Evrim Teorisi’nin Ortaya Konması
BÖLÜM TANITIMI
Daha önceki bölümde incelenen, ‘tasarım delili’, ‘mekanist yaklaşım-gayesellik’ veya ‘türlerin ontolojik gerçekliği’ konuları hakkında yapılan bilimsel ve felsefî tartışmalar, Evrim Teorisi ortaya konduktan sonra yeni bir boyut kazanmıştır. Bu bölümde 19. yüzyılın başından başlayarak Evrim Teorisi’nin ortaya konması ve evrimi ele alınacaktır. Aynı zamanda Evrim Teorisi’nin oluşmasında ve kabulünde rol oynayan paradigma; örneğin pozitivizmin felsefî görüş olarak etkisinin yaygınlaşması ve sosyolojik, ekonomik değişimlerin oluşturduğu çerçeve irdelenecektir. Kitap boyunca ele alınacak konuların iyice kavranması için hem Evrim Teorisi’nin evrimini hem de bu teorinin oluşumuna ve kabulüne etki eden ve aynı zamanda bu teoriden etkilenen paradigmayı beraberce göstermeye çalışacağım. Bu bölümde Evrim Teorisi’ni tanıtmaya çalışırken, bu teorinin ortaya koyduğu delil ve argümanlarının ayrıntılıca irdelenmesini ise bir sonraki bölüme bırakacağım.Bu bölümde cevabını bulabileceğiniz bazı sorular şunlardır: Lamarck’ın ve Darwin’in Evrim Teorileri arasındaki farklar nelerdir? Yerbilimindeki görüşler ile Evrim Teorisi arasındaki bağlantı nasıldır? Iktisat teorilerinin Evrim Teorisi’nin ortaya konuşundaki etkisi ne şekilde olmuştur? Darwin nasıl bir hayat yaşamıştır? Evrim Teorisi’nin temel iddiaları nelerdir? Yeni-Darwinizm ile ne değişmiştir? Lyell, Huxley, Wallace ve Spencer gibi bilim insanı ve düşünürlerin Evrim Teorisi’nin oluşma sürecindeki katkıları nelerdir? Evrim Teorisi’nin ortaya konmasını etkileyen ve ondan etkilenen paradigma nasıldır?
LAMARCK’IN EVRİM TEORİSİ
‘Lamarck’ın (1744-1829) Evrim Teorisi’ denince akla gelen ile günümüzde ‘Evrim Teorisi’ denilince anlaşılan arasında çok ciddi farklar bulunmaktadır. Türlerin birbirlerinden değişerek oluştuklarını söyleyen detaylı bir biyolojik teoriyi ilk olarak ortaya koyma ayrıcalığı Lamarck’a aittir. O, uzun yıllar Linnaeus’u takip ederek türlerin sabitliği fikrini savundu.Lamarck, evrim sürecinin yavaş aşamalarla gerçekleştiğini ve birçok nesil geçtikten sonra yepyeni bir türün oluştuğunu söyledi.
Fosiller üzerinde çalışmalar arttıkça birçok türün yok olduğu anlaşıldı. Linnaeus’un etkisinde olan 18. yüzyılda bu sonuç kabul edilemezdi; çünkü Linnaeus’un yaklaşımının da etkisiyle türlerin başlangıçtaki şekil ve sayılarını koruduklarına inanılıyordu. Lamarck’ın çözüm önerisi; mevcut türlerin, yok olan türlerin evrimleşmiş hali olduğunu savunmaktı.
Lamarck’ın sisteminde ‘Evrim Teorisi’, ‘Tanrı’nın hikmeti’ ile özdeşleştirilmişti. Burada, türlerin yok olmasının Tanrı’nın hikmetine aykırı görülmesinin sebeplerinin ne olduğu sorulabilir. Birinci sebebin, canlıların varlığının sadece insanlara hizmet olduğunun zannedilmesi şeklindeki yanılgı olduğu söylenebilir; yok olan türlerin insanlara bir yararı olamayacağına göre, bu türlerin varlığı Tanrı’nın hikmetine aykırı bulunuyordu. Her şeyin insan için yaratılmış olduğuna dair hatalı inanç, Tanrısal hikmet adına yanlış anlayışların oluşmasına yol açmıştır. Astronomideki Aristoteles-Ptolemaious sistemi ile biyolojideki Linnaeus’un sistemleri, bu yanlış önkabulden dolayı yanlış sonuçlara varan sistemlerin en önemlileridirler. Evrensel oluşumları sırf ‘insana hizmet gayesi’ ile sınırlamak Tanrısal hikmeti sınırlamak değil midir? Ikinci sebep, Aristoteles’ten beri gelen ‘varlık skalası’ fikri idi. Eğer bazı türler yok olmuşsa ‘varlık merdivenleri’nde eksiklikler olacağı ve bunun Tanrı’nın mükemmel yaratışı ile uyuşmayacağı düşünülüyordu. Hatırlanacağı gibi, ‘varlık skalası’ anlayışında, her tür başka iki türün arasında yer alır, türler arası uçurumlar yoktur ve türler hiyerarşik bir sıralanmayla ‘varlık merdivenleri’nde belirli bir yere sahiptirler. Bu anlayışta eğer bu zincirin tek bir halkası olan bir tür bile çıkarılırsa sistem bozulacaktır. Bu yüzden hiçbir tür yok olamaz. Böylesi zihinsel bir kurgu, Tanrısal hikmetle özdeşleştirilmiş ve doğadaki varlıksal (ontolojik) yapı ile karıştırılmıştır. Bazı türlerin yok olduğunun anlaşılmasıyla, bu sanal kurgunun sadece filozofların zihinlerinden çıkan bir hayal olduğu ortaya çıkmıştır. Sonradan birçoklarının fark edeceği gibi Tanrısal hikmet ile türlerin yok olması arasında bir zıtlık bulmak suni bir sorundur. Tanrı’nın yaratışındaki hikmetleri, insana hizmet veya insanın gözlemiyle sınırlamaktan doğan hatalar yanlış yargılara yol açmıştır. Lamarck bu suni soruna çare bulduğunu düşünüyordu.
Onun çağındaki ünlü muhalifi Cuvier (1768-1833), anatomi ve fosilbiliminde kendi döneminin en yetkin isimlerinden biriydi ve Lamarck’ı, ‘varlık merdivenleri’nde ilerleme (evrim) olduğunu söyleyen fikirlerinden dolayı eleştirdi. Canlılar dünyasında ‘hiyerarşik bir skala’ olmadığını, canlılar dünyasının en aşağıdan en yukarıya dizilmeye uygun olmayacak kadar çok çeşitli olduğunu söyledi. Cuvier’in çağdaşları, onun, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni geçersiz kıldığını düşündüler.
Lamarck, canlılara içkin olan ve onları kompleksliğe götüren bir eğilim olduğunu ve bunun, Yaratıcı’nın canlılara bahşettiği bir unsur olduğunu söyledi.
Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin günümüzde algılanan şekliyle Evrim Teorisi’nden önemli farklarından biri, onun bütün türler için ‘ortak bir ata’yı savunmamış olmasıdır. Buffon ‘kökensel türler’in, diğer türler için ‘ortak bir ata’ olduğunu savunmuş, fakat evrim fikrini reddettiği için tüm türler için ‘ortak bir ata’yı reddetmiştir. Lamarck ise kendiliğinden türeyen birçok basit canlı formundan kompleks canlıların ‘farklı evrimsel çizgiler’de oluşumunu öngördüğü için ‘ortak bir ata’ fikrine tamamen yabancıydı.
LAMARCK VE SONRADAN KAZANILAN ÖZELLİKLERİN AKTARILMASI
Lamarck, çevredeki yavaş değişikliklerin canlılarda yeni ihtiyaçlar doğurduğunu, bu ihtiyaçlar sonucunda canlıların hareketlerinin bedenlerinde değişiklikler oluşturduğunu ve bu değişikliklerin sonraki nesillere aktarıldığını söyledi: Kullanılan organlar sinirsel sıvıdan daha çok faydalanıp gelişiyor, buna karşın kullanılmayan organlar köreliyordu.Mendel’in ve Weismann’ın çalışmaları, Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin kalbi olan ‘sonradan kazanılan özelliklerin aktarılması’ fikrinin yanlışlığını gösterdi. Weismann ünlü deneyinde, farelerin kuyruklarını kesti ve birçok nesilde devam ettirdiği bu uygulamanın farelerde hiçbir değişikliğe sebep olmadığını gösterdi.
Darwin, Lamarck’tan 50 yıl sonra ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserini (1859) yazdıktan sonra Lamarckçılık, yepyeni formatlarla savunulmaya devam etti. Ancak 20. yüzyılın ilk yarısında genetikteki ilerlemeler Yeni-Lamarckçılığın ilerlemesini durdurdu. Darwin’in doğal seleksiyon fikrini rastgele, kör bir mekanizmaymış gibi savunanlara karşı Lamarckçılık, canlının çevresel faktörlere tepki verdiğini ve kendine içkin özelliklerle evrildiğini savunuyordu ki bu daha ümitvar bir yaklaşımdı: Hayat, doğanın içinde cevap veren aktif bir unsurdu, çevresel faktörlere karşı pasif bir konumda değildi.
Bazı Marksistler, Evrim Teorisi’ni birçok yönden destekleseler de ‘doğal seleksiyon’ fikrini kapitalizme yakın buldular ve ‘güçlünün hayatta kaldığı’nı söyleyen bu fikre karşı Lamarck’ı desteklediler.
Lamarckçı kalıtımın delilden yoksunluğuna rağmen uzun süre savunulmasının en önemli nedenlerinden biri ‘doğal seleksiyon’ mekanizmasının karşılaştığı güçlüklerden kaçınarak Evrim Teorisi’ni savunmak içindir. Bergson ve Spencer gibi ünlü felsefeciler; George Bernard Shaw gibi ünlü bir edebiyatçı; Carl von Nageli, Baldwin, Agassiz, Morgan, Eimer, Cope gibi ünlü bilim insanları ve düşünürlerle daha birçok etkili isim Lamarckçılıktan derinden etkilenmiştir.
ERASMUS DARWIN
Erasmus Darwin (1731-1802), ‘Evrim Teorisi’ ile adı özdeşleşmiş olan Charles Darwin’in dedesidir ve eserlerinde, torunundan önce canlıların evrim geçirdiğini savunmuştur. Onun eserleri, kendi döneminde özellikle Alman doğa felsefecilerinin ilgisini çekmiştir. Ama modern zamanlarda, Charles Darwin’in dedesi olması onun asıl ilgi çekme sebebi olmuştur. Erasmus Darwin, Lamarck ile aynı dönemde, hatta ondan birkaç yıl önce, onunkilere çok benzer fikirleri savunmuştur. O da, Lamarck ve 18. yüzyılın birçok düşünürü gibi daha basit olan canlıların ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla oluştuklarını savunuyordu. Lamarck ile asıl önemli benzerliği, canlıların çevreyle etkileşim sonucunda yeni özellikler kazandıklarını ve bu özellikleri sonraki nesillere kalıtım yoluyla aktardıklarını söylemesidir. Erasmus’un 1794 yılında yazdığı ve en önemli eseri olan ‘Zoonomia’da, ‘sonradan kazanılan özelliklerin aktarılması’nın evrimdeki rolüne ilişkin sözlerini Osborn, bu yaklaşımın ilk ifade edilmesi olarak göstermektedir.Erasmus’un yaklaşımında, canlının evriminde kendi çabası önemlidir. Açlık, susuzluk ve benzeri durumlara karşı gösterilen tepkilerle, zevk ve acı gibi unsurlardan doğan çabalar canlının gelişmesini ve yeni özellikler kazanmasını sağlar; sonra bunlar yeni nesillere aktarılır. Erasmus’un fikirleri, canlıların ortak bir atadan gelmiş olabileceğini söylemesi açısından önemlidir. O, insanın maymunla ortak bir atadan gelmiş olabileceğini de söylemiştir. Ancak torunu gibi, ortak atadan sonra dallanan soy ağacından bahsetmemiştir.
Erasmus Darwin’in, Lamarck ile benzerlikleri dikkat çekicidir ve bu benzerlikler birçok kişinin aklına birinin diğerinden alıntı yapıp yapmadığı sorusunu getirmiştir. Bu iki bilim adamının hiçbirinin eserinde diğerinden bir bahis yoktur. Konuyu detaylıca inceleyenler, bu iki düşünürün birbirlerinden bağımsız bir şekilde aynı fikirlere ulaştıkları sonucuna varmışlardır.
Erasmus, canlıların daha kompleks bir yapıya doğru evrimleşmelerinin, Tanrı tarafından canlılara içkin yaratılan özelliklerle mümkün olduğunu savunuyordu.
AUGUSTE COMTE VE POZİTİVİZM
Evrim Teorisi’nin içinde yer aldığı ve de kabul edilmesinde önemli rolü olan paradigmanın en önemli unsurlarından biri pozitivizmdir. Auguste Comte (1798-1857) pozitivizmin kurucusu ve en ünlü temsilcisidir. Pozitivizm gerek 19. yüzyılın gerekse 20. yüzyılın en etkili felsefî sistemlerinden birisi olmuştur.Bu felsefe her türlü metafiziği reddederken, bilimi metafiziğin yerine koymaya çabalar. Comte bilgi teorisindeki yaklaşımı açısından deneycidir; onun deneyciliği, metafiziği yok etmek için bir araçtır. Comte’a göre sadece olguları tasvir edebiliriz, ama doğal teologların yaptığı gibi bu olgulardan Tanrı’nın varlığını çıkarsayamayız veya erişilmez olan gayeci nedenlerle olguları açıklayamayız.
Hegel ve Comte gibi felsefelerinde ‘evrim’ kavramını merkeze oturtan iki düşünür canlıların evrim geçirdiğini hiç düşünmemişlerdir. 19. yüzyılda evrim kavramı, hem Hegel, hem Comte, hem Marx ile felsefede yaygınlık kazandı hem de sanayi devrimi ve bilimsel ilerleme ile zihinlerde sürekli ilerleme ve gelişme fikri yerleşti. Evrim Teorisi zihinlerde oluşan bu imgenin biyoloji alanındaki izdüşümünü verdiği için daha kolay kabul edildi. Bazıları bu teorinin ortaya konmasını da zihinlerde oluşan bu imgeye bağlamaktadır; teorinin ortaya konmasının bu imgeye bağlı olup olmadığı tartışılabilir ama bunun teorinin kolay kabul edilmesini sağladığında çoğunluk ittifak halindedir.
Bu noktada, ‘evrim’ kavramının 19. yüzyılda zihinlere yerleşmesini sağlayan en önemli isimlerden Comte’un, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni reddettiğini saptamak önem kazanmaktadır.
William Dembski, Darwinci Evrim Teorisi’nin, 19. yüzyılda yükselen değer olan pozitivizmle uyuştuğunu belirterek “Eğer Darwin olmasaydı pozitivistler onu icat etmeliydi” der.
Tüm bunlara karşın pozitivizm ile Evrim Teorisi’nin aynı paradigmada buluşması, 19. yüzyılın koşullarının ve o döneme ait sosyolojik ortamın etkisiyle oluşmuş bir süreçtir. Thomas Kuhn’a kulak vererek; paradigmayı anlamak için, onu oluşturanları ve onun oluştuğu ortamı tanımak zorunda olduğumuza dikkat etmeliyiz.
DARWIN’IN YAŞAM ÖYKÜSÜ: DOĞUMUNDAN ‘TÜRLERİN KÖKENİ’NE
Her ne kadar Darwin’den (1809-1882) önce canlıların evrim geçirdiği ortaya konmuş, Darwin’den sonra genetikteki ilerlemelerle uygun düzeltmeler yapılmış olsa da Evrim Teorisi birçok kişinin zihninde Charles Darwin ile özdeşleşmiştir, hatta birçok kişi ‘Evrim Teorisi’ ifadesi yerine ‘Darwinizm’ demeyi tercih etmektedir. Darwin’den sonra Evrim Teorisi üzerinde genetik bilimi doğrultusunda düzeltmeler yapılınca, teori ‘Yeni-Darwincilik’ (Neo-Darwinizm) diye anılmaya başlanmıştır. Günümüzde birçok kişi Darwinizm ifadesini, Yeni-Darwincilik yerine de kullanmaktadır. Kısacası günümüzde ‘Evrim Teorisi’, ‘Darwinizm’ ve ‘Yeni-Darwincilik’ isimlendirmeleri, birçok kişi için birbirleriyle aynı anlamı ifade etmektedir. Darwin’in Evrim Teorisi’ne giriş yapmadan önce hayat hikâyesinden kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.12 Şubat 1809’da Shrewsbury’de doğan Charles Darwin, doktor Robert Waring Darwin’in (1768-1848) oğludur. Doktor Robert Darwin ise daha önce bahsettiğim doğabilimci, doktor ve şair olan Erasmus Darwin’in oğluydu. Charles, babasına büyük saygı duyar ve ondan söz ederken “Benim babam, tanıdığım en akıllı insandır” der.31 1817’de Charles 8 yaşındayken ölen annesi Susannah Wedgwood (1765-1817) hakkında ise çok az şey hatırlar. Charles, daha küçük yaşta doğal nesneleri toplamaya başladığını, bitki çeşitleri ile ilgilendiğini, ayrıca gürültücü ve çok yalan söyleyen bir çocuk olduğunu yaşam öyküsünde anlatır.
Küçükken Charles’ın doğaya olan ilgisi, çok saydığı babasının kendisini şu şekilde azarlamasına sebep oluyordu: “Hayvan avlamaktan, köpeklerle ilgilenmekten ve fare yakalamaktan başka bir şey yapmıyorsun, kendin için ve tüm aile için yüz karası birisi olacaksın.”
Charles’ın doktor olmaktan hoşlanmadığını anlayan babası onu papaz olmaya ikna eder. Böylece Charles 1828-1831 yılları arasında okumak için Cambridge’e gider. Burada William Paley’i okur ve etkilenir; kınkanatlı böcekleri toplar, onları açıp içlerini inceler. Ayrıca kendisinin de olmayı arzu ettiği gibi papaz-doğabilimci olan ve bu tarzdaki bilim insanının kendisini en çok etkileyen örneği olan Papaz John Henslow ile burada tanışır.
Charles, 1831 yılında Cambridge’den döner. Shrewsbury’deki evinde John Henslow’dan tüm hayatını değiştirecek bir mektup alır. Bu mektup, Beagle gemisiyle bir doğabilimci olarak Güney Amerika kıyılarını gezmesinin kapısını açtı. Babasının papazlık diploması için sınavlarını bitirmesini ve bu maceraya atılmamasını istemesine rağmen, Charles 1831-1836 yıllarını ‘hayatımın en önemli olayı’ dediği Beagle yolculuğu ile geçirir.
Charles Darwin, 1836’da Beagle yolculuğunu bitirir, 1837-1839 yılları arasında Beagle gezisiyle ile ilgili notlarını yayına hazırlar ve ‘Türlerin Kökeni’ni yazmak üzere ilk not defterini açar.
Charles, keşif yolculuğundan dönüşünden bir yıl sonra, türlerin değiştiği fikrini destekleyen ya da karşı çıkan bilgileri derlemek için ‘türler sorunu’ hakkında notlar tutmaya başlar. Büyükbabası Erasmus’u bir daha okur, Lamarck’ı, ayrıca Robert Chambers’ın ‘Yaratılışın Izleri’ni dikkatlice inceler.
Darwin en ünlü eseri olan ‘Türlerin Kökeni’ni ilk olarak 1859 yılında yayımlar, bu eser dışında on dokuz kitap daha yazmıştır, ama hiçbiri bu eser kadar önemli değildir (Tam adı şöyledir: ‘Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine ya da Yaşam Mücadelesinde Avantajlı Irkların Korunması’; Orijinal Ingilizce adı: ‘On The Origin of Species by Means of Natural Selection or The Preservation of Favoured Races in The Struggle for Life’.) Bu çalışma, Darwin’in Evrim Teorisi’ni ilk olarak açıkladığı çalışmadır. Darwin’in bu çalışmasının adından da anlaşılacağı gibi, onun Evrim Teorisi’nin en önemli unsuru ‘doğal seleksiyon’dur. (Seleksiyon ifadesi ‘ayıklanma’ ve ‘seçilim’ olarak da çevrilmektedir.) Bu çalışmada 1837 yılından beri tuttuğu notlardan, 1838 yılında okuduğu Papaz Malthus’un ‘Nüfusun Ilkeleri’ adlı eserinden, 1842’de hazırladığı kuramının 3.5 sayfalık özetinden, 1844’te bu özeti 230 sayfaya genişletmesinden ve 1856’daki Lyell’in teşvikleriyle giriştiği çalışmalarından yararlandı. 1858 Eylülü’nde Lyell ve Hooker’ın ısrarlı tavsiyeleriyle 13 ay ve 10 günlük bir çalışmayla 1859 yılının Kasımı’nda ‘Türlerin Kökeni’ni yayımladı. Daha sonra önemli eklemeler ve düzeltmeler olduysa da Darwin’in ‘başyapıtım’ dediği eserinin özü diğer baskılarda da aynı kaldı.
DARWIN’İN YAŞAM ÖYKÜSÜ: ‘TÜRLERİN KÖKENİ’NDEN ÖLÜMÜNE
Darwin’i ‘Türlerin Kökeni’ni 1859 yılında yazmaya iten en önemli sebeplerden biri 1958 yılında genç Alfred Russel Wallace’dan (1823-1913) aldığı mektuptur. Wallace, daha önce de irtibatta olduğu Darwin’e bilimsel araştırmalar için gittiği Malezya’dan yazdığı mektupta, gönderdiği makalesini okumasını ve uygun bulması halinde bilimsel bir dergide yayımlamasını ister. Makaleyi okuyan Darwin, kendisiyle aynı fikirleri paylaştığını gördüğü Wallace’ın, kendisinin önüne geçeceğinin telaşına kapılır. Öğüt ve yardım için başvurduğu arkadaşları Lyell ve Joseph Hooker, 1858’de Wallace’ın makalesiyle beraber, Darwin’in ilk taslaklarından bazılarını Linnaean Derneği’nin dergisinde yayımlatırlar. Böylece Darwin ve Wallace, doğal seleksiyon yoluyla Evrim Teorisi’ni ilk olarak ortaya koyanlar olma ayrıcalığını paylaşırlar. Lyell ve Hooker, taslaklara eşlik eden mektuplarında Wallace ve Darwin’in ortak yayın konusunda uzlaşmış olduğunu ima ederler; fakat Wallace’ın Darwin’in bir evrim kuramı üzerinde çalıştığından haberi bile yoktur.1860 yılında Darwin ‘Evcilleşmiş Hayvanların ve Bitkilerin Çeşitlemesi Üzerine’ isimli eseri üzerinde çalışmaya başladı ve hastalık gibi sebeplerden ötürü bu konudaki eseri 1868’de yayımlandı. 1862’de ‘Orkidelerin Üremesi’ adlı küçük bir kitapçık yazdı. 1864 yılında ‘Tırmanıcı Bitkiler’ üzerine yazdığı makale yeterince dikkat çekmedi, fakat bunu 1879’da bir kitap olarak yayımladığında epeyce bir ilgi gördü.
Darwin, ‘Türlerin Kökeni’ni yazdığında insanın evrim geçirdiğini ileri sürmemiş, fakat “Insanın kökleri ve tarihi aydınlatılmalıdır” diye bir cümlede konuyu geçiştirmişti.
Darwin, 1872’de ‘İnsanda ve Hayvanda Duyguların İfadesi’ isimli kitabını, 1875’de böcek yiyen bitkiler üzerine bir kitabını, 1876 yılında ‘Bitkiler Dünyasında Çapraz ve Kendiliğinden Üreme’ kitabını, 1877’de orkidelerin üremesi ile ilgili bir kitap, 1880’de ‘Bitkilerde Hareket Gücü’ kitabını, 1881’de solucanlarla ilgili bir kitabını yayımladı.
Darwin, birçok kişinin sandığı gibi ateist olduğunu söylememiştir.
Baştan Tanrı’ya inanan bir kişi olan Darwin’in, bazı dini çevreler tarafından ‘kafir’ olarak nitelenmesinin ve bunların ona karşı cephe almasının, Darwin’in bilinemezci bir yapıya dönüşmesinde önemli bir psikolojik etken olduğu düşünülebilir. Evrim Teorisi’ni sistematik olarak savunan ilk kişi olan Lamarck, Tanrı’ya inancını belirtmişti. Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ mekanizmasıyla Evrim Teorisi’ni savunduğu ve bu görüşün dinle daha uyuşmaz olduğu -haklı şekilde- söylenebilir; fakat ‘doğal seleksiyonlu evrim’ fikrini ortaya ilk koyan iki kişiden biri olma ayrıcalığına sahip Wallace evrimin bilinçli bir yaratılış sürecinde gerçekleştiğini savunmuştu.
CHARLES LYELL, YERBİLİM VE TEKDÜZENCİLİK
Charles Lyell (1791-1875) pek çok açıdan Darwin’in hayatında ve Evrim Teorisi’nin ortaya konmasında etkili bir kişi olmuştur. Lyell’in ‘Yerbiliminin Prensipleri’ (Principles of Geology) kitabını Darwin, Beagle yolculuğunda yanına almış, bu kitaptan çok etkilenmiş ve ileride kendisinin de bir yerbilim kitabı yazabileceğini düşünmüştür.Georges Cuvier (1769-1832) gibi ünlü bilim insanları, fosil ve yerbilim incelemelerinin sonucunda yeryüzünün aniyıkımlar (catastrophe) geçirdiğini savunmaya başladılar. Cuvier, fosillerdeki büyük kesintilerin sel gibi büyük afetlerle açıklanabileceğini düşündü. Bunun Kitabı Mukaddes’teki anlatımlara da uygun olduğunu belirtti; yalnız, Kitabı Mukaddes’teki altı günde yaratılışın, altı uzun zaman diliminde yaratılış olduğunun anlaşılması gerektiğini söyledi.
1.Doğal yasalar uzam ve zamanda sabittir (tekdüzenlidir). Aslında aniyıkımcıların çoğu bu konuda Lyell ile farklı düşünmüyordu.
2.Geçmişin olaylarını açıklamak için, şu anda işleyen ve Dünya’nın yüzeyini biçimlendiren süreçlere başvurulmalıdır (sürecin tekdüzenliliği). Bu yine, Dünya’ya ilişkin bir sav değil, bilimsel metot ile ilgili bir yargıdır. Aniyıkımcıların çoğu bu konuda da aynı fikirde olmakla beraber, geçmişteki bazı olayların, artık etkili olmayan, ya da çok yavaş biçimde işleyen nedenlerin sonucu olabileceğini düşünüyorlardı.
3.Yerbilimsel değişim afet sonucu ya da aniden değil; yavaş, aşamalı ve düzenli olarak gerçekleşir (hızın tekdüzenliliği). Bu aniyıkımcılar ile tekdüzenciler arasındaki gerçek bir farktır.
4.Dünya oluşumundan bu yana temelde aynı kalmıştır (yapılanmanın tekdüzenliliği). Lyell’in açıkça yanlış olan bu görüşü pek az anılır. Modern yerbilimi tekdüzenciler ile aniyıkımcıların görüşlerinin bir sentezidir.
Lyell’in yaklaşımı (kendi karşı kampındaki birçok kişinin de katıldığı gibi) uzun zaman dönemlerini kabul ettiği için, halk arasında yaygın olarak kabul görmüş olan Usher’in Dünya’yı 6000 yıllık bir yer olarak gören yaklaşımına tersti. Ancak bu, Evrim Teorisi’nin muhakkak uzun bir zaman dilimini gerekli gören açıklamaları için gerekliydi. Darwin, Lyell’in izinden gitti ve yerküreye bir yaş tespit etmek için tahminler yaptı; bir vadinin deniz tarafından her yüz yılda yaklaşık iki buçuk santim aşındırıldığı hesabından yola çıkarak ‘300 milyon yıl’ sonucuna ulaştı.
Evrim Teorisi açısından yeryüzünün yaşlı olması avantaj olsa da onun yaşlı bir gezegen olduğunu savunanların çoğu -Cuvier ve Lyell gibi- Evrim Teorisi’ne inanmamışlardır. Örneğin Lyell, ‘Yerbiliminin Prensipleri’ kitabında Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni ele almış ve reddetmişti.
Lyell’in, Evrim Teorisi’ni reddetmesine rağmen Darwin’e etkisi büyük oldu. Darwin, zihni yapısının şekillenmesinde büyük rolü olan Beagle yolculuğunun St. Jago’daki ilk durağından itibaren, Lyell’ın ‘Yerbiliminin Prensipleri’ adlı kitabındaki görüşlerin doğruluğuna kanaat getirdi.
Darwin’in Lyell’in yerbilimsel görüşlerinden etkilendiği kitaplarından açıkça belli olsa da; Huxley’in, Evrim Teorisi’nin, Lyell’in yerbilimdeki görüşlerinin biyolojiye uygulaması olduğunu söylemesi yanlış gözükmektedir. Yeryüzünde ve evrendeki oluşumların aşamasal olarak izahı Leİbniz’de, Kant’ta, Buffon’da ve Lamarck’da da vardı. Lyell’in tekdüzenci yaklaşımının en önemli özelliklerinden biri yeryüzündeki oluşumları, dönüşümlü bir model içinde durağan bir durumda göstermesidir ki; bu yaklaşımı, Ernst Mayr’ın da dediği gibi Evrim Teorisi ile hiç uzlaşamayacak bir görüştür.
Usher gibi Dünya’nın yaşını 6000 yıldan ibaret görenler, aniyıkımcılığın afetlerle yerbilimsel olayları dar bir aralığa sıkıştırmasına muhtaçtırlar. Ama aniyıkımcılığa inanmak, 6000 yıllık Dünya düşüncesine inanmayı gerektirmez; nitekim aniyıkımcılığın en ünlü isimleri Cuvier, Agassiz, Sedgwick ve Murchison Dünya’nın tarihinin çok gerilere uzandığını savunmuşlardır.
Aggasiz, canlı türlerinin çoğunun yok olduğunu ve yeni yaratılışlar ile yerlerinin doldurulduğunu söylemişti. Lyell da yaratılışta her şeyin mümkün olduğunu ve yok olan türlerin yerine yenilerinin yaratıldığını söylüyordu.
Lyell’in, Evrim Teorisi açısından diğer bir önemi ise Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin yayılmasını, bu yaklaşıma getirdiği eleştirilerle durdurması olmuştur. Diğer bir tekdüzenci bilim adamı olan Robert Chambers, 1844 yılında yayımlanan ‘Yaratılışın Doğal Tarihinin Izleri’ (Vestiges of The Natural History of Creation) adlı kitabıyla büyük etkide bulundu (Başta kitabı isimsiz yayımlamıştı, sonradan ismini açıkladı). Bu kitabında Lamarck’ın aşamalı ve mükemmele doğru giden evrim anlayışıyla tekdüzenci bir yerbilimsel yaklaşımı beraber savundu. Ayrıca embriyonun geçirdiği aşamaların (bireyoluş: ontogeny) türün tarihini tekrarladığını (soyoluş: phylogeny) söyledi. Darwin, Chambers’ın kitabına getirilen eleştirileri gözlemleyip, bu eleştirileri göz önünde bulunduran bir Evrim Teorisi geliştirdi. Chambers, Darwin’in dışında Wallace, Herbert Spencer ve Arthur Schopenhauer üzerinde de etkili oldu.
MALTHUS’UN NÜFUS TEORİSİ VE DOĞAL SELEKSİYON
Evrim Teorisi’nin ortaya konmasına ve kabul edilmesine yol açan anlayışın (paradigmanın), hem felsefe hem de bilim alanındaki gelişmelerle yakın ilgisi vardır. Konunun yabancısı olanların belki de en şaşıracakları hususlardan biri, bu paradigmanın oluşmasında iktisat teorilerinin ve dönemin iktisadi, sosyal yapısının etkisini görmek olacaktır. Bertrand Russell, Darwin’in teorisinin, liberal ekonominin ‘bırakınız yapsınlar’ (laissez-faire) ilkesine dayanan kuramının, canlılar dünyasına yansıtılmasından ibaret olduğunu ve bu teorinin Malthus’un (1766-1834) nüfus kuramından esinlenerek ortaya konduğunu söylemektedir.Malthus, insan nüfusunun var olan gıda kaynaklarına göre çok hızlı arttığını, gıda kaynaklarının aritmetik tarzda artmasına karşılık nüfusun geometrik olarak çoğaldığını söyledi.
1.Bütün türlerin öyle yüksek bir üreme gücü vardır ki bu, Malthus’un geometrik büyüme dediği sonuca götürür. Bu durum, türlerin yavruları da başarılı bir şekilde üreyebilirlerse gerçekleşir.
2.Senelik küçük dalgalanmaları ve arada gerçekleşen büyük dalgalanmaları hariç tutarsak, nüfus genelde belli bir sabitliktedir.
3.Doğal kaynaklar sınırlıdır. Sabit bir çevrede genelde bu kaynaklar sabit kalır. ÇIKARIM 1: Mevcut kaynakların besleyebileceğinden daha çok nüfus ürediğine göre, bireyler arasında yaşam için şiddetli bir kavga olacaktır ve bu yeni neslin yalnızca bir bölümünün normal yaşam süresini yaşayabileceğini göstermektedir.
4.Bireylerin hepsi birbirinden farklıdır; her nüfusun içinde bir sürü farklılıklar vardır.
5.Bu farklılıkların çoğu kalıtımsaldır. ÇIKARIM 2: Yaşam mücadelesinde var olmak rastgele değildir, bu daha çok kalıtsal özelliklere bağlıdır. Değişik özelliklere sahip olan varlıkların arasında, bu değişikliklerin belirleyici olduğu ‘doğal seleksiyon’ mekanizması işler. ÇIKARIM 3: Nesiller boyunca süren bu ‘doğal seleksiyon’ süreci, ilerideki nesillerin küçük aşamalarla değişmesine rol açar; işte bu Darwin’in Evrim Teorisi’dir ve türler böyle oluşur.
Darwin’i, kendi çağının sosyolojik ve sosyo-ekonomik ortamından, dedesi gibi bir evrimciden, Lyell’in ve Malthus’un kitaplarından aldığı etkilerden soyutlayarak anlayamayız. Bazı evrimci bilim insanlarının bu etkileri küçümseme sebebi; Evrim Teorisi’nin, objektif bir teori olmadığı, Darwin’in, yaşadığı çağın koşullarının ve kendi psikolojik durumunun etkisi altında bu teoriyi oluşturduğuna dair bir itirazdan korktukları içindir. Oysa Evrim Teorisi’ni kabul eden birçok evrimci bilim insanı (Peter J. Bowler gibi), Darwin’deki bu etkileri kabul etmekte bir sorun görmemişlerdir. Tarihçi John Greene, ‘doğal seleksiyon’ fikrini ilk olarak birbirlerinden bağımsız şekilde dile getiren bilim insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep Ingiltere’den aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik ortamları ile kültürlerini, bu bilim insanlarının, canlılar dünyasına yansıttığına, bu olguyu delil göstermektedir.
Darwin’in zihin yapısının oluşumu birçok etkiden bağımsız anlaşılamayacağı gibi, Malthus’un zihin yapısının oluşumu da ancak onu etkileyen düşünürlerin bilinmesiyle daha iyi anlaşılacaktır. Bunlar arasında özellikle dört Fransız önemlidir: Condorcet (1743-1794), Turgot (1727-1781), Montesquieu (1689-1755) ve Evrim Teorisi ile pozitivist felsefesi aynı paradigmada birleştirilen Auguste Comte.
YAPAY SELEKSİYONDAN DOĞAL SELEKSİYONA GEÇİŞ
Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ (natural selection) fikrine ulaşmasında, Malthus’tan aldığı etkiler kadar hayvan yetiştiricileri üzerinde yaptığı gözlemler de etkili olmuştur. Gerçi Malthus da hayvan ve bitki yetiştiricilerinin ‘yapay seleksiyon’ (artificial selection) yolu ile tür içinde düzeltme yapmalarından bahsetmiştir; fakat o, Darwin’in aksine, bu ‘yapay seleksiyon’un belli sınırları olduğunu vurgulamıştır.Bu, benzetmeye dayalı akıl yürütmenin (analojinin) birçok sorunları bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi, ‘yapay seleksiyon’da hayvan yetiştiricisi, bilinçli şekilde istediği canlıyı seçmekte ve onun özelliklerinin genetik olarak aktarılmasını sağlamaktaydı. Doğada hayvan yetiştiricisinin oynadığı rolü neyin oynayacağını göstermek gerekmekteydi. Darwin’e göre doğada bu seçici etkiyi ‘var olma savaşı’ gerçekleştirecekti; ‘var olma savaşı’nın ele alınması, ‘Türlerin Kökeni’ kitabının üçüncü bölümünü oluşturur. Darwin, ‘var olma savaşı’nı, Malthus’un nüfus kuramından esinlenerek kendi kuramına monte etmiştir.
Bunun Darwin’i ulaştırdığı nokta ‘doğal seleksiyon’dur. ‘Türlerin Kökeni’nin dördüncü bölümünün başlığı da budur. Darwin, ikinci bölümde canlılardaki çeşitliliğin (varyasyonların) doğa ortamında nasıl meydana geldiğini incelerken, varyasyonların oluşumunun temel prensiplerinin neler olduğunu beşinci bölümde ele alır. Varyasyonların olması ‘doğal seleksiyon’ sürecinin işlemesi için önemlidir; varyasyonlar yoksa ‘doğal seleksiyon’ işlemez.
Bazı bilim insanları, Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ni ilk yazdığı dönemde ‘yapay seleksiyon’ ile ‘doğal seleksiyon’ arasından analoji kurduğunu; bunda, ‘yapay seleksiyon’u gerçekleştiren insanın yerine ‘doğal seleksiyon’da Tanrı’yı koyduğunu söylerler.
Daha sonraki dönemlerde Darwin bilinemezciliğe kaymış olsa bile, ‘doğal seleksiyon’un; en ünlü kullanıcısı tarafından bile, mutlak anlamda ateist bir eleme aracı olarak görülmemiş olması önemlidir. Richard Dawkins gibi “Doğal seleksiyon doğanın kör saatçisidir; kördür, çünkü ileriyi görmez, sonuçları hesaplamaz, görünen bir amacı yoktur”
Daha önce de görüldüğü gibi, Darwin ile beraber ‘doğal seleksiyon’ ile türlerin oluşmasını ilk olarak savunan Wallace da canlıların bilinçle ve kudretle oluşturulmuş bir tasarımın ürünleri olduğuna inanıyordu. Wallace, ölen ve elenen canlıların en zayıflar olduğunu, hayatta kalanların en iyi beslenen ve düşmanlarından en iyi korunanlar olduğunu söyledi.
Wallace, ‘yapay seleksiyon’ ile ‘doğal seleksiyon’ arasında bir benzerlik kurulamayacağını söyleyerek Darwin’den ayrılmaktadır. Ayrıca Darwin gibi ‘seksüel seleksiyon’a, ‘doğal seleksiyon’ içinde özel bir yer ayırmaması da Darwin’den ayrıldığı diğer bir noktadır. Darwin, tavus kuşunun kuyruğuyla eşini cezbetmesini veya kavgada kendisini üstün kılacak kadar gelişmiş organlarıyla dişisinin beğenisini kazanan erkeği, ‘seksüel seleksiyon’un örnekleri olarak sundu. Bunda genelde ‘dişinin seçimi’ (female choise) önemlidir; dişinin seçtiği erkek üreyip yeni döllere kendi özelliklerini aktarır.
Wallace, ‘doğal seleksiyon’ mekanizması ile insan beyninin oluşumunun anlaşılamayacağını, ancak bilinçli bir müdahale ile insandaki ahlaki kapasitenin oluşabileceğini söylerken, ‘doğal seleksiyon’u sınırlandırarak da Darwin’den ayrılır. ‘En uygun olanın yaşaması’ Wallace’a göre de kanundur, farklılıklarına rağmen bu temelde Darwin’le aynı noktadadırlar.
Darwin’in çok önem verdiği ‘yapay seleksiyon’ aslında Evrim Teorisi açısından birçok güçlüklerle doludur. Hayvan yetiştiricileri, yıllardır inek, koyun, at gibi birçok hayvanla uğraşmaktadırlar; fakat hiç kimse yeni bir cinsin, familyanın ortaya çıktığına tanıklık edememiştir. Bilinçli müdahaleler ile bile yeni tek bir cinsin, familyanın oluşması mümkün olamamışken, doğada oluşan rastgele değişiklikler ile milyonlarca türün, cinsin, familyanın ortaya çıkmasını açıklamak mümkün görünmemektedir. Teorinin savunucuları, evrimin oluşumunu çok uzun bir zamana yayarak bu sorundan kaçınmaya çalıştılar. Güçlü ve avantajlı olan canlı, gıda kaynaklarına ulaşmadaki ve cinsel ilişkiye girmedeki avantajından dolayı yaşamayı ve genetik özelliklerini sürdürmeyi başarıyor olabilir. Burada anlaşılması gereken nokta ‘doğal seleksiyon’a dayalı Evrim Teorisi’nin, bundan çok daha fazla bir iddiaya sahip olduğudur. Bu iddia, tüm canlılığın oluşumunun bu mekanizmayla açıklanabileceği şeklindedir. Canlı dünyada ‘doğal seleksiyon’un olduğunu kabul etmek, aslında bireyleri veya türleri eksiltici bir mekanizmayı kabul etmektir. Kitabın 3. bölümünde gösterileceği gibi, Evrim Teorisi’ni rakip görüşlerinden ayırt eden özelliği, ‘doğal seleksiyon’un varlığını savunması değildir; bu eleyici mekanizmayla türleri, cinsleri, familyaları ile tüm canlıların oluşumunun açıklanabileceğini savunmasıdır.
‘ORTAK ATA’DAN DEĞİŞME YOLUYLA EVRİM TEORİSİ
Darwinci Evrim Teorisi; en önemli mekanizması ‘doğal seleksiyon’ olan, bütün canlıların, geçmişte yaşamış ‘ortak bir ata’dan (common ancestor) değişerek geldiklerini söyleyen ve onları ‘ortak bir soy’ (common descent) yoluyla bağlayan bir teoridir. Türlerin birbirinden değiştikleri kabul edildikten sonra tüm türlerin, cinslerin, familyaların ‘ortak bir ata’dan geldiği sonucuna varılmıştır. Ama unutulmamalıdır ki Lamarck’ın Evrim Teorisi’ne göre türler ortak bir atayla birbirlerine bağlanmamışlardır. Bu fikre, ilk olarak, yanlışlığını göstermek için de olsa, Buffon’da rastlanır. Daha sonra Charles Darwin’in dedesinde de benzer fikirler vardır. Ama ‘ortak soy’ yoluyla türlerin hepsinin birbirine bağlanması görüşü ancak Darwin tarafından detaylıca savunulmuş ve yaygınlık kazanmıştır.Darwin, ‘Türlerin Kökeni’ kitabının birçok yerinde, ‘ortak soy’ yoluyla türlerin bağlanmasından söz etmektedir. Fakat özellikle altıncı ve onuncu bölümden on üçüncü bölümün sonuna kadar olan kısım bu konuyla ilgilidir. Kitabın en son cümlesi ise “Yaratıcı’nın meydana getirdiği bir veya birkaç basit canlı formundan diğerlerinin evrimleşmiş olduğunu öngören bir hayat görüşünde yücelik olduğu” ifadesiyle biter. Darwin anılan eserinin 1859’daki ilk baskısının bitiriş cümlesinde ‘Yaratıcı’ ifadesine yer vermemişti,
Birçok teist-evrimci de yine aynı süreci öngörmektedirler, fakat onlar ilk canlının ortaya çıkışından türlerin evrimleşmesine kadar olan sürecin; ‘tesadüfler’ ile değil, ‘Tanrı’nın kontrol ve yönlendirmesi’ ile oluştuğuna inanırlar. Teist-evrimciler ‘ortak ata’dan gelme fikrine, yalnızca tesadüfi doğal seleksiyon mekanizması ile türlerin oluşumunun izah edilmeye çalışılmasına olduğu kadar tepki göstermemişlerdir. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılda evrimi savunanlardan (teist ve ateist), Lamarck gibi, ‘kendiliğinden türeme’ yolu ile ortaya çıkan birçok canlının, ayrı yollarla evrimleştiklerini savunan pek kimse kalmamıştır. Yeni-Lamarckçılar da ‘ortak ata’ yoluyla evrimleşmeyi savunmuşlardır.
Darwin’in teorisini ortaya koyduğu dönemde Linnaeus’un canlılar sınıflaması hâkimdi. Bu sınıflama canlıların, benzerlik ve farklılıklarına göre hiyerarşik olarak sıralanmasını içeriyordu. Darwin, grupları birbirinin altına sıralayan bu hiyerarşinin, ‘ortak atadan evrimleşme’nin kabul edilmesi suretiyle açıklamasının yapılabileceğini söyledi.
Darwin’in takipçilerinin, özellikle Haeckel’in (1834-1919) çalışmaları tamamen bu noktaya odaklandı. Bu çalışmalarla, hayvan ve bitkiler üzerine araştırmaların sadece bir katalog düzenleme çalışması olmadığı, amacın ‘evrimsel tarih’i ortaya koymak olduğu gösterilmeye çalışıldı. Bilhassa 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında evrimci biyologların en önemli uğraşı buydu. Özellikle Haeckel’in 1894-1896 yıllarında yazdığı ‘Sistematik Evrimsel Tarih; Organizmaların Doğal Tarihinin Soylara Dayalı Taslağı’ (Systematic Phylogeny; A Sketch of A Natural System of Organisms Based on Their Descent) adlı kitabında çizdiği canlıların soy ağacı, önemli bir tartışma konusu olmuştur. Evrim Teorisi’ni bu şekilde ele alış, evrimsel biyolojiyi, matematik kökenli bilimlerden çok uzak noktaya götürür ve evrimsel biyolojiyi tarihsel bir araştırma ve sıralama bilimine indirger. Günümüz biyologları bu soy ağaçları için Haeckel’den daha kötümserdirler.
İNSAN SOYUNUN MAYMUNUMSU CANLILARLA İLIŞKİLENDİRİLMESİ
Darwin’in, canlıların ortak atadan evrimleştiklerini söyleyen teorisi, bu ortak noktadan dallanıp budaklanan bir ‘soy ağacı’nı ortaya çıkarıyordu. Bu yaklaşımın gündeme getirdiği sorun, insanın bu ‘soy ağacı’nın neresinde olduğuydu. Linnaeus’un canlılar sınıflamasında insan maymuna yakın bir yere konmuştu. Morfolojik (dış-şekilsel) özelliklere dayanan bir sınıflamada, memeli olmalarından morfolojik özelliklerine kadar benzer bir çok özellikleri olan maymun ve insanın birbirlerine yakın bir yere konması beklenirdi; Linnaeus da öyle yapmıştı. Morfolojik benzerlikleri, ortak atadan türemenin delili sayan Evrim Teorisi’nin doğal sonucu da maymun ve insanı ortak bir atadan türetip yakın akraba ilan etmekti; Darwin ve Huxley de öyle yaptılar, daha önce Lamarck da insanın maymunumsu canlılardan türediğini söylemişti.Darwin’in, Evrim Teorisi’ni nasıl geliştirdiğini inceleyen uzmanların hemen hepsi, onun ‘Türlerin Kökeni’ kitabında, insanın maymunumsulardan evrimleştiğini hiç ileri sürmemiş olsa da bu kitabı yazdığı dönemde de insanın maymunumsulardan evrimleştiği kanaatinde olduğunu söylerler. Morfolojik benzerlikleri, ortak atadan evrimleşmenin delili sayan ve Lamarck’ı okumuş olan Darwin’in o dönemde de bu kanaatte olduğu rahatlıkla tahmin edilebilir. Nitekim o, ‘Türlerin Kökeni’nde, insanın köklerinin ve tarihinin aydınlatılması gerektiğini söylemişti;
Huxley, yerbilimci Lyell ve botanikçi Hooker gibi isimler ile beraber Darwin’e en yakın halkada yer alıyordu. Huxley fizyoloji ve embriyoloji gibi biyolojinin dallarıyla uğraşıyordu. Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’nin ilk olarak yayımlanmasından bir yıl sonra, 1860’ta; Huxley, bu eserin, bir gün yanlışlığı ispat edilse bile çok değerli bir eser olduğunu, biyoloji alanında benzerinin bulunmadığını ve biyoloji ile beraber bütün bilimleri etkileyeceğini söyledi.
1863’te yazdığı kitabında Huxley, Richard Owen’ın insan ve maymun beyni arasında var olduğunu ileri sürdüğü farklara cevap vermeye çalıştı. Darwin ise insan soyunu tartıştığı kitabı ‘Insanın Soyu ve Cinselliğe Bağlı Seleksyon’u ancak 1871’de, ‘Türlerin Kökeni’nin ilk baskısından 12 yıl sonra yayımladı. Bu eserinde insanın, maymunumsu atadan (ape-like progenitor) evrimleştiğini ileri sürdü. Insanın zihinsel özellikleri ve ahlaki yapısının bile ‘doğal seleksiyon’a bağlı bir süreçle oluştuğunu savundu.
Darwin’in yaklaşımında insan ile hayvan arasındaki uçurumun kapatılması, insanın ahlaki sorumluluğuna karşı bir tehdit ve insan adına bir aşağılama olarak algılandı. Gerek Hıristiyanlığın ruh inancı, gerek Descartes ve Platon gibi felsefecilerin insan zihnini ayrı bir cevherle ilişkilendirip insan ile hayvan arasındaki ayrılığı mahiyet farkı olarak ele almaları, gerekse Buffon gibi ünlü biyoloji bilginlerinin insan ile hayvan arasında kapatılamaz bir uçurum bulunduğunu söylemeleri, Darwin’in yaklaşımı ile uzlaşmaz kabul edildi. Her ne kadar Wallace gibi insan ile hayvan arasında mahiyet farkı olduğu fikriyle Evrim Teorisi’ni birleştirenler olduysa da; Evrim Teorisi’nin, insan ve hayvan arasındaki farkı bir derece farkına indirdiği görüşü genelde hâkim oldu. Fakat insan ile hayvan arasında sadece derece farkının bulunmasının, insanın sorumluluğu fikriyle ve dinlerin görüşüyle bağdaşabileceğini savunanlar da oldu. Bu görüşe göre insanların ahlaki sorumluluk için mutlaka ayrı bir cevhere sahip olmaları (mahiyet farkı) gerekmiyordu; insan ruhu, insan varlığının maddî bütünsel yapısının sahip olduğu bir özellik olarak da algılanabilirdi. 19. yüzyılda yapılan bu tartışma, 20. yüzyılda da devam etti ve günümüzde de devam etmektedir. Evrim Teorisi’nin dinler ile ilişkisinin ele alınacağı 5. bölümde bu konu incelenecektir.
İNSANIN SOYU, SEKSÜEL SELEKSİYON VE DUYGULARIN İFADESİ
Darwin, doğal seleksiyondan ‘seksüel seleksiyon’u (seksüel ayıklanma/seçilim) ayırıp önemini vurguladı. ‘Seksüel seleksiyon’ fikrine daha önce ‘Türlerin Kökeni’ kitabında vurgu yapan Darwin, bu kitabında konuya sadece birkaç sayfa yer vermişti.Darwin, duyguları ifade biçimlerinin evrensel olmasını evrime bağladı ve duyguları ifade biçimlerini sadece kültürle ilişkilendirenlere karşı çıktı. Darwin’in bu yaklaşımına karşı çıkanlar “Kültür önemlidir, insan doğası değil” diyorlardı.
Evrimcilerin, canlılarda öngördüğü akrabalık yakınlıkları ile duygularını ifade biçimlerinde benzerlik oranında tam bir paralellik olup olmadığını söylemek mümkün görünmemektedir. Zaten milyonlarca canlı türünün Darwin’in öngördüğü ‘soy ağacı’ndaki yerini tespit etmek konusunda birçok ihtilaf vardır. Bu ihtilaflar çözüldükten sonra ise, bu ‘soy ağacı’nda birbirine en yakın canlıların, duygularını ifade biçimlerinin en çok birbirine benzediğini söylemek gerekecektir ki; böyle bir çalışmayı Darwin de, ondan sonra kimse de gerçekleştirememiştir. Üstelik tüm bunların ortaya konması mümkün olsa bile ‘benzerliklerden evrime yükselmenin meşruluğu’ gösterilmeden; ne canlıların dış yapılarından, ne genetik benzerliklerinden, ne de duygularını ifade ediş biçimlerinden Evrim Teorisi’nin doğruluğunu iddia etmek, doğrulanmamış bir hipotezin ötesine geçemeyecektir. Evrim Teorisi’nden önce de sonra da canlılar arası benzerlikler; Tanrı’nın zihnindeki planın (veya ‘idealar’ın) benzer kılması ve toprağın ortak ata olması ve ortak Dünya ortamı içinde aynı hammaddelerden canlıların yaratılması temelinde açıklanmaya çalışılmıştır. Evrim Teorisi’nin açıklaması olan ‘benzerlikleri ortak bir ata ile tek bir soyda birleştirmek’; ileri sürülen açıklamaların sadece bir tanesidir.
Evrim Teorisi’nin delillerinin arttırılması çabası aslında hep daha çok benzerlik bulma yarışı olmuştur; önce morfolojik yapıda, sonra duyguların ifadesinde, en son da genetikte. Oysa öncelikle benzerlikten evrime yükselmenin meşru olup olmadığı saptanabilmelidir ki tüm bu çabaların yerinde olup olmadığı temellendirilebilsin. Bu konu 3. bölümde ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
HERBERT SPENCER VE EVRİM TEORİSİ
Herbert Spencer (1820-1903), ‘evrim’ (evolution) kavramının popüler bir kavram olmasını ilk olarak sağlayan kişidir. Darwinci çizgide Evrim Teorisi’ni savunan birçok biyolog, Evrim Teorisi’nin, her bir sonraki formun mutlak surette bir önceki formdan daha gelişmiş olması gerektiğini ileri sürmediğini (veya sürmemesi gerektiğini) söylemelerine rağmen; Evrim Teorisi, yaygın olarak ‘evrim’in, sürekli gelişmeyi ifade eden anlamında anlaşılmıştır. Spencer’ın Evrim Teorisi; ‘evrim’in, Güneş Sistemi’nden Dünya’mıza, Dünya’mızdan tüm canlıların bedenlerine, canlıların bedenlerinden sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir yasa olduğunu ileri sürer.Spencer, kendi döneminde büyük etkisi olan Newton’un fizik sistemi ile Comte’un toplumlara evrimci yaklaşımının ve pozitivizminin etkisi altındadır. O, etkisi altında olduğu fiziksel yaklaşımdan sosyolojik yaklaşıma kadar geniş bir alanı evrim ile birbirine bağlamıştır. Diyebiliriz ki, Hegel dahil hiçbir felsefeci, ‘evrim’ kavramına Spencer kadar felsefesinde merkezi bir rol vermemiştir. O, Hegel’in ‘evrim’i Mutlak’ın gerçekleştirdiği tinsel bir süreç olarak açıkça tarif etmesinden de etkisinde olduğu Comte’un pozitivizmindeki çizgisinden de ayrılır. ‘Evrim’in, bir zorunluluk olduğunu ve Bilinemez’in, Kavranamaz Kudret’in kendisini belli etmesine yarayan bir gerçeklik olduğunu söyler. Ayrı ayrı olguların değerlendirilmesinde evrimin sentetik bir düzen içinde anlaşılacağını ve tecrübelerimizi aşan gayesel bir gerçek olduğunu belirtir.
Spencer’ın biyolojik Evrim Teorisi evrensel bir ‘evrim’ yaklaşımının alt kümesidir. Bu yönüyle Lamarck’ın, Darwin’in ve Wallace’ın biyoloji merkezli Evrim Teorileri’nden ayrılmaktadır. Spencer’ın genel ‘evrim’ yaklaşımında, basit ve homojen bir halden kompleks ve heterojen duruma geçiş esastır.
Spencer, her ne kadar ‘Sosyal Darwinizm’ ile özdeşleştirildiği için daha çok Darwin ile arasında bağ kuruluyorsa da aslında o, biyolojide Lamarck’ın takipçisidir. 1852 yılında, Darwin daha ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yazmadan yedi yıl evvel, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni, embriyolojiden örneklerle birleştirip savundu.
Darwin, sonradan kazanılan özelliklerin aktarılmasını, ‘doğal seleksiyon’ mekanizmasının temel olduğu bir sistemin
Spencer, Weismann’ın sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı görüşüne itiraz etti ve sonradan kazanılan özellikler aktarılamıyorsa evrimin de olamayacağını söyledi. O, yeni bir yapı evrimleştiğinde, vücudun geri kalanının ona uyum sağlaması gerektiğini ve tesadüfi değişikliklerin hep beraber doğru zamanda gerçekleşmesini beklemenin mümkün olmadığını ileri sürdü. ‘Doğal seleksiyon’ bir tek organdaki değişikliği açıklayabilirdi, ama birbirine entegre tüm bir vücudu açıklamakta yetersizdi. Ayrıca Lamarckçılık, kullanılmayan organların toptan yok olmasını açıklayabiliyorken, ‘doğal seleksiyon’ bütünüyle elenmeyi açıklamakta zorluklara sahipti. Spencer, kullanılan organların geliştiğini ve kullanılmayan organların yok olduğunu söyleyen Lamarckçılığın, evrim için açıklayıcı bir mekanizma ileri sürdüğünü düşünüyordu.
Spencer’ın Evrim Teorisi açısından bir önemi de onun ‘evrim’ kavramını popülarize etmesinin yanında, ‘en uygun olanın yaşaması’ (survival of the fittest) deyimini ilk kullanan kişi olmasıdır. O, ‘var olma kavgası’nın (struggle for existence), ‘en uygun olanın yaşaması’na (survival of the fittest) yol açtığını söylemiştir (Spencer’ın bu ifadesi ile Nietzsche’nin Nazizm’e ve ırkçılığa yol açan ‘üstün-insan’ görüşü arasında bağlantılar kurulmuştur).
Spencer’ın günümüzdeki şöhretinin en önemli sebebi, genel evrimsel felsefesinden ve biyoloji alanındaki yaklaşımından ziyade, Evrim Teorisi’ni sosyoloji ve etik alanına uygulamasını ifade eden ‘Sosyal Darwinizm’ diye anılan görüşüdür. Buna göre, doğadaki evrimsel süreçten insanlar ve toplumlar için reçeteler çıkartılır. Kitabın 5. bölümünde, Evrim Teorisi’nin etik ve sosyoloji alanına taşınması ile ilgili bu konu işlenecektir.
YENİ-DARWINİZM VE GENETİĞİN ÖNEM KAZANMASI
Günümüzde Evrim Teorisi veya Darwinizm denince akla gelen biyolojik teori, temelde Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ fikriyle genetikteki gelişmelerin bir sentezidir ki bu yaklaşım Yeni-Darwinizm (Neo-Darwinizm) olarak da anılır. Yeni-Darwinizm’in kurucularından biri olarak gösterilen Theodosius Dobzhansky, Yeni-Darwinizm ismi yerine sentetik teori (synthetic theory) ve evrimin biyolojik teorisi (biological theory of evolution) demeyi tercih ettiğini; çünkü biyolojinin genetik, sistematik, karşılaştırmalı morfoloji, fosilbilim, embriyoloji, ekoloji dallarının da konuyla ilgili olduğunu söylemektedir.Her ne kadar Dobzhansky’nin dediği gibi ‘Yeni-Darwinizm’ veya ‘sentetik teori’ biyolojinin birçok alanıyla ilgili olsa da tüm bu alanlardaki bakış açısını değiştiren temel değişiklik genetik alanıyla ilgilidir. Yeni-Darwinizm’in en önemli özelliklerinden biri, sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı konusundaki ortak kanaattir. Embriyoloji veya geçmiş dönem fosillerinin incelenmesi üzerine yoğunlaşan Yeni-Darwinci, bir Lamarkçı’dan farklı olarak, ‘sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı’ kabulünden yola çıkarak embriyo gelişimini veya fosiller arasındaki benzerliklerin değerlendirmesini yapar. Bu temel dışında, Yeni-Darwinci olarak adlandırılan pek çok bilim insanı, birçok önemli konuda kendi aralarında anlaşmazlık içindedirler. Örneğin Edward O. Wilson ve onun gibi düşünenler, genlerimizde kodlu biyolojik yapımızın, sosyolojik yapımızı ve kültürümüzü oluşturduğu ile ilgili ‘sosyobiyoloji’ diye anılan yaklaşımı savunmaktadırlar.
Yeni-Darwinizm’de, birçok muhalif görüşün savunulmasına karşın, sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı konusunda genel bir kanı vardır. Her ne kadar sonradan kazanılan özelliklerin aktarılabileceğini hâlâ savunanlar olsa da, bunlar Yeni-Darwinci çizginin tamamen dışında etkin olmayan çok küçük bir azınlıktır.
Bu revizyon genetikteki gelişmelerin dayattığı bir sonuçtur. Kalıtım ile ilgili modern teorinin temel ilkeleri, Darwin ile aynı dönemde yaşayan Gregor Mendel (1822-1884) tarafından ortaya konmuştur. Mendel, bezelyelerle ilgili yaptığı deneylerini 1865 yılında yayımladı. Kendi döneminde yeterli ilgi görmeyen bu çalışmalar 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren yeniden keşfedildi. Mendel, birbirinden farklı bezelyeleri çiftleştirdi ve yeni oluşan melez bezelyelerin, çiftleştirilen bezelyelere ne kadar benzediğini gözlemledi. Bu gözlemi yaparken bezelyelerin yuvarlak veya buruşuk olması, rengi, uzun veya kısa olması gibi özelliklere yoğunlaştı. Melezleşen bezelyelerde kısalığa karşı uzunluğun, buruşukluğa karşı yuvarlaklığın, beyaza karşı mor rengin daha çok gözlendiğini tespit etti. Daha çok gözlenen bu özelliklere dominant (baskın), daha az gözlenen özelliklere ise resesif (çekinik) denir. Mendel, melezleştirdiği bezelyeleri birbirleriyle de çiftleştirince dominant özelliğin yeni oluşan melez bezelyelerde üçe bir oranına yakın bir şekilde ortaya çıktığını belirledi. Bu çalışma, canlının genotipi ile (genetik özellikleriyle) fenotipinin (dış görünüşünün) tamamen aynı olmadığını gösterir. Bireylerde, atalarından aldıkları bazı özellikler resesif olarak bulunup sonra ortaya çıkıyorsa; bu, genetikte var olan ve bireyin genetiğinde taşıyıp ilettiği bazı özelliklerin, dış görünüşünden belli olmadığı anlamını taşır. Mendel, melezleştirme yoluyla tür oluşumunu Evrim Teorisi’ne alternatif bir izah olarak değerlendiriyordu (Linnaeus son döneminde ve Buffon da melezleşme ile tür oluşumuna dikkat çekmişti). Mendel’in çalışmaları -o dönemde Darwin ve daha başka birçok biyoloğun düşündüğü şekilde- atalardan gelen özelliklerin, kan yoluyla ve birbirine karışarak yeni oluşan yavruya geçmediğini gösterdi. Özellikler atadan yavruya birbirinden ayrı, karışmayan bir şekilde geçer. Johanssen, kalıtımı sağlayan ve atalardan yavruya geçen bu parçacıklara 1911 yılında ‘gen’ adını koydu.
Weismann, 1883 yılında üreme hücreleri vücudun diğer bölümlerinden ayrı olduğu için; Lamarckçıların, Yeni-Lamarckçıların ve Darwincilerin savunduğu şekilde sonradan kazanılan özelliklerin aktarılmasının mümkün olmadığını ve ‘doğal seleksiyon’un evrimci yaklaşım için yeterli olduğunu ileri sürdü. Bu, kullanılan organların gelişip sonraki nesillere aktarılmasının veya kullanılmayan organların körelmiş bir şekilde sonraki nesle aktarılmasının mümkün olmadığı anlamına gelmektedir. Farelerin birçok nesil boyunca kuyruklarını kesip, sonradan oluşan farelerin de kuyruklu doğmasını bu tezine delil olarak gösterdi. Evrime bir tek ‘doğal seleksiyon’un yön verdiğini söyleyerek kendi karşıtlarının alternatif teoriler için çaba göstermesine yol açtı. Herbert Spencer, Weismann’ın görüşleri üzerine kendisinin Darwinci kampın dışında olduğunu açıkladı. Weismann’dan sonraki elli yıl onun ortaya koyduğu problemin tartışılmasıyla geçti; Mendel’in yeniden keşfinde de onun ortaya koyduğu yaklaşımın önemli etkisi oldu. Weismann ilerleyen yıllarda ‘doğal seleksiyon’un evrimi açıklamaya yeterli tek mekanizma olduğu fikrinden vazgeçti. ‘Tohumsal seleksiyon’ fikrini benimsemeye başladı; bununla, canlılarda ‘yönlendirilen bir çeşitliliğin’ oluştuğunu, bunun sayesinde yeni organların meydana çıktığını savundu. Doğal seleksiyonun yeni organ işe yaramazsa etkin olacağını iddia ederek
Darwin’in teorisini ortaya koyduğu ilk dönemde, en yakınlarından biri olan Huxley, Darwin’in ufak değişikliklerin birikmesiyle evrimi savunmasına karşın büyük değişikliklerle (sıçramalarla) yeni türlerin oluştuğunu (saltationism) iddia etti. Mendel’in ilk dönemdeki takipçilerinden bir kısmı mutasyonların (gendeki değişikliklerin), bir türden diğerine geçişi sağlayacak şekilde sıçramalı olduğunu savundular. Mutasyonla yeni bir türün oluşacağına dair yaklaşımı ilk olarak Hollandalı botanikçi Hugo De Vries (1848-1935), ‘Mutation Theory’ (1901) adlı çalışmasında ileri sürdü.
1910 yılından itibaren, hızlı üreme özelliğinin avantajları gibi sebeplerle sirke sineği (Drosophila) üzerinde laboratuvar ortamında X ışını vermek gibi müdahaleler ile mutasyon deneyleri yapıldı. Mutasyonların genelde resesif (çekinik) olmakla beraber dominant da olabileceği görüldü. Yapılan tüm deneyler, De Vries’in düşüncesinin aksine, Drosophila’nın hiçbir yeni türe dönüşmediğini gösterdi.
Laboratuvar ortamında X ışını verilerek, normal koşullarda mümkün olmadığı kadar mutasyona uğratılan canlılardan bile yeni ve yararlı özelliklere sahip bir tür elde edilememesi, Evrim Teorisi için ciddi bir sorundur. Böylece teori, tek bir yeni ve fonksiyonel türsel değişikliğin, manipülasyonun mümkün olduğu ortamda bile gözlenememesi sonucu zor duruma düşmüştür. Yeni-Darwinizm yavaş ve uzun yıllarda biriken mutasyonlarla, canlılardaki yeni organların ve özeliklerin oluştuğunu söyleyerek içinde bulunduğu sorunu çözmeye çalışmıştır. Ama bu da teorinin, gözlemsel destekten yoksun oluşunu ortadan kaldırmaz. Bilim felsefesi açısından Evrim Teorisi’nin değerlendirileceği 3. bölümde bu konu işlenecektir.
Watson ve Crick 1953’te DNA’yı keşfetmeden önce, genlerin vücut hücrelerindeki değişimlerden etkilenmediği ve bu izole genlerin, yeni bireyin oluşumuna şekil verdiği konusunda genel kanı oluşmuştu. DNA’nın keşfi bu kanıyı iyice kuvvetlendirdi ve genetik bilginin DNA’larda nükleik asitlerle kodlu olduğu öğrenildi. Mutasyonların, bu nükleik asitlerin düşmesi veya zarar görmesi gibi etkilerle oluştuğu anlaşıldı. DNA’nın yapısının keşfi ‘makro mutasyonları’ savunmayı güçleştirdi, DNA’nın hassaslığı bu kadar büyük mutasyonları kaldıramazdı. Bu da türlerin sıçramalı mutasyonlarla oluştuğu fikrinin savunulmasını açmaza soktu.
Yeni-Darwinizm canlılardaki benzerliklerden (homoloji) evrim olduğu sonucuna dayanmaya devam etti, ama canlılardaki ‘homoloji’ artık ortak atadan benzer genler alındığı yaklaşımıyla açıklanmaya başladı. Bu noktada, teorinin benzerlikten evrime yükselmesine dair içeriği aynı kaldı. Haeckel’in savunduğu ‘merdiven gibi yükselen evrimsel ağacı’ Yeni-Darwinistler’den neredeyse hiç savunan kalmadı; onun yerine ‘ortak bir atadan dallanan bir evrim ağacı’ kabul edildi. Yeni-Darwinistler’in içinde Darwinizm’i ateistik inançlar ile birleştirip savunanlar olduğu gibi, ‘yaratılışçı’ olduğunu söyleyip evrimi benimseyenler de oldu. Birçok bilim insanı ise dinlere veya Tanrı’ya dair fikirlerini Evrim Teorisi’nden tamamen ayırarak bu teoriyi savundu. Ünlü biyokimyacı Jacques Monod evrimin tamamen tesadüfi bir süreç olduğunu düşündü.
EVRİM TEORİSİ’NİN ORTAYA KONDUĞU DÖNEM VE YERDEKİ PARADİGMA
‘Paradigma’ terimi bizzat bu terimi popülerleştiren Thomas Kuhn tarafından ünlü kitabı ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bu yüzden bu kitapta benim ‘paradigma’ kavramıyla neyi kastettiğimi belirtmek faydalı olacaktır. ‘Paradigma’ kavramıyla; belli bir dönemde ve bölgede hâkim olan felsefî görüşlerin, bilimdeki gelişme ve yeni anlayışların, teolojideki yaklaşımların, ekonomik koşul ve teorilerin, politik ve sosyolojik ortamın ve diğer belirleyici unsurların hepsinin bir arada bilimsel çalışmanın yapılış şeklini ve kabulünü nasıl etkilediklerini ifade etmeye çalışıyorum. Bu anlama göre Evrim Teorisi; 19. yüzyılda, esas itibarıyla Ingiltere’deki felsefî, bilimsel, teolojik, politik, sosyolojik ortamdaki ‘paradigma’dan etkilenerek ortaya konmuştur. Evrim Teorisi’nin oluşmasında bu paradigmanın önemli olduğunu söylerken, Evrim Teorisi’nin açıklamasının sadece ve sadece bir paradigmanın açıklanmasıyla mümkün olduğunu veya Kuhn gibi, bilimsel bilginin yalnızca belli bir paradigma içinde önemli olduğunu ve objektif bilgi olmadığını (bir paradigmanın dışında o paradigmanın bilgisinin doğruluğu için bir kriter olmadığını) kastetmiyorum. Kuhn’un yaklaşımına tamamıyla katılmasam da onun, bilimsel bilgi ve ilerlemeyle ilgili epistemolojik sorunların, yani çağdaş bilim epistemolojisinin, mutlaka sosyal bir yönü de olduğunu göstermesininBir bilginin sosyolojik ortamın etkisiyle oluştuğunu söyleyerek, o bilginin mutlak şekilde objektif olmadığını (evrensel bir bilgi olmadığını, sadece dönemindeki koşulların bilime bir yansıtılması olduğunu) söylemiyorum. Bilgi sosyolojisine dayanan bu yaklaşım, mevcut bilimsel bilgi ve teorinin neden ve hangi ortamda oluştuğunu söyleyebilir, fakat bu teorinin yanlışlanmasını içermez. Fakat bilgi sosyolojisinin bu yaklaşımı, doğru olmayan bir bilimsel bilgi ve teorinin neden oluştuğunu açıklayabilir. Yani yanlış olan bilimsel bir bilgi ve teorinin, neden kabul edilip ortaya konduğunu belirlememizi sağlayabilir. Bazen aynı paradigma içinde ortaya konan bir teori doğru, diğeri ise yanlış olabilir. En zor olan ise bir teorideki yanlış unsurların doğru unsurlara karışmış olduğu durumdur. Böyle bir durum analitik bir incelemeyle doğru ile yanlışı ayırt etmeyi gerektirebilir ki; bu gerçekten de çetin bir uğraştır. Evrim Teorisi’nin belli bir sosyal ortamın yansıması olduğunu, bu teorinin yanlış bir teori olduğu ve sadece belli bir paradigmanın ürünü olduğu için kabul edildiğini göstermek için vurgulayanlar olmuştur.
Jeremy Rifkin, iktisadın en önemli düşünürlerinden Adam Smith’in (1723-1790) 1776’da yazdığı ünlü kitabı ‘Milletlerin Zenginliği’ (The Wealth of Nations) ile Darwin’'in yazdıklarının arasındaki önemli benzerliklere dikkat çeker ve evrimci gelişim düşüncesini, Smith’in ‘işin bölümlere ayrılması’ ile ilgili teorisinin motive ettiğini söyler. Darwin, Smith’in işbölümünün faydaları ve verimliliği artırması ile ilgili görüşlerini biyolog Milne-Edwards’dan aldı.
Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yazdığı yıllarda (1859), Ingiliz Imparatorluğu’nun üzerinde güneşin hiç batmadığı söyleniyordu, Ingiltere dünyadaki oluşumların en önemli aktörüydü. Evrim Teorisi’ni meşrulaştırmak için sömürü düzeninden doğaya (sosyo-politik ve iktisadi düzenden doğaya) analojiler kurulurken, sömürü düzenini meşrulaştırmak için tam tersi yönde, doğadan sömürü düzenine analojiler kuruldu. Bu süreçler bilinçsiz olarak gelişmişse de teorinin kabulünde rol oynadı.
Darwin, Ingiliz sömürgeciliğine biyolojik bir temel sağlamıştır. O; “Farklı ırklardan iki insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gibi davranırlar. Dövüşürler, birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler. Ama ardından en güçlü bünyenin (yani insandaki aklın) kazanacağı daha ölümcül bir mücadele başlar... Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir” diyordu. Ingilizler, sömürgecilik yaparken doğanın bir gereğini yerine getirdiklerini düşündükleri için güven tazeliyorlardı ve tabii ki bu durum teorinin ilk ortaya konduğu ortamda benimsenmesinin kolay olmasına katkıda bulunmuştur.
Darwin’in içinde yaşadığı dönemde endüstri devrimi ile beraber ‘ilerleme’ fikri halkın her tabakasında yaygınlaşmıştı. Sosyo-ekonomik alanda ve teknolojik gelişmede gözlemlenen ‘ilerlemeci evrim’ fikri, felsefe alanında Schelling, Hegel ve Comte gibi filozofların felsefesindeki ‘ilerlemeci evrim’ görüşüyle birleşiyordu. Bu teori ortaya konduğunda halkın geniş tabakalarından entelektüellerine kadar geniş bir kesimin zihninde ‘evrim’ fikri zaten vardı. Kant-Laplace ile gök cisimlerinin oluşumunun evrimi ve Lyell gibi bilim insanlarıyla yerkürenin evrimi hakkındaki evrimsel yaklaşımlar, sosyo-ekonomi ve felsefe alanının dışında bilimde de ‘evrim’ görüşünü yaygınlaştırmıştı. Bu da ‘evrim’ kavramının 19. yüzyılda özellikle İngiltere’de hâkim bir kavram olmasına yol açtı. Marx ve Engels’in, tarihin evrimine ve sınıf kavgasına dayalı komünist felsefelerini bu yüzyılın Ingiltere’sini (aynı paradigma içinde) gözlemleyerek geliştirmelerini de tesadüf olarak göremeyiz. Felsefe, fizik, yerbilimi, sosyoloji, iktisat, tarih gibi alanlarda oluşan ‘evrim’ kavramı, canlıların dünyasındaki karşılığını Darwin ve Wallace gibi isimlerin çalışmalarında buldu. Evrimin mekanizması olarak görülen ‘doğal seleksiyon’ da, daha önce belirtildiği gibi çağın olayları, iktisat ve sosyolojisi gibi unsurlarla uyumluydu.
Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemde, Newton fiziğinin ve felsefe ile bilimde mekanist yaklaşımın hâkimiyeti vardı. Teologların bir çoğu evrenin mekanik işleyişini, Tanrı’nın yaratışında bir araç olarak görerek; Tanrısal yaratma ile gayeselliği ve mekanist yaklaşımı uzlaştırmışlardı. Bu yüzden ‘doğal seleksiyon’u ortaya ilk koyan Wallace, mekanik prensiplerle işleyen bir biyolojik düzen ile ‘tasarım’ arasında bir çelişki görmedi. Fakat mekanist yaklaşımı Tanrısal yaratmaya karşı gören pozitivistler; Evrim Teorisi’nin metafizik unsurları dışladığı kanaatine varıp, bu teoriyi kendi paradigmalarının tamamlayıcısı olarak gördüler. Diğer yandan pozitivizmin kurucusu Comte’un, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni reddetmesi gibi olgular, gerek aynı tipteki bir teolojik yaklaşımla, gerekse pozitivist yaklaşımla herkesin aynı sonuçları çıkarsamadığının ilginç ve bizi acele ile yapılan genellemelerden koruması gereken örneklerdir. Aynı paradigma içinde herkes aynı sonuçlara varmamıştır, paradigmanın çekim kanunu gibi mutlak belirleyici bir fiziksel kuvveti yoktur; fakat önemli belirleyici bir etkisi olduğu ve bunun da göz ardı edilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Her bilimsel çalışma bir toplumda yapılır. Bu yüzden sosyolojik ortamdan bağımsız bir bilimsel çalışma olamaz. Bilimsel çalışma yapılırken belirlenen ilkelerde de toplumun rolü vardır. Çalışmaların kabul edilip toplumsallaşmasında ise toplumun değerleri ve menfaatleri ile toplumu yönlendiren siyaset gibi kurumların etkisi vardır. Tüm bu unsurlar objektif bilgiye ulaşmak arzusunda olan bilimin önünde ciddi engellerdir. Objektif bilgi; menfaatlere, mevcut siyasete, kültüre veya peşinen kabul edilmiş ilkelere aykırı olabilir. Toplumdan soyutlanmış bilgi olamayacağı için, elde edilen bilginin objektifliğini belirlemekte birçok defa önemli zorluklar olmaktadır. Çünkü bu bilgiyi değerlendiren ‘biz’ de toplumun bir parçası olarak; kabul edilmiş ilkeler, toplumsal kurumlar ve kültürle kuşatılmış bulunmaktayız.
Tüm bunlar, objektif bilimsel bilgiye ulaşmanın imkânsız olduğu anlamına gelmez. Paradigmanın, bilgiye ulaşma ve bilginin kabulünde zorlaştırıcı veya kolaylaştırıcı etkisi olduğunu, ele aldığımız bilginin kabul veya reddinin, bilginin doğruluk veya yanlışlığından bağımsız olarak paradigmaya bağlı olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Bu ise bizi, bir bilgiyi (veya teoriyi) değerlendirmek için, o bilginin ortaya konduğu paradigmayı bilmemiz gerektiği sonucuna götürür. Bu yüzden Evrim Teorisi’nin içinde yer aldığı paradigmayı ele aldım. Paradigma, bilimsel çalışmayı etkileyen tüm çerçeveyi ifade ettiği ve bu çerçevenin unsurları kendi aralarında da etkileşim içinde oldukları için, bir paradigmayı kusursuz şekilde ortaya koymakta büyük zorluklar vardır. Hele canlıların Evrim Teorisi gibi, teolojiden bilime, felsefeden siyasete kadar geniş bir alanda etkisi olan bir teori söz konusuysa, bu zorluk iyice artar. Evrim Teorisi’ne dayalı olarak topluma yön vermeye çalışanlar ‘olan’dan (doğadan) ‘olmalı’ya (etik alanına) sıçranamayacağına dair felsefî itiraza takılırlar; ama diğer yandan ideolojiden yani ‘olmalı’dan Evrim Teorisi’ne yani ‘olan’a doğru geçiş yapıldığı ve bu geçişin de meşru olmadığı bilinmelidir. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu paradigmayı belirlemekten daha önemli olan ise Evrim Teorisi’nin bilimsel iddialarının ne kadarının gerçekten de bilimsel bilgi olduğunu, ne kadarının ise sadece mevcut paradigmanın canlılar dünyasına yansıtılmasından ibaret olduğunun saptanmasıdır. Önümüzdeki bölümde bunu yapmaya çalışacağım.