bizim kalbimizi nasıl attıracağımızı, böbreklerimizi nasıl çalıştıracağımızı öğrenmediğimiz gibi. Dans etmemiz, bilgisayarı icat ederek kullanmamız, ev süpürmemiz ve kapımıza kilit koymamız zaman sürecinde oluşmuş, sonradan öğrenilmiş davranışlardır. Bunları yapmamız ve yapabilmemiz kültürle ve bilimsel birikimle alakalıdır ve ‘birikimli komplekslik’ ile bunları yapışımız açıklanabilir. Fakat balarısının doğuştan tüm özelliklerine sahip olduğunu ve bu özelliklerin birçoğunun, miras olarak alındığı bir ata da gösterilemeyeceğini unutmayalım.
Balarılarının mükemmel yaptıkları ve bir atadan miras olarak alınmayla izah edilemeyecek özelliklerinden biri de peteği inşa etmeleridir. Balarılarının on milyonlarca yıldır bugünkü gibi petek yaptıkları fosillerden de bilinmektedir. Balarıları bedenlerindeki salgılar sayesinde balmumu imal etmekte ve bu hammaddeyle peteği inşa etmektedirler. Petekli bal alan birçok kişinin de görebileceği gibi peteğin yüzeyi altıgenlerden oluşmaktadır. Acaba neden bu şekil dikdörtgen, beşgen, sekizgen değil de altıgendir? Bunun matematiksel araştırmasını yapanlar, birim alanın tamamen kullanılması ve en az malzemeyle petek yapılabilmesi için en ideal şeklin altıgen olduğunu gördüler. Petekler üçgen veya dörtgen olsaydı da boşluksuz kullanım mümkündü, diğer geometrik şekillerde ise petekte boşluklar kalır. Fakat altıgen hücreler için kullanılan malzeme üçgen ya da dörtgen için kullanılan malzemeden daha azdır. Sonuç olarak altıgen hücre; en çok miktarda bal depolarken, yapılması için en az balmumu gereken hücre tipidir. İki aydan az yaşayan arı, enerjisini ve peteklerini en verimli kullanacağı şekil genlerinde kodlu bir şekilde dünyaya gelir ve vazifesini yapar.
Aslında arının genlerinde kodlu olan matematiksel çözümlerde bundan daha da kompleksleri mevcuttur. Petekteki gözlerin altı tane yanal yüzü ve birbirine eş üç eşkenar dörtgenden oluşan tabanı vardır. Antonie Ferchault adlı bir böcek bilgini, ‘arılar problemi’ adını vererek, peteğin en ideal şekilde yapılmış olması için, tabandaki eşkenar dörtgenlerin hangi açıda olması gerektiğini merak etmiş ve bu problemi çözmeleri için bir Alman, bir İsviçreli ve bir İngiliz matematikçiye ricada bulunmuştur. Üç matematikçinin vardığı sonuçla arının yaptığı açı aynıdır: ‘70 derece 32 dakika’. Hayvanların bu tip becerileri içgüdüsel olup, öğrenilmediği için; peteği yapacak bilgiler arıların DNA’larında kodlu olmalıdır. Doğal seleksiyon, yaşam mücadelesinde başarısız olan canlıların nasıl elendiğini açıklayabilir. Fakat ‘70 derece 32 dakika’ kadar ince bir açıda birazcık kusur olsa; örneğin ‘69 derece’ veya ‘72 derece’ açı olsa, mükemmel olmayan bu açıyı yapan arının doğal seleksiyon ile elenmesi için mantıklı bir sebep olamaz. Yeni-Darwinizm’in kurucu babalarından Theodosius Dobzhansky, Darwin’in Spencer’dan aldığı ‘en uygunun yaşaması’ (survival of the fittest) deyiminin yanıltıcı olduğunu, genetik ve diğer alanlardaki gelişmelerin ‘uygun’ (fit) olanın yaşayacağını gösterdiğini söyler.
Balarıları peteklerle ilgili matematiksel çözümlere genlerinde sahip olmalarının yanında, petekleri nasıl inşa edeceklerinin pratiğine dair becerilere de genlerinde sahiptirler. Balarılarının yaptığı kadar düzgün altıgenleri ve petekteki eşkenar dörtgenlerin ideal açısı olan ‘70 derece 32 dakika’yı, eğitimli biri bile cetvelle çizmeye kalksa zorlanırdı. Oysa balarıları, bu ideal geometrik şekilleri beraber yaparlar; bu ise, her bir balarısının diğerlerinin yaptığı işi de hesaplamasını gerektirir, yoksa peteğin gözleri bozulur, ama arı kovanında hesap ve uygulama hatasına yer yoktur.
Balarısının mükemmel peteği yapması için gerekli bu aşamaların (bir kısmına, çok kısaca değindim) tesadüfen bir canlı bedeninde buluşması olasılık olarak imkânsızdır. Canlıların proteinleri gibi kompleks moleküllerinin nasıl oluştuğuyla ilgili açıklama; bir binanın tuğlaları, kapıları, seramikleri gibi materyallerinin nasıl oluştuğuyla ilgili açıklamaya benzer. Oysa bir binanın tuğla, kapı, seramik gibi materyallerinin oluşmasının yanında, tüm bunların bir araya getirileceği bir plana da ihtiyaç vardır ve elbette canlı bedenleri için de aynısı geçerlidir.
ÖZGECİLİK, İŞBİRLİĞİ VE YAŞATICI GEN
Özgecilik (altruizm, diğerkâmlık; İngilizcesi: altruism) başkasının faydaları için yapılan davranışların adıdır. Canlılar dünyasında özgeci davranışlar sıkça görülür. Bu davranış şeklinin, kan emen yarasaların kendi guruplarında gıda elde edemeyenlere emdiği kanı hediye etmesinden, birçok kuş türünün kendinin olmayan yavruların yetişmesine ve korunmasına yardım etmesine kadar birçok örneği vardır. Özgeci davranışların en ilginç örneklerine rastlanan canlıların başında ise ayrıntılı bir şekilde belirlenmiş işbölümüne göre hareket eden karıncalar, termitler, arılar gibi hayvanların değişik türleri gelir.
İnsanın özgeci davranışlarını kültürle ve sonra öğrenmeyle de alakalı olduğu için ayrı tutarsak, bahsedilen canlıların hepsi, doğuştan, yapacakları özgeci davranışların ve işbirliğinin genetik kodlarına sahiptirler. Bu konunun uzmanı kabul edilen ünlü natüralist-evrimci bilim insanı Edward O. Wilson bu konuda şöyle demektedir: “Bütün bu hayranlık uyandıracak kadar karmaşık faaliyetler içgüdüseldir ve genlerle belirlenir. Öğrenilmeleri ya da kültürel olarak aktarılmaları imkânsızdır.”
Hayvanların özgeci davranışları ve işbirliği için karınca türleri iyi birer örnektir. Birçok karınca türünde öyle bir işbölümü vardır ki kimi karıncalar kraliçenin beslenmesi, kimi avlanma, kimi yuva kurma, kimi korunma, kimi yavrulara bakma gibi işleri üstlenirler.
İşçi karıncalar, düşman saldırısına uğradıklarında, toksik kimyasal maddeyle dolu bedenlerini, bir intihar bombacısı olarak patlatırlar.
Darwinci yaklaşımın belki de en önemli unsuru, yaşam mücadelesinde canlılar arasındaki rekabete dikkat çekmesi, bu rekabetin sonunda ‘en uygun olanın yaşadığı’nı, ‘uygun olmayanların doğal seleksiyona uğradıkları’nı söylemesi ve bu çerçevede türlerin oluşumunu izah etmesidir. Rekabete ve mücadeleye bu kadar vurgu yapan bir teori için canlılar dünyasında önemli ölçüde işbirliği olması ve özellikle de ‘yaşam mücadelesi’nde kendi yaşamını sürdürmeye çalışma yerine, türü için kendini tamamen feda etme noktasına varan özgeci davranışların bulunması önemli bir sorun oluşturmaktadır. Natüralist-evrimci yaklaşımı savunanlar özgeci davranışları iki şekilde açıklayarak bu sorunu çözmeye çalışırlar. Ilk olarak özgeci davranışlar karşılıklılık ilkesiyle açıklanır, buna ‘karşılıklı özgecilik’ (reciprocal altruism) denir.
Canlılar dünyasında kendi yaşamını feda etmeye varan davranışlar ‘karşılıklı özgecilik’ ile açıklanamaz. Bunun için, bireylerin üzerindeki etkileriyle işleyen doğal seleksiyon mekanizmasının yanına, ortak genleri paylaşan akrabalar üzerinde işleyen ‘akraba seleksiyonu’ (kin selection) mekanizması önerilmiştir. Özgeci davranışları açıklamada başvurulan ikinci yol işte bu ‘akraba seleksiyonu’ mekanizmasıdır, özellikle William Hamilton’un 1960’lardaki çalışmaları böylesi bir mekanizmayı gündeme getirmiştir.
Aslında, ‘karşılıklı özgecilik’ ve ‘akraba seleksiyonu’ ile canlılar dünyasındaki bütün özgeci davranışları açıklamak mümkün değildir. Balina ve yunusların hastalıklı canlılara yaptıkları yardım veya genetik havuza katkısı olmayacak yaşlı akrabalara yapılan yardımlar bu cinstendir. Eğer özgecilikle başkalarına yapılan bilinçli yardımlar ve bencillikle bilinçle kendi menfaatini kollama kastediliyorsa, hayvanlar âleminin büyük kısmı için, örneğin en çok kendilerinden örnekler verilen karıncalar, arılar, termitler gibi hayvanlar için; ne bilinçli bir özgecilik, ne de bilinçli bir bencillik geçerlidir. Hayvanlar dünyasında, Dawkins ve Wilson’ın da kabul ettiği gibi, bilinçli özgecilik olmadığı için
‘Akraba seleksiyonu’ özgeci davranışların, türlere yaşam mücadelesinde nasıl avantaj sağladığını ve doğal seleksiyona karşı koruduğunu gösterebilir. Fakat, asıl sorun, türe avantaj sağlayan bu özgeci davranışların ve işbirliğinin, genetik kodunun nasıl oluştuğudur. Wilson ve Dawkins genlerin bencil olduğunu göstermek için birçok örnek veriyorlar. Fakat hiçbir şekilde bu genlerin tesadüfen veya doğal seleksiyonla oluşabileceğini gösteremiyorlar; oysa, asıl mesele budur, genlerin ‘özgeci’ veya ‘bencil’ olması değildir. Elbette türe avantaj sağlayan özelliklerin genetik kodları (bencil diye çağrılan) türe yaşam mücadelesinde avantaj sağlar ve türün yok olmasını (doğal seleksiyona uğramasını) engeller. Wilson ve Dawkins, sıkı sosyal ilişkileri olan canlıların genlerinin, doğal seleksiyonla elenmeye karşı koruyan -özgeci davranışlar gibi gözüken- davranışların genetik koduna (bencil kodlar) sahip olduğunu göstererek, türlerin nasıl oluştuğunu gösterdiklerini sanıyorlar. Fakat daha önce defalarca vurgulandığı gibi, bir canlının doğal seleksiyona uğramaması, o türün nasıl oluştuğunun açıklaması olamaz. Doğal seleksiyonun varlığı ayrı bir şeydir, türlerin oluşumunun doğal seleksiyonla gerçekleştiğini söylemek apayrı bir şeydir. Kitap boyunca sıkça dikkat çektiğim bu mantık hatasını, Wilson ve Dawkins tüm çalışmalarında tekrarlıyorlar. Bence, verdikleri tüm örnekler, aslında tasarım delilini destekleyecek verilerdir. Genlerde ‘bencillik’ olarak nitelendirdikleri hususlar; bu genlerin sebep olduğu özgeci davranışların türe yaşam mücadelesinde avantaj sağladığını ve bunların genetik kodunda rastgelelik olmadığını göstermektedir. Bahsedilen türlerin bütün üyelerinin etkileşimleri, sosyal yaşamları ve muhtemel karşılaşacakları sorunlar göz önünde bulundurularak; bu türlerin genetik kodlarının düzenlendiği anlaşılmaktadır. Kendini besin deposu olarak kullandıran karınca türünün elemanlarını ele alalım; bu özelliğin, bu türün bir kısım elemanlarına verilmesi, ancak diğerlerinin böylesi elemanlara ihtiyacı varsa ve bu türün işbölümü göz önünde bulundurulmuşsa anlamlıdır. Karıncaların korunma, beslenme, yuva kurma, yavruların bakımı, kraliçenin beslenmesi gibi farklı vazifelere ve özgeci davranışlara dayanan işbölümü ile ilgili genetik kodun; ancak karıncaların tüm ilişkiler ağı göz önünde bulundurulmuşsa oluşturulması mümkün olabilir. Tüycükler ve proteinler gibi mikroskobik seviyedeki yapıların bile tesadüfi oluşumu imkânsız olunca, makro seviyedeki böyle davranışların, mikro seviyedeki tüycük ve proteinler gibi binlerce düzenlemeyi gerektirdiklerinden, tesadüfi oluşumlarının çok daha olanaksız olduğunu anlayabiliriz.
Canlıların beslenme, korunma ve ortakyaşam ile ilgili özelliklerinin, türlerin, diğer türler gözetilerek tasarlandığını göstermesinin; canlıların üreme ile ilgili özelliklerinin, cinsiyetlerin diğer cinsiyet gözetilerek tasarlandığını göstermesinin yanında; canlıların özgecilik ve işbirliği gibi özellikleri ise türlerin bireylerinin, diğer bireyler ve aralarındaki işbölümü gözetilerek tasarlandıklarını gösterir. Tüm bu özellikler canlıların genetiğinde kodludur ve bahsedilen her bir özelliğin sağlanması ancak proteinler gibi binlerce kompleks ve birbirleriyle uyumlu çalışan molekülün hücreleri oluşturmasına, bu hücrelerin dokular olarak organize olmalarına, bunların organlar ve bedenin bölümleri olarak oluşmalarına, tüm bedenin bölümlerinin ise birbirleriyle uyum içinde çalışmalarına ve her biri çok kompleks bu aşamaların, kendilerinden daha da kompleks bir şekilde genlerde kodlanmış olmalarına bağlıdır. Bu özellikleri olan genlerin ise tesadüfen ve doğal seleksiyonla oluşması imkânsız olduğu için; özgecilik ve canlılardaki işbölümü ile ilgili davranışların oluşumunun natüralist-ateist bir yaklaşımla açıklanabilmesi mümkün değildir. Böylesi genlere Dawkins’in ‘bencil gen’ demesinde bir sorun görmüyorum ama ben böylesi genlere ‘yaşatıcı gen’ demeyi tercih ederim.
NATÜRALİZM, TASARIM DELİLİ VE ZİHNİN VARLIĞI
Buraya kadar sadece doğa içinde kalarak evrensel oluşumları ve canlıları açıklamaya çalışan natüralist-ateist yaklaşım ile bunları yaratıcı, tasarımcı, bilinçli bir Tanrı’nın eserleri olarak açıklayan kozmolojik delil ve tasarım delili karşılaştırıldı. Bu karşılaştırmalar 1- evrenin varlığı, 2- doğa yasalarının belli bir şekilde varlığı, 3- fizikî dünyadaki oluşumlar, 4-canlılığın ortaya çıkışı ve canlılar dünyasındaki fenomenler irdelenmek suretiyle yapıldı ve kozmolojik delil ve tasarım delilinin neden başarılı olduğu, natüralist-ateist yaklaşımın ise neden başarısız olduğu gösterildi. Natüralist-ateist yaklaşım beceremediği şeyi becerebilseydi, yani bahsedilen bu dört maddeyi de doğa içinde kalarak ‘zorunluluk ve şans’ ile açıklayabilseydi bile; bu açıklama yine de zihnin açıklamasını içermezdi. Zihin derken, özellikle insan zihnini kastediyorum, bunun nedeni, Descartes gibi, hayvanları otomatlar olarak kabul etmem değil,
Zihnin varlığından tasarım deliline ulaşmak iki şekilde olabilir. Birincisinde, insan zihninin maddî evrende olmayan bir cevher içerdiği savunulur; buna göre ‘ruh’ maddeden farklı bir cevherdir ve maddî bedenle buluşturulmuştur. Maddî evrene ait olan bir evrim süreci elbette ki maddî olmayan bir cevherin açıklaması olamaz. Bu yaklaşıma göre, ayrı bir cevher olan ‘ruh’un maddî bedenle uyum içinde çalışması, ayrı bir cevherle ilişkilendirilen ‘bilincin’ davranışlarımızı kontrol etmekteki başarısı, ancak bilinçli bir Yaratıcı’nın bu uyumu sağlaması ve bu farklı iki cevheri buluşturmasıyla mümkündür. Fakat gözle görülemeyen, elle dokunulamayan bir cevherin varlığını natüralist-ateist görüşü savunanlar kabul etmezler ve ‘bilinç’ veya ‘ruh’ diye adlandırılan zihin özelliklerinin, maddenin, beyin şeklini aldığında kazandığı özelliklerden ibaret olduğunu savunurlar. Bilgisayarın sırf maddeden oluşması, bilgisayar alanındaki gelişmelerle ‘yapay zekâ’nın (artificial intelligence) özelliklerinin geliştirilmesini de tezlerini destekleyen bir olgu olarak kullanırlar.
Sıkça yapılan bir hatanın tam da bu noktada altını çizmek istiyorum. Yapay zekâların, daha da geliştirilmeleri sonucunda birçok konuda insanın başaramayacaklarını başaracaklarına, hatta şu anda bile birçok şeyi daha iyi gerçekleştirdiklerine hiçbir şüphem yok. Fakat yapay zekâların insan zihninden mahiyet olarak farklı olduğunu, bu makinelerin beceri derecesini arttırmanın hiçbir şekilde onları, insan zihni gibi bilinçli bir zihne çeviremeyeceğini düşünüyorum; çünkü asıl sorun beceri derecesi değil, bu mahiyet farklılığıdır. Eğer insan zihninin deneyimleri maddî süreçlere indirgenebilseydi, belki bunların yapay zekâ ile taklidi söz konusu olabilirdi ama bu hiç de mümkün görünmemektedir. Örneğin insanın mutluluk, sıkıntı, acı gibi zihni deneyimlerini ele alalım; bunları maddî süreçlere indirgemeye kalktığımızda karşımıza güzel bir manzara görme veya ayağımıza diken batması gibi maddî süreçler çıkabilir. Ama bunları ne kadar indirgersek indirgeyelim, karşımıza çıkan güzel manzara görme zihindeki mutluluk deneyiminden, ayağa diken batması ise zihindeki acı deneyimden tamamen farklıdır. Aslında maddî süreçlere bazılarınca indirgenebileceği zannedilen renkleri görme deneyimi de dış âlemde bulunan renklerin kendisine ve soğuk deneyimimiz de bedenimizin dışındaki fizikî süreçlere indirgenemez. Burada dikkat edilmesi gerekli husus, bir deneyimimizin maddî bir sürece indirgenebilmesi ile maddî bir süreçten dolayı kaynaklanması arasındaki önemli farktır. Örneğin, dış dünyada derecenin düşmesi, moleküllerin bedenimizle teması, sinirlerin beyne bunu iletmesi gibi fiziksel süreçler elbette ki soğuk deneyiminin arkasında vardır; fiziksel süreçlerin aynısını kablolarla yapay zekâya iletsek, yapay zekâ insanın söyleyemeyeceği hassasiyette dışarıdaki dereceyi gösterebilir, fakat hiçbir şekilde soğuk veya sıcağa dair deneyimimizin bir benzeri yapay zekâca yaşanmış olmaz.
Zihnin deneyimlerini maddî süreçlere indirgeyemediğimiz için, bunların maddî olarak programlanması ve yapay zekâya aktarılması mümkün değildir, yoksa sorun birçok kişinin sandığı gibi yapay zekânın kabiliyetlerini daha arttırmak ile ilgili değildir. Mutluluk, acı, inanç, istek, ümit gibi deneyimlerin maddî süreçlere indirgenemeyecek olması, bir kısım materyalistleri, bu deneyimlerin aslında hiç olmadığı iddiasına kadar sürüklemiştir; materyalizmin sağduyuya ve her gün yaşadığımız deneyimlere zıt bu iddiayı yapan koluna ‘eleyici materyalizm’ (eleminative materialism) denir.
Diğer yandan, zihnin maddî süreçlere indirgenemeyeceğini savunanların hepsi, zihni madde dışı bir cevherle ilişkilendirmezler. Buna göre zihin, madde dışında bir cevherle hem alakalı değildir hem de maddî süreçlere indirgenemez; zihin, madde belli bir şekilde bir araya gelince ‘zuhur eden’ (emergent) özelliklere (bu görüşte ‘cevher’ kavramıyla ‘özellik’ yer değiştirir) sahiptir, zihni bilgisayar programı ile aynı şekilde görmek mümkün değildir. Bu görüşün en ünlü savunucularından biri John R. Searle’dür ve onun bu konudaki ‘Çin odası’ örneği meşhurdur. Searle, Çince bilmediğiniz ve bir odaya kapatıldığınız varsayımıyla örneğine başlar. Bu odada, mektupla gelen Çince yazıları, odadaki Çince bir kitaptaki yazılarla eşlemeniz, bu bir araya getirme işleminde kitabın işaret edeceği Çince yazıları da mektupla geri göndermeniz istenir. Odaya gelen Çince yazılar bazı sorulardır, defterde bunlarla ilgili eşleşmede cevapları bulursunuz ve geri gönderirsiniz ama Çince bilmiyorsunuzdur. Dışarıdan olayı izleyen ve size verilen komutlarla hareket ettiğinizden ve Çince bilmediğinizden habersiz olanlar, sizin Çince bilip soruları cevapladığınızı zannedeceklerdir. Searle, bilgisayarların işlemesinin de buna benzetilebileceğini; bilgisayarların bilincinde olmadan sembolleri kendilerine verilen programa göre kullandıklarını ve yapay zekânın insan zihnini taklit etmesinin mümkün olamayacağını söyler.
Evrim Teorisi canlılar dünyası için aşağıdan-yukarıya bir açıklama yapmaya çalışır. Zihnin özellikleri, maddî süreçlere indirgenemediği için (aşağıya indirgenemediği için), aşağıdan-yukarıya bir açıklama tarzıyla izah edilmeleri mümkün değildir. Sonuçta zihnin özellikleri iki şekilde açıklanabilir: 1- Madde dışı bir cevherle ilişkilendirilerek, 2-Zuhur etme (emergence) ile açıklanarak. Bu iki şıktan hangisinin doğru olduğunu gösterecek bilimsel bir düzenek kurmak mümkün değildir; çünkü herhangi bir bilimsel düzenek ancak zihnin özellikleri maddî süreçlere indirgenebilseydi mümkün olurdu. O zaman bu tartışmayı doğa bilimlerinden ayrı bir felsefî veya teolojik platforma taşımak gerektiği söylenebilir. Fakat felsefecilerin ve hatta aynı dini inanca mensup teologların bile insanın madde dışı bir cevhere sahip olup olmadığı konusunda ortak bir görüşleri yoktur. Bu konuyu kitabın 5. bölümünde ele alacağım.
Zihnin ‘zuhur eden’ bir özellik olduğunun söylenmesiyle ne kadar az şeyin söylendiği gözden kaçmamalıdır; bu görüş bir yandan maddenin tek cevher olduğu fikriyle uyumlu gözükür, diğer yandan madde kendisinden adeta sihir oluşturulan, kendisiyle kendisinden oluşanın tanımlanamadığı bir cevhere dönüştürülür. Maddeden zihnin oluşması, maddenin belli bir şekilde birleştiğinde zihin oluşturacak potansiyele sahip olması demektir. Bu da bizi, tasarım delili için önemine daha önce değinilen ‘doğa yasalarının belli bir şekilde varlığından tasarım deliline ulaşma’ ile aynı sonuca götürür. Madde ile oluşan her şey, maddedeki potansiyelin görünür olması demektir; bu açığa çıkan potansiyelden en çok şaşırılacak ve hayranlık uyandıracak olan ise evrenin bilinen en kompleks yapısı olan insan zihnidir. Sonuçta insan zihni ister ayrı bir cevherin ürünü olsun, ister ‘zuhur eden’ bir özellik olsun; insanın bu özelliğinin maddî süreçlere indirgenememesi, bu özelliğin Evrim Teorisi ile veya herhangi bir natüralist-ateist açıklamayla izah edilememesi demektir.
ZİHNİN ÖZELLİKLERİ VE TASARIM DELİLİ
Zihnin varlığından tasarım deliline ulaşmakta ilk yol zihni madde dışı bir cevher olarak değerlendirmekken, ikinci yol zihnin sahip olduğu özelliklerin tesadüf ve doğal seleksiyonla açıklanamayacağını; bilinçli, kudretli bir Tasarımcı’nın eseri olarak zihni görmemizin tek tutarlı yol olduğunu savunmaktır. Önceki başlıkta belirtildiği gibi zihnin ayrı bir cevherle alakalı olup olmadığı tartışmalıdır; ben, bu yüzden, zihnin özelliklerinden tasarım deliline ulaşan ikinci yaklaşımı benimsiyorum. Zihnin en önemli özelliklerinin başında evreni anlaması gelir. Einstein, en anlaşılmaz şeyin evrenin anlaşılması olduğunu söylemiştir; o, evrenin anlaşılır olmasını ve zihnin onu anlamasını, Tanrı’nın kendini açığa vurması olarak görmüştür.
1-Evren anlaşılır olmalıdır: Eğer evren düzensiz, kaotik bir yer olsaydı, insan bebeklikteki şaşkınlığından hiçbir zaman çıkamazdı. Eğer evrendeki oluşumlar düzenli ama zihnin anlayabileceğinden çok daha karmaşık olsalardı, evrenin anlaşılır olması yine mümkün olamazdı. Sonuçta, doğa yasalarının varlığı ve anlaşılmayacak kadar karmaşık olmamaları sayesinde evreni anlarız, bu yasaların bu şekilde varlığı zihnin evreni anlayabilmesinin önşartıdır. Yüksekten atılan eşyaların düşmesi gibi yerde duran eşyalar belirsiz bir şekilde uçsaydı, her sabah kalktığımızda yattığımızdan farklı bir mekânda uyansaydık, odada duran su bir anda kaynamaya, eşyalarımız bir anda yok olmaya başlasaydı, kısacası hiçbir doğa yasasının olmadığı bir evrende yaşasaydık; zihnin, ne dil gibi düşünmesini sağlayan bir aracı kullanması, ne de toplumsallaşma mümkün olurdu, sonuçta zihnin evreni anlaması da söz konusu olamazdı.
2-Zihin doğuştan (apriori) zaman ve mekân sezgilerine sahip olmalıdır: Kant’ın gösterdiği gibi zihin, doğuştan apriori olarak zaman ve mekân sezgilerine sahiptir. Kant, uzay ve zaman sezgilerinin deneyden değil akıldan geldiklerini ispatlamak için çeşitli deliller öne sürer. Küçük çocuklar mesafeler hakkında hiçbir fikre sahip olmadan, hoşlarına gitmeyen şeylerden uzaklaşmak ve hoşlarına giden şeylere yaklaşmak isterler. Öyleyse bunların yanlarında, önlerinde, dışlarında olduğunu apriori olarak bilirler. Ayrıca çocuk, dış dünyanın farkına varmadan ‘önce’ ve ‘sonra’ duygusuna sahiptir; eğer olmasaydı dış dünyayı algılamaya başlayamaz, tüm algıları karmakarışık olurdu. Uzay ve zamanı hesaba katmadan hiçbir şeyi idrak edemeyiz. Bu imkânsızlık da bu sezgilerin dışardan gelmeden önce zihinde var olduklarını gösterir. Ayrıca aritmetik ve geometrinin hakikatlerinin hiçbir deneye başvurulmadan doğruluğunun bilinmesini de Kant, uzay ve zaman algılarının zihinde, doğuştan, apriori olarak olduklarının bir delili kabul eder. Eğer doğuştan bu sezgilere sahip olmasaydık, duyu organlarıyla gerçekleşen algılarımız kaotik bir karmaşa içinde olacak ve bir şey ifade etmeyecekti. Zihnin sahip olduğu bu apriori koşullarla ancak deneyim mümkündür.
Zihnin sahip olduğu bu apriori koşulların genetikle aktarılması, DNA’nın içinde nükleik asitlerle kodlanmış olması gerekir. Hiç kimse zihnin bu özelliklere nasıl sahip olduğunun biyokimyasını gösteremediği gibi, genetik olarak bu özelliklerin nasıl aktarıldığı da gösterilememiştir. Fakat şurası kesindir: Zihin baştan hem ‘tam zaman’, hem ‘tam mekân’ algılarının ikisine birden sahip olmalıdır. Yarım mekân algısı, dörtte üç zaman algısı diye bir şey düşünülemez; ayrıca zaman ve mekân algılarından biri, diğerinin yokluğunda bir işe yaramaz. Zihinde bu iki apriori koşul tam ve beraber olmazsa, Kant’ın gösterdiği gibi deneyim gerçekleşemez.
3-Zihin matematiksel olarak düşünebilecek yetenekte olmalıdır: Evrenin anlaşılır olması ancak zihindeki çeşitli yeteneklerle mümkündür. Zihnin evreni anlamasını sağlayan en önemli yeteneklerinden biri ise matematiksel düşünme özelliğidir. Daldan beş domates koparan çiftçinin ikisiyle yemek yapınca kaç domates kalacağını bilmesinden, sabah koyunlarını götüren çobanın kaç koyunla dönmesi gerektiğini sayarak kontrol etmesinden, köprülerin, cep telefonlarının, yapay zekâların yapımına kadar insan zihni hep matematiği kullanır. Insanın diğer hayvanlara hükmetme ve dünyayı tüm canlılardan daha fazla değiştirebilme becerisinin altında yatan en önemli faktörlerden biri de insan zihninin matematiksel yeteneğidir. Arıların daha önce gördüğümüz petekle ilgili hesaplarında da müthiş bir matematiksel hesaplama mevcuttur. Fakat bu tip örnekleri, insanın matematiksel düşünme ve düşünce aracılığıyla üretme, kontrol etme, hareket etme yeteneklerinden ayırt etmek gerekir; arılardaki gibi matematiksel hesaplamayla ilgili özellikler, bu hayvanların genlerinde doğuştan kodludur, bu hayvanlar düşünerek bu özelliklere sahip olmazlar. Yoksa arılar, peteğin inşa edileceği en verimli şekil ve açıları hesap edecek matematiksel bir düşünme yeteneğine sahip değildirler. Insan zihninin matematiksel düşünme yeteneği diğer tüm canlılara göre çok üst düzeydedir ve bu yeteneğin nasıl oluştuğu ile ilgili natüralist-evrimci bir açıklama yapılamamaktadır. Ancak bu yeteneğin insana avantaj sağladığı ve doğal seleksiyon, seksüel seleksiyon gibi mekanizmalarla bu yeteneğin ortaya çıktığını ifade eden açıklamalar mevcuttur. Bu açıklamalar, bu kitap boyunca sıkça dikkat çekilen bir yanlışın ilave bir örneğidir. Bir özelliğin canlıya avantaj sağladığı için doğal seleksiyona uğramadığı veya türün dişilerinin bu avantaja sahip bireylerle çiftleşip (seksüel seleksiyon) bu avantajı yaygınlaştırdıklarını söylemek, bahsedilen avantaj getiren özelliğin nasıl ortaya çıktığını göstermez; sadece ortaya çıkan özelliğin neden yok olmadığını gösterir. Eğer sorulan soru “Matematiksel özelliğe sahip insanlar neden doğal seleksiyona uğramadı” olsaydı, bahsedilen cevaplar geçerli olabilirdi. Ama soru “Insan zihninin matematiksel düşünme gibi kompleks ve üst seviyede önemli bir özelliği nasıl oluşmuştur” şeklindedir. Bu soruya ise natüralist-ateist anlayışın verebileceği bir cevap yoktur.
4-Zihin gelişmiş dil kullanma yeteneğine sahip olmalıdır: 20. yüzyılda felsefenin üzerinde en çok odaklandığı sorunların başında dil konusu gelmektedir. Wittgenstein gibi bu yüzyılın en ünlü felsefecileri, ünlerini, bu soruna odaklanarak elde etmişlerdir. Bu dönemde, dilin öğrenilmesi ile ilgili yerleşmiş kalıpları kökten sarsan Noam Chomsky’nin fikirleri devrim niteliğinde oldu. Chomsky, insan zihninin doğuştan özel yetenekleri olmadan, dil öğrenme gibi kompleks bir işi, bebeklik çağında gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söyledi.
İnsan, diğer bütün canlılardan farklı olarak, sonlu sayıdaki kelimeyle, sonsuz duruma uygun ifade ediş biçimleri kullanabilir. Insanın bu yeteneği, matematik yeteneği gibi, hiçbir hayvanla kıyaslanmayacak boyutta gelişmiştir. Dünyadaki hiçbir canlının iletişimi, dili yaratıcı bir şekilde kullanan ve onla her duruma uygun ifadeler oluşturan insanla kıyaslanamaz. Insanı insan yapan unsurların başında dil gelmektedir; gerek kendimiz üzerine, gerek evren üzerine düşünmemize imkân veren, yaratıcı bir şekilde kültür oluşturma ve iletmemize olanak sağlayan yaratıcı şekilde dil kullanma yeteneğimizdir. Insanın insan olmasında, dik durma veya baş parmağın mevcut şekilde olması gibi özelliklerden çok daha fazla dil kullanma yeteneği önemlidir. Bu özellik biz insanlara doğada büyük avantaj sağlar ve doğal seleksiyona karşı direnmemize, bedensel hassaslıklardan doğan eksikliklerimizi kapamamıza olanak verir. Ama doğal seleksiyon bu özelliğin açıklaması olamaz; önce bu özellik açığa çıkmış olmalıdır ki doğal seleksiyona karşı avantaj sağlamış olalım. Doğal seleksiyonun, bu özelliğin yavaş yavaş gelişmesini her aşamada korumuş olması, Darwinci arzu edilen açıklamadır; fakat bu yavaş yavaş gelişmeyi gösteren canlılar veya fosilleri doğada mevcut değildir. Insanın dili kullanma yeteneğiyle, hayvanların en gelişmiş şekilde iletişim kuranlarının arasında bile tesadüfle ve doğal seleksiyonla kapatılması imkânsız bir uçurum vardır.
5- Zihnin hafıza ve duyu algılarını değerlendirme gibi birçok özelliği olmalıdır: Insan, yaratıcı bir şekilde dil kullanma ve kültür oluşturma yetenekleriyle diğer canlılardan ayrılır. Fakat bu özelliklere uygun bir hafızaya sahip olmasaydık, örneğin yirmi-otuz kelimeden fazlasını aklımızda tutamasaydık bu kadar gelişmiş bir dil kullanma ve düşünme yeteneğine sahip olamazdık. Aynı şekilde zihnin en önemli fonksiyonlarından birisi dış dünyadan gelen görme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyu algılarını değerlendirmektir. Gözün görme duyusuna katkısından, kulağın işitme duyusuna katkısından daha önemlisi beyinde görme ve duyma fenomenlerinin nasıl oluştuğudur; ne yazık ki beyinde duyu algılarının nasıl değerlendirildiğine dair çok az şey biliyoruz. Fakat biliyoruz ki duyu verileri, trilyonlarca nöronlu ve katrilyonlarca sinapslı beynimizde değerlendirilmeden, zihnimiz mevcut yeteneklerine sahip olamazdı.
Hayvanlar dünyasında birçok canlının gelişmiş hafıza yetenekleri olduğunu biliyoruz. Ayrıca insandan daha uzağı gören, daha keskin koku alma yeteneği olan, dokunma duyuları daha gelişmiş hayvanlar var. Bu yüzden bu maddede değindiğim zihin özelliklerinde -matematiksel düşünme ve dil yeteneğinde olduğu gibi- insanla diğer canlılar arasında uçurum olduğunu söylemiyorum. Bu özellikler, insan zihninde insanın ihtiyaçlarına tam cevap verecek niteliktedir ve bunlar olmadan insan zihninin dış dünya ile kendini anlaması ve düşünmesi mümkün değildir.
6- Zihin bilinç özelliğine sahip olmalıdır: Bilincin, buraya kadar sıralanan tüm zihin özelliklerinden hem daha farklı, hem daha önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette bilinç, zihnin doğuştan sahip olduğu özelliklerle, matematiksel ve mantıksal yeteneğiyle, dil yeteneğiyle, duyu algıları ve hafızayla ilişkilidir. Fakat bilinç, maddî süreçlere indirgenemediği gibi bahsedilen bu özelliklere de indirgenemez. O zaman bilinç, tüm bu özelliklerden farklı bir zihin özelliğidir ve şüphesiz zihin özellikleri içinde tartışılması en zor olan da odur. Bilinç, sadece karmaşık zihinsel süreçlerde gözükmez, aslında en basit zihinsel deneyim bile bilinçle ilgilidir. Ayağımızın altından gıdıklandığımızı düşünelim; ayağımızın altına dokunulması, sinirlerin bu olayı beyne iletmesi gibi fiziksel olayların dışında bir de ‘bilincinde’ olduğumuz bir gıdıklanma deneyimi vardır ki, artık bunu tek başına hiçbir maddî süreçle ve hatta zihinsel başka özellikle (dil yeteneği, hafıza gibi) açıklayamayız. Çok rahatlıkla bir robot yapıp, ayağının altına dokunulduğunda kendisine kayıtlı gülme sesini dışarı yayınlamasını ve ayağını çekmesini programlayabiliriz; fakat gıdıklanmanın ‘bilincinde’ olmayla ilgili süreci maddî hiçbir forma sokamadığımız için bilgisayara ‘gıdıklanma’yı yaşatamayız. Böylesi basit bir deneyimimizde bile var olan bilinç, evreni anlayabilmemizi sağlayan en temel zihinsel faktördür. Evrenin ve zihnin bahsedilen tüm özellikleri, ancak zihnin ‘bilinç’ özelliğiyle buluştuğunda; evreni anlamamız, o farkındalığa sahip olmamız gerçekleşir.
Natüralist-ateist bir yaklaşımla zihnin tüm bu özelliklerini açıklamak mümkün değildir. Bu özelliklerin matematik yeteneği ve dil kullanma yeteneği gibi olanlarında insanla diğer canlılar arasında büyük bir uçurum vardır. Bu uçurumun kapanması ne tesadüfle, ne de doğal seleksiyon ile mümkündür. Doğal seleksiyona dayalı Evrim Teorisi’ni ilk olarak ortaya koyan iki kişiden biri olan Wallace’ın bile vurguladığı gibi; doğal seleksiyonla insan zihnini açıklamak mümkün değildir.
İNSANCI İLKE ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Buraya kadar, evreni ve canlıları sadece doğanın içinde kalarak açıklamaya çalışan natüralist-ateist anlayış ile bunların üstün bir kudret ve bilinçle Tanrı tarafından tasarlandığını söyleyen tasarım delili karşılaştırıldı. Bu karşılaştırma beş konuya odaklanarak yapıldı: 1-Maddenin yaratılışı, 2-doğa yasalarının tasarımı, 3-fizikî dünyadaki tasarımlar, 4-canlıların tasarımı, 5-zihnin tasarımı. Bahsedilen konuları irdeleyerek neden tasarım delilinin başarılı olduğunu, natüralist-ateist anlayışın ise başarısız olduğunu göstermeye çalıştım.
Natüralist-ateist anlayışı savunanlar, modern bilimin verileriyle tasarım lehine çıkan sonuçtan kaçınmak için, İnsancı İlke’yi tasarım delilinden farklı yorumlamaya çalışmışlardır. İnsancı İlke’nin bu tarzdaki yorumu, Zayıf İnsancı İlke’ye (Weak Anthropic Principle) dayandırılarak savunulmaya çalışılmıştır. Zayıf İnsancı Ilke şöyle ifade edilebilir: Evrendeki yerimizin zorunlu olarak ayrıcalıklı olduğunu, gözlemciler olarak varlığımızla uyumlu olacak şekilde hesaba katmak zorundayız.
İnsancı İlke’yi bu şekilde yorumlayanlara karşı John Leslie’nin kullandığı hoş bir örneği aktarayım:
İnsancı İlke’nin sunduğu verileri, ‘insanın gözlemci olarak seçici özelliği’yle açıklamakla yetinip, bunların tasarım delili için kullanılmasına karşı çıkanların yaptığı mantık hatasını göstermek için Swinburne, şöyle bir örnek verir:
İstanbul, Nişantaşı’nda, Güzelbahçe Kliniği’nde doğan birisi “Bu klinikte doğma olasılığım milyarda bir, bundan dolayı bu klinikte doğmam özel bir tasarıma işaret ediyor” dese; bu, elbette kendi gözlemci etkisiyle olasılıkları seçen birinin, bunu, özel bir tasarıma atfetmesindeki yanlış mantığa işaret ediyor olur. Çünkü bu şahıs, dünyadaki milyarlarca ayrı evde veya klinikte de doğabilirdi; Nişantaşı’ndaki kliniği ‘belirtecek’ (özel kılan) bir durum olmadığı için bu mantık tamamen yanlıştır. Belirtme ile kasıt, bir durumla, ondan bağımsız olarak var olan bir model arasındaki eşleşmedir. Burada kilit kavram ‘bağımsız’ olmaktır. Olasılık açısından olması düşük, hem de ‘belirtili’ (bağımsız olarak var olan bir modelle eşleşebilen) olaylar tasarımı gösterir.
Elinizde şu anda okuduğunuz kitabın bilinçle yazıldığını, rastgele kelimelerin arka arkaya gelmesi veya mürekkebin dökülmesiyle oluşmadığını anlamanız; bu metinden bağımsız olarak var olan Türkçe sözlerin ve Türkçe gramerin bu kitapta buluşması ile açıklanabilir. Mürekkebin rastgele dökülmesi veya bir matbaanın rastgele harfleri arka arkaya basmasıyla bu kadar çok Türkçe sözcüğün, Türkçe gramerine uygun şekilde bir kitapta buluşması mümkün değildir. Bu kitaptan ‘bağımsız’ olarak Türkçe kelimeler ve Türkçe gramer vardır; yani hedef ‘bağımsız olarak belirli’dir ve bu kitap o hedefle eşleşebildiği için bu kitabın rastgeleliklerle oluşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu da, kilit kavram olan ‘bağımsızlık ve belirtililik’ ile olasılık hesapları açısından gerçekleşmesi çok düşük olan (kompleks olan) bir olgunun bir araya gelmesinin neden tasarımı gösterdiğinin; şu anda elinizde okumakta olduğunuz bir örneğidir. Hiç şüphesiz canlılar dünyasındaki olgular ve canlıların genlerindeki bilgiler, bu kitaptan kat kat daha komplekstir; üstelik bunların fonksiyonelliğinin eşleşeceği, ‘bağımsız’ olgular da saymakla tüketilemeyecek kadar çoktur.
Tasarım delilini destekleyen birçok olguda ‘bağımsız’ bir hedef vardır ve o hedefe uygun yapı, tesadüfen bir kez bile oluşması olasılık hesapları açısından mümkün olmasa da vardır. Örneğin olasılık hesapları açısından incelediğimiz Serum Albumin proteininin hücre içinde yerine getireceği vazife bu proteinden ‘bağımsız’ olarak vardır ve bu protein kompleks bir şifrenin bir kasaya uyması gibi vazifesine uyar. Daha önce örnekleri verilen türlerin dişi ve erkeklerinin birbirlerine uyumları, türlerin beslenme ve korunma gibi özelliklerinin diğer canlıların özelliklerine uyumlu olmaları, bedendeki kompleks yapıların çevreyi algılayacak veya çevrede hareket edecek şekilde olmaları ve tüm bu ‘bağımsız’ olaylarla eşleşebilen özelliklerin, olasılık olarak evrende tesadüfen bir kez bile oluşamayacak olmalarına rağmen var olmaları; bunların bilinçle ve kudretle oluşturulmuş tasarımlar olduğunu gösterir.
İnsancı İlke’nin verileri tasarım delilinin gücüne güç katar, yeter ki bu ilkenin bahsedilen yanlış yorumu düzeltilsin. Evrende uygun koşulların çok hassas ayarlarla ayarlanması sayesinde ‘biz’ varız, ‘bizim’ varlığımız bu sebeplerin bir sonucudur; yoksa ‘bizim’ varlığımızı sebep, evrende bizden önce var olan hassas ayarları sonuç gibi alıp, onları, ‘biz’ ile açıklamaya kalkarsak, büyük bir hata yapmış oluruz. Bizim konumumuz ve var oluş şartlarımızdan dolayı gözlemlerimiz etkilenir; fakat bizim gözlemlerimiz, gözlediklerimizin varlığının açıklaması olamaz. Gözlediğimiz olgulardaki komplekslik, olasılık olarak bu kompleksliğin tesadüfen oluşamayacak olması ve bu kompleksliğin fonksiyonel yapısı (bağımsız olarak belirli olaylarla eşleştirilebilmesi) tasarım delilinin gücünün hiçbir itirazla karşı konamayacak kadar yüksek olduğunu gösterir.
SONSUZ EVREN SENARYOLARI
Dünyada insanların varlığı için gerekli olandan çok daha fazla düzen vardır. Evrende canlılığın var olabilmesi için gereklilikler, hep çok küçük olasılıkların seçilmesi sayesinde oluşmuştur; eğer böyle olmasaydı, bu olgulardan çıkarsanan tasarıma dair sonuç da bu kadar güçlü olmayacaktı.
Ateist anlayış, İnsancı İlke’nin, gözlemcinin seçici etkisiyle yorumlanmasıyla tasarım delilinden kaçılamayacağını anlayınca; bu yaklaşımlarını ‘sonsuz evrenler senaryoları’ ile birleştirme yoluna gitmişlerdir. Buradaki amaç, olasılıklarla ilgili ortaya çıkan sorunu, düşük olasılıkları sonsuza kıyaslamak suretiyle önemsiz göstererek aşmaktır: Sonsuz evrenler varsa, bu evrenlerden biri olan bu evrendeki hassas ayarlara şaşırmamız gerektiği, çünkü sonsuz evrenlerden birinde bu olasılığın gerçekleşmesinin muhtemel olduğu söylenmeye çalışılır. Her şeyden önce, bu yaklaşım, ateizmin müttefiki natüralist anlayıştan boşanması veya natüralizmin kendisini inkâr pahasına tasarım delilinin götüreceği sonuçlardan kaçınması anlamlarını taşır. Çünkü natüralist felsefenin ve metodun amacı, doğayı (doğa derken içinde bulunduğumuz evren kastedilir), sadece doğa içinde kalarak açıklamak, metafizik varlıklara ve hipotezlere başvurmamaktır. Oysa bu evren dışında sonsuz veya trilyonlarca evren olduğu görüşü ne gözleme, ne deneye, ne de sağlıklı bir akıl yürütmeye dayanır. Aslında söylenmek istenen şudur: “Bu evreni yaratan, tasarlayan bir Tanrı’nın varlığını kabul etmek istemiyorsanız, sonsuz evrenlerin varlığını kabul etmek zorundasınız; çünkü bu evrendeki hassas ayarlar ve canlılar dünyasındaki tasarımlar ancak sonsuzla kıyaslanırsa önemsizleştirilebilir ve böylece tasarım delilinin götürdüğü sonuçlardan kaçılabilir.” Aslında ateizmin düştüğü bu durum çok ironiktir; Tanrı’nın merkezinde olduğu bir ontolojiden kaçınmak istenirken, ‘sonsuz evrenler senaryolarına dayanan metafizik ontolojilere sığınmak’ tek alternatif olarak karşılarına çıkmıştır. Swinburne bu hususta şöyle demektedir: “Evrenimizin düzenliliğini açıklamak için bir Tanrı yerine sonsuzca başka evren varsaymak, mantıksızlığın en üst düzeyi gibi görünüyor.”
Her şeyden önce, sonsuz evrenlerle ilgili senaryo, bu bölümün önceki sayfalarında bahsettiğim ‘sonsuz’ ile ilgili paradokslardan kurtulamaz. (Arka arkaya eklemeyle ‘gerçek sonsuz’ olamayacağına dair Hilbert’in hotelinden verilen örnekleri hatırlayın.) Ayrıca sonsuz evrenlerle ilgili önerilen birçok model fizik bilimi açısından engellere sahiptir. Örneğin bu evrenin oluşumunu sonsuzca tekrarlayarak sonsuz evren senaryolarını savunmak isteyenlerin benimsediği Açılıp Kapanan Evren (Oscillating Universe) modeli; entropi yasasının bir sonu gerektirmesi, bir noktada evrendeki madde bir daha evrenin kapanmasını imkânsız kılacak şekilde dağılacak olması, evrenin açılmasındaki kritik hız kaybedilince bir daha evrenin açılmasının mümkün olmaması ve çekim gücü gibi evrenin bilinen en temel yasasına aykırı olması gibi sebeplerden dolayı savunulamaz.
Edward Tyron’un 1973 yılında ortaya attığı Vakum Dalgalanmaları (Vacuum Fluctuation) modeli ise bizim evrenimizin ve diğer birçok evrenin kuantum dalgalanmaları sonucunda oluştuğunu söylemiştir.
Andrei Linde’nin Kaotik Şişme (Chaotic Inflationary) modeli ise şişen evrenlerin mini evrenlere bölündüğünü, daha sonra bu mini evrenlerin şişip yeni mini-evrenlere bölündüklerini, bu sürecin kesintisiz devam ettiğini söyleyerek sonsuz evrenler önerir.
Ockhamlı William’ın (1285-1347) geliştirdiği ve ‘Ockhamlı’nın usturası’ (Ockham’s razor) diye anılan tutumluluk ilkesi; herhangi bir şeyi açıklamak üzere öne sürülen birden fazla açıklama söz konusu olduğunda, bunlar arasında, açıklanmak durumunda olanı en az sayıda açıklayıcı ilke ve kabulle açıklayan ve olabildiğince çok şeyi açıklamayı başaranın seçilmesini söyler. Buna göre, en basit açıklama, gerçekliği olduğu şekliyle tarif eden en muhtemel açıklama olma durumundadır. Ockhamlı’nın bu ilkesi, hem modern bilimin hem de felsefenin önemli ilkelerinden biri olarak geniş kabul görmüştür. Bu ilke sayesinde ‘zihnimizde ve dilimizde var olanlar’ ile ‘gerçekte var olanları’ ayırt etmeyi öğrenir, gereksiz ve yararsız açıklamalarla uğraşmaktan korunuruz. Bu ilkenin ‘ustura’dan söz etmesinin nedeni, gereksiz olanı kopartıp atmaya yaramasından dolayıdır. Teorik fizikte, ‘Ockhamlı’nın usturası’nın hışmına uğraması gereken birçok spekülasyon vardır. Bu spekülasyonların ‘ustura’nın hışmına uğramalarını gerektiren ortak nedenler şunlardır:
1- Bu iddialar hiçbir delile dayanmamaktadır.
2- Bu iddialar evrendeki hiçbir olguyu açıklamamakta ve bilgimize katkıda bulunmamaktadır.
3- Bu iddialar sadece bilim-kurgu filmlerinin işlevini görmekte ve tartışarak vakit kaybına sebep olmaktadır.
Evrenin sayısını sonsuzca büyüten, tek bir evreni sonsuz evrenle açıklamaya çalışan modelleri, Ockhamlı William duysa, bu modelleri herhalde lime lime doğrardı. Bu modellerin hiçbirinin tek bir delili olmadığı gibi, evrendeki herhangi bir olguyu daha iyi anlamamıza en ufak bir katkısı da bulunmamaktadır.
SONSUZ EVRENLERLE KAÇIŞ MÜMKÜN MÜ?
Sonsuz evrenler senaryosu hem metafizik bir senaryodur hem de bilgimize hiçbir katkı yapmadan tek bir evreni varlığı meçhul sonsuz evrenlerle açıklamaya kalktığı için ‘Ockhamlı’nın usturası’ndan nasibini almalıdır. Fakat bir an için sonsuz evren senaryolarının doğru olduğunu kabul etsek bile; bunun, tasarım delilinin gücünü azaltmayacağını ve bizi ateizmin arzu ettiği sonuca yine de götüremeyeceğini de vurgulamakta fayda görüyorum.
İnsancı İlke’nin sonuçlarından kaçınmak için sonsuz evrenler senaryosunu ortaya atanların yaptığının neye benzediğini size bir örnekle açıklamak istiyorum: Binlerce rulet masası olan bir kumarhanede olduğunuzu düşünün. Size tüm rulet oyunlarının hileli olduğunu (sonucun önceden tasarlandığını) söylüyorum ve delil olarak binlerce masadaki yüz binlerce oyunun sonucunu önceden söylüyorum. Verdiğim sonuçlar doğru çıkınca, rulet oyunlarının sonucunun evvelden bilindiğine kanaat getiriyor ve birisine bu olayı anlatıyorsunuz. Anlattığınız kişi ise bunun tesadüfen olabileceğini, eğer kumarhanelere giden tüm insanların böyle bir tahminde bulunurlarsa, birinin tutturma ihtimali olduğunu söylüyor. Bunun olasılık açısından imkânsız olduğunu gösterdiğinizde, aslında sonsuz sayıda gezegenler olabileceğini, bu sonsuz gezegenlerdeki sonsuz sayıdaki kumarhanelerde böyle tahminlerde bulunan sonsuz sayıda kişiler olabileceğini, bunlardan birinin rastgele bir tahminle böyle bir sonucu yakalaması muhtemel olduğu için; size kumarhanelerin rulet oyunlarının önceden bilindiğini söyleyen benim yalancı olduğumu, benim bunu rastgele başardığımı söylerse cevabınız ne olur? Diyelim sonsuz sayıdaki kumarhanelerin varlığına inandınız, binlerce rulet masasındaki yüz binlerce rulet oyununun sonucunu bilmemi yine de tesadüfle açıklamaya kalkar mıydınız?
Dembski’nin bir örneğinden esinlenerek şöyle bir örnek de verebilirim:
Atatürk Kültür Merkezi’nde Say’ın, Bach’ın 1. Brandenburg Konçertosu’nu dinlediğimizi düşünün. Sonsuz olasılık olsaydı bile Say’ın bu konseri bilinçli bir şekilde (tasarımla), hangi tuşlara vuracağını seçerek (bir kısım olasılığı seçerken diğerlerini eleyerek), verdiğini bana düşündüren mantık, bu evrenin tasarımlı olduğunu düşünmeme yol açan mantıkla ortak noktalara sahiptir. Say’ın müzik performansından bağımsız olarak Bach’ın 1. Brandenburg Konçertosu mevcuttur, yani ‘bağımsız’ bir olgu mevcuttur ve rastgele vurulan tuşların böylesi ‘bağımsız bir eser’le tesadüfen eşleşmesi imkânsızdır. Üstelik Say; Bach’ın 2. Brandenburg Konçertosu’nu, 3’üncüsünü, 4’üncüsünü, 5’incisini, 6’ıncısını ve Klausen Konçertosu’nu çalarken de aynısı olmuştur. Yani Say’ın rastgele bir şekilde tuşlara vurup bu sesleri çıkarmadığı sadece sağduyuyla değil, matematiksel olasılık hesapları ve mantıksal bir sunumla da gösterilebilir. Üstelik bu gösterim, evrende ve canlılar dünyasındaki diğer tasarıma dair olgularda olduğu gibi, gözlenen olguların matematiksel ve mantıksal değerlendirmesine dayanmaktadır. David Hume’un eleştirdiği tasarıma dair klasik argümanların birçoğunda olduğu gibi, bu yaklaşım analojilere dayanmaz. Buna karşın, sonsuz evren senaryoları ile tasarımı inkâr eden tutum ne bir gözlemin, ne de bir matematiksel veya mantıksal yaklaşımın sonucudur. Fazıl Say’ı dinlerken, sonsuz evrenlere dair senaryoların etkisiyle, rastgele tuşlara basan şanslı birinin çıkardığı sesleri dinlemediğinize eminseniz; evrende rastgele bir şekilde oluşması buna kıyasla çok daha imkânsız olguların (çok daha kompleks olguların), bu olguların eşleştiği bağımsız olayların da varlığını düşünerek, rastgele şekilde oluşamayacağını rahatlıkla anlamanız gerekir. Dembski tasarımı anlamamıza yarayan bu ölçüte ‘belirtili komplekslik’ (specified complexity) demektedir. Gerçekten de bu ölçüt; Say’ın rastgele tuşlara vurmadığından, evrendeki canlıların tesadüfen oluşmadığına kadar değişik tasarımsal olguları nasıl anlayabileceğimizin mantığını başarıyla ifade etmektedir.
DÜNYA İLKESI VE ‘OLMAZSA OLUR’ TASARIMLAR
İnsancı İlke’nin bahsedilen yanlış yorumunda, insanın gözlemci olarak kendisinin varlığı için gerekli şartları seçmesi ile sonsuz evrenler senaryosu birleştirilerek; insanın, kendi varlığını mümkün kılan şartlara şaşırmaması, çünkü o şartlar gerçekleşmeseydi zaten var olamayacağı söylenir. Bu yorumun yanlış olduğunu bazı örneklerle buraya kadar açıkladım. Bahsedilen yaklaşım yanlıştır, fakat bu yaklaşım doğru olsaydı bile sadece insanın varlığını mümkün kılan ‘olmazsa olmaz’ şartlar için geçerli olurdu. İnsanın varlığı için zorunlu olan şartlar ‘olmazsa olmaz’ şartlardır. Örneğin suyun ve karbon atomunun varlığı insan varlığı için ‘olmazsa olmaz’ şarttır. Fakat Dünya’daki, tasarımın varlığını gösteren birçok delil, ‘olmazsa olmaz’ şartlara dâhil değildir. İnsan, bitkiler ve hayvanlar âleminin %1’inin var olmasıyla bile yaşayabilir. Oysa hayvanlar ve bitkiler âleminin bu %1’lik kısımlarının dışında kalan canlılar da tasarım delili için delil niteliğindedirler.
Örneğin yarasayı ele alalım. Yarasanın varlığı insanların varlığı için ‘olmazsa olmaz’ şart değildir. Öyleyse yarasanın Dünya’daki varlığını, insanın, gözlemci olarak seçici özelliğiyle açıklayamayız. Tasarıma dair sonuçtan insanın gözlemci olarak seçici özelliğiyle kaçmak isteyenler “Yarasa olmasaydı var olamazdık, bu yüzden yarasanın varlığını gözlemekten başka şansımız yoktur; demek ki yarasanın varlığına şaşırmamalıyız” diyemezler. Daha önceden olasılık hesabını yaptığımız Serum Albumin gibi birçok protein yarasanın bedeninde de bulunmaktadır. Bu proteinlerden bir tanesini ele aldığımızda, tüm uzayın atomlarının, evrenin başından beri, sadece yarasanın ele alacağımız tek bir proteinini bile oluşturmaya gücü yetmediğini görürüz. Ayrıca, yarasanın genlerinde, -daha önce bahsedildiği gibi- mükemmel bir şekilde sonar sistemini kullanmasını mümkün kılacak becerilerin kodlu olması da insan varlığı için ‘olmazsa olmaz’ şartlardan olmamakla beraber, rastgele oluşumlarla bu sonar siteminin ve bu sistemin genetik kodunun oluşumu açıklanamaz. Yarasanın bedenindeki protein gibi yapılar ve yarasanın bahsedilen marifetleri için gerekli genetik kodlar, insan varlığı için ‘olmazsa olur’ olgulardır; insan, yarasa olmadan da var olabilirdi. Canlılar dünyasının %99’u insan varlığı için ‘olmazsa olur’ olgular sunduğuna göre; canlılar dünyasından tasarım delili için çıkan verilerin, insanın gözlemci etkisiyle açıklanması mümkün değildir. Ne yazık ki bu husus gerekli şekilde dikkatleri çekmemiştir. İnsanın gözlemci etkisiyle, kendi varlığı için ‘olmazsa olmaz’ şartları seçtiğini söyleyip, bunlara şaşırılmamasını ve tasarıma dair bunlardan bir sonuç çıkarılmamasını isteyenler; sanki bu iddiaları insan varlığı için ‘olmazsa olur’ statüsünde olan tasarım örneklerini de açıklıyormuş gibi bunlar üzerinde durmamışlardır.
Benim önerim, Dünya İlke’si (The World Principle) adını verdiğim daha geniş bir ilkenin savunulmasıdır. Bu ilke, İnsancı İlke’yi de içine alan bir ilkedir. Fakat bu ilke, insanın var olması için gerekli ‘olmazsa olmaz’ şartların yanında, insanın varlığı için ‘olmazsa olur’ olgulardan olan, tüm canlıların ‘olmazsa olmaz’ şartlarını ve mükemmelliklerini de kapsar. Örneğin az önce bahsedilen yarasanın varlığı için gerekli proteinler ve yarasanın genlerinde mükemmel bir şekilde sonar sistemini kullanması için gerekli genetik kodlar da bunun içindedir. Dünya İlkesi ile varılan sonuç kısaca şudur: Dünya, canlılar için seçilmiş özel bir alandır. Bu alan, Tanrı’nın canlılar yaratmak suretiyle sanatını, gücünü sergileme alanıdır. Dünya’da akıllı bir varlık olan insanın gözlemci olarak bulunması, bu serginin sebeplerinden sadece biridir. İnsanın yanı başında bu kadar çok çeşitli canlının var olması bir açıklamaya muhtaçtır. Bunlar, insanın varlığı için gerekli şartları gözlemlemesiyle açıklanamaz. Çünkü bunlar olmadan da insan var olabilirdi. Özellikle bitkisiyle hayvanıyla tüm canlılar, insanın ‘olmazsa olmaz’ ihtiyaçlarının çok ötesinde; mükemmelliği, üstün bir sanatı ve kudreti göstermektedirler. Dünya İlkesi, bizi, İnsancı İlke’nin yöneldiği ‘olmazsa olmaz’ şartların dışındaki ‘olmazsa olur’ olguların olduğu geniş bir alana yöneltmektedir. Bu alana İnsancı İlke’nin yöneldiği verilere ilaveten şunlar da girmektedir:
1- İnsan dışındaki diğer canlılar.
2- İnsanın yaşaması için ‘olmazsa olmaz’ şartlardan olmayan mükemmellik göstergeleri (iki böbreğimizin veya bademciğimizin olması gibi).
3- Saydıklarımızın hepsinin tek bir gezegende (Dünya’da) toplanması.
Dünya İlkesi’nin en önemli özelliği; İnsancı İlke’nin, insanın, kaçınılmaz olarak kendisini var eden koşulları gözlemlemesindeki ‘seçici özellik’ vurgulanarak tasarımın lehinde kullanılmasına gelen itirazları karşılamasıdır. Dünya İlkesi’nin bakışının yöneldiği tasarımlar inayet delili, teleolojik delil gibi başlıklarda ele alınanlardan farklı değildir. Fakat Dünya İlkesi, hiçbir kaçış yeri bırakmayacak şekilde İnsancı İlke’ye gelecek itirazları savuşturup tasarım delilini desteklemektedir ve insan varlığı için ‘olmazsa olur’ tasarımların önemini göstermektedir.
Ayrıca Dünya İlkesi’nin diğer önemli bir yanı, olasılık hesaplarının sadece Dünya alanı içinde yapılmasını gerektirmesidir. İnsanın varlığını mümkün kılan ‘olmazsa olmaz’ şartlar İnsancı İlke’nin yanlış yorumuyla bertaraf edilebilseydi bile; tek bir gezegende toplanmış ve olasılık hesaplarına göre tesadüfen oluşmaları imkânsız olan yüz binlerce canlı, bilinçle ve kudretle oluşturulmuş bir tasarımı ispat etmektedirler. Daha önce evrendeki baryon, foton ve elektron sayılarının toplamı olan 1090 sayısıyla, evrenin saniye sayısı olan 1018’i ve en yüksek kimyasal hız olan 1012’yi çarptık ve 10120’yi bulduk. Sonra bu sayı ile insanın var olması için ‘olmazsa olmaz’ şartlardan olan Serum Albumin proteininin sırf amino asitlerinin diziliş olasılığı olan 101110 sayısını kıyasladık. Dünya İlkesi’ne göre bu hesabı yarasanın vücudundaki bir protein için yaparsak, artık insanın var olması için ‘olmazsa olmaz’ şartlara bakmayacağız, bunun yerine insanın yanı başında Dünya içinde yaratılan yarasanın tek bir proteinini inceleyeceğiz. (Dilediğiniz bir hayvan veya bitkinin yapısındaki proteini veya özelliklerinin genetik kodunu da ele alabilirsiniz.) Önceden Serum Albumin için yaptığımız hesabı, Dünya İlkesi’ne göre, yarasanın bir proteini için gerçekleştirdiğimizi düşünelim. Kümemiz Dünya’nın içi olacağı için, evvelden gördüğümüz 1090’lık sayımız, Dünya içindeki protonların, nötronların, elektronların ve fotonların toplam sayısına inecektir. Evren’in yaşı ile ilgili sayımız ise Dünya’nın yaşına inecektir. Bu sefer bakılan şu olacaktır: “Dünya’daki tüm protonlar, nötronlar, elektronlar ve fotonlar amino asitlere dönüşse ve Dünya’daki her saniye 1012 kez bir protein oluşturmaya çalışsalar; yarasanın bu tek bir proteinini (yarasanın sonar sistemi de ele alınabilirdi) oluşturmayı becerebilirler mi?” Bütün evrenin tüm zamanında bile tesadüfen meydana gelmesi mümkün olmayan tek bir proteinin oluşması böylece daha da imkânsızlaşır.
Bütün evrenin parçacıklarını bir proteinin amino asit dizilimini rastgele oluşturmak için seferber ettiğimizde bile bunun imkânsız olacağını gördük. Amacım, Dünya İlkesi’nin, bakışlarımızı Dünya içine çevirdiğini, Dünya’daki tasarımların varlığını matematiksel olarak temellendirdiğini göstermektir. Bazılarının sonsuz evrenler senaryosunu dile getirdiği bir dönemde, Dünya İlkesi, sonsuz evrenler var olsa bile, sonsuz evrenlerle ve hatta bu evrenin geri kalanıyla ilgilenmeden bu Dünya’nın içinden tasarım delilini temellendirebileceğimizi, sırf Dünya’nın içinde kalarak olasılık hesapları yapabileceğimizi göstermektedir. İnsanın yanı başında -tek bir gezegende- birçok özellikli milyonlarca canlı türünün tesadüfen oluşmalarının ve toplanmalarının olanaksızlığından gücünü alan Dünya İlkesi’ne ve onun desteklediği tasarım deliline karşı konulması mümkün değildir. Tasarım delili birçok ayrı alandan gelen sayısız verilerin bir araya gelmesiyle, ‘birleşmeli tümevarım’ (consilience of induction) yöntemiyle çok başarılı şekilde sonuca varmaktadır.