Evren Teorisi

Evrim Teorisi Ortaya Konmadan Önceki Felsefe, Bilim ve Biyoloji Tarihi

Mezopotamya’da rastlanır ve Mezopotamya, ortaçağın sonlarına dek kendi çağına göre üst seviyede bir kültürün ortamı olmuştur.1 Sümerler hayvancılıkla uğraşıyorlardı; bu uğraşlarında at ırklarını ayırt etmek, atla eşeğin çaprazlanması gibi uygulamaları bulunmaktaydı. Babillilerin de belli bir biyoloji bilgisi vardı; pişmiş topraktan bazı iç organ modellerini yaptıkları bilinmektedir. Bu ise hayvanları incelemek için kesip biçtiklerini, yani bazı deneyler yaptıklarını kanıtlamaktadır.2

Mısır medeniyetinden günümüze kalan ‘tıp’la ilgili papirüslerden, Mısırlıların yaptıkları cerrahi operasyonları -ki bunlar, belli bir seviyede anatomi bilgisi gerektirmektedirler-öğreniyoruz.3 Mısırlıların mumyalama ile ilgili uygulamaları da belli bir anatomi bilgisini gerektirmekteydi. Bu anatomi bilgisinin tıp biliminin gelişimine ciddi bir katkısı olmuştur.4 Eski Çin ve Eski Hint’te de hayvancılıkla, bitki yetiştirmeyle ve tıbbi operasyonlarla ilgili biyolojik bilgiler bulunmaktaydı.5

Ünlü bilim tarihçilerinin büyük bir kısmı; söz konusu eski uygarlıkların diğer bilim dallarına ve biyolojiye ilişkin bilgilerinin, daha çok pratik ihtiyaçlardan kaynaklandığını ve deneyle gözleme dayalı çabalarının ve teorik yaklaşımlarının zayıf olduğunu söylemektedir. Bu tespitin, Batılı bilim insanlarının, kendi kültürel kökenlerini dayandırmaya çalıştıkları Eski Yunan medeniyetini ön plana çıkarma amacından kaynaklanan taraflı bir yaklaşım olduğunu iddia edenler de vardır. Evrim Teorisi, Batı medeniyetinin kültürel ortamında geliştiği için bu tartışmayı irdelemeden, konumuz açısından önemli olan Eski Yunan medeniyetindeki felsefe ve bilim ortamını incelemeye geçiyorum.

ESKİ YUNAN MEDENİYETİNİN İLK FİLOZOFLARI

Mısır, Fenike (Filistin, Israil, Lübnan), Anadolu, Ege adaları ve Yunanistan’la çevrelenen Doğu Akdeniz’de deniz ticaretinin hayli yaygın boyutta yapılmaya başlaması sonucu mal ve ürün ticareti gelişmiş, ayrıca farklı yörelerdeki insanların farklı gelenek, görenek, görüş, düşünce ve inançlarıyla karşılaşılmıştır. Kavramlarla düşünme ve soyutlama becerisinin bu bölgede hızla filizlenip yayılmasının belli başlı nedeni, farklı kültür değerlerinin harmanlanmasına yol açan bu iletişim tarzı olmuştur.6 Bilinen ilk felsefeci olan Miletli Thales (MÖ 6. yy) tüccar, devlet adamı, mühendis ve matematikçiydi. Thales, evrenin temel hammaddesinin su olduğunu söyledi, buna göre evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar suyun değişime uğramasıyla oluşmuştur. Evrenin hammaddesinin ne veya neler olduğu Eski Yunan’ın ilk dönem filozoflarının en önemli tartışma konusu olmuştur. Iyonya filozofları, günümüzdeki anlamında bilim insanları olarak nitelenemezler; çünkü deney ve sistematik gözlem, onların çalışmalarında önemli bir yere sahip değildi. Fakat geleneksel öğretileri bir kenara bırakarak ve kendi akıl yürütmelerine dayanarak evreni anlamaya çalışmış olmaları önemlidir. Aklın mitolojik düşüncenin esaretinden kurtulması, bilimsel ve felsefî düşüncenin gelişmesindeki en önemli aşamalardan biridir.

Thales, biyoloji ve canlılar dünyasıyla pek ilgilenmemiştir. Fakat onun talebesi Anaximander (MÖ 610-546 civarı) hem canlılar dünyasıyla ilgili ilginç açıklamalar yapmış hem de evrenin temel hammaddesinin ‘apeiron’ olduğunu söyleyerek hocasına muhalefet etmiştir. Anaximander, ilk hayvanların suda oluştuğunu ve bunların büyüyünce kuru alanlara göç ettiğini söylemiştir. Canlılarla ilgili fikirlerinden dolayı Anaximander’in evrimci görüşleri ilk kez dile getiren kişi olduğu söylenir. Bu görüşleri, -Ernst Mayr’ın da dediği gibi- Evrim Teorisi’nin önceden sezinlenmesi olarak görmemek gerekir.7

Anaximander’in çalışmalarını yakından incelediğimizde, onların, modern fikirlerden çok, mitolojiye benzediklerini görürüz. 8 ‘Evrim Teorisi’nin günümüzde anlatılan şekli, tarih boyunca yapılan açıklamaların bazılarıyla elbette ortak noktalara sahiptir. Fakat birkaç cümlelik bir anlatımı günümüzün ‘Evrim Teorisi’ ile karıştırmamak gerekir. Bazıları, kurbağanın prense dönüşmesiyle ilgili bir hikâyeyi, neredeyse ‘Evrim Teorisi’nin önceden sezinlenmesi olarak görme eğilimindedir.

Empedokles (MÖ 492-432) canlıların orijini ile ilgili çok uçuk bir teori ortaya atmıştır: Ona göre önce vücudun bazı parçaları ortaya çıkmıştır; gövdesiz baş veya gözsüz kafa gibi. Mükemmel form bulunana kadar bu böyle devam etmiş ve ucubeler yok olmuştur. Ernst Mayr, bu yaklaşımı, bazılarının yaptığı gibi ‘doğal seleksiyon’un öncüsü kabul etmenin saçma olduğunu söyler. Çünkü Empedokles’in anlatımında ‘doğal seleksiyon’, ne birbirlerini tamamlayan parçaları bir araya getirmekte bir mekanizma olarak işin içine sokulur, ne de mükemmel olmayan parçaları eleyen bir mekanizma olarak ele alınır. Mayr’a göre o, iki başlı dana gibi bazı canavarların varlığını ileri sürmek için teorisini bir öneri olarak ortaya atıyordu.9

Modern evrimci kuram, gelişmenin daha çok, daha basit formların sürekli bir şekilde farklılaşması sonucu ortaya çıktığını söylediği halde; Empedoklesçi kuram, bu gelişmeyi daha çok başka cinsten formların birbirleriyle birleşmesinde görmektedir.10

İyonyalı filozoflardan Anaximandros’un talebesi Anaximenes’in (MÖ 585-525 civarı) ve Apollonlu Diogenes’in (MÖ 435’ler civarı) çalışmaları da dikkat çekmektedir. Örneğin Diogenes’in çalışmaları bilinen en eski anatomi çalışmalarından birisidir.11 Eski Yunan’da yapılan bu çalışmaların önemi evrenin neden-sonuç ilişkileri içerisinde açıklanmaya çalışılması, akılcı yaklaşımın temel olması ve mitolojik göndermelerin ve geleneğin otoritesinin -tamamen yok olmasa da- gittikçe azalmasıdır. Bu özelliklerden dolayı Eski Yunan’ın ilk dönem filozoflarının günümüze göre çok safça olan yaklaşımları bile değerli kabul edilmektedir. Ayrıca bu sürecin bir diyalektiği vardı. Talebe rahatlıkla hocasının fikrine muhalefet edebilmiş; bu diyalektik süreç, ilkel bazı girişimlerin süreç sonunda gelişmesini sağlamıştır. Fakat bu dönemde Hippokrates’in (MÖ 460-370 civarı) okulu dışında gözlem ve deneye yeterli önemin verildiğine pek rastlanmaz. Onun çalışmalarını Herophilus, Erasistratus ve de özellikle Galen geliştirmiştir; daha sonra bu çalışmalar, Rönesans döneminde anatomi ve fizyolojinin yeniden canlanmasında temel oluşturmuştur. Bu çalışmalarda genelde felsefî akıl yürütmeler, deney ve gözleme göre ön planda olmuştur.12

ATOMCU GÖRÜŞ

Eski Yunan’da Atomculuğu ortaya atan ilk kişi Leukippos’tur. Ilkçağ kaynakları, bir varlık anlayışı (ontoloji) kuramı olarak bu öğretiyi büyük ölçüde Leukippos’un geliştirdiği konusunda, genellikle görüş birliği içindedir.13 Buna rağmen Atomculuğu sistematik olarak ortaya koyan ilk kişinin Demokritus olduğu kabul edilir. Bu kurama göre atomlar öncesiz ve sonrasızdır. Demokritus evrenin işleyişini, mekanist bir şekilde atomların hareketleriyle açıklar. Aristoteles ise Demokritus’u, gayeci (teleolojik) yaklaşımı tamamen dışlayıp evreni doğal bir zorunlulukla açıkladığı için eleştirir.14

Atomcu kuramı savunan Demokritus, onun takipçisi Epikurus ve onlardan çok daha açık şekilde ateist-materyalizmi savunmuş olan Lucretius, evrende bilinçli bir tasarımın varlığını reddetmişlerdir. Her olguyu doğal zorunlulukla açıklayan bu yaklaşımda; her şeyin, bir bilincin müdahalesi olmadan ‘tesadüfen’ oluştuğu söylenir. Evrenin ve canlıların, atomların hareketleri sonucunda oluştuğunu savunan bu yaklaşım, her oluşun mekanik bir tarzda, sebep-sonuç ilişkileri içerisinde oluştuğunu kabul eder. Bu yaklaşıma göre sebep-sonuç ilişkilerinin dışında bir tesadüf olamaz. Fakat bu yaklaşımda bulunanlardan, ‘evrenin tesadüfen oluştuğunu’ söyleyenler, ‘tesadüf’ kelimesini ‘bilinçli bir tasarımın karşıtı’, ‘bilincin yönlendirmediği bir zorunluluk’ anlamında kullanmışlardır. (Bu kitapta ‘tesadüf’ kavramı bu anlamıyla ele alınmıştır.)

İşte Eski Yunan atomcularının ve onların takipçilerinin teizmle (tektanrıcılık)15
en büyük uyuşmazlığı bu noktadadır. Teizm, mekanist bir evren görüşünü kabul edebilir, -teistlerin aralarında bu konuda tartışma olsa da- fakat evrenin bilinçli bir tasarımın ürünü olmadığını ve bu anlamdaki gayeciliğin reddini kabul edemez. Kitabın ilerleyen sayfalarında görüleceği gibi, gayeciliğin kabul edilip edilmemesi ve mekanizm-gayecilik tartışması, ‘Evrim Teorisi’ ile ilgili tartışmalarda önemli bir yere sahiptir. Böylece Aristoteles’in Demokritusçu yaklaşımla Atomcu kuram bağlamında yaptığı tartışma, 2000 yıldan daha uzun bir zaman diliminden sonra, tarihin yeni oyuncuları tarafından yepyeni bir içerik merkezinde tekrarlanacaktır.

Tektanrıcı dinlerin evrenin bir başlangıcı ve sonu olduğunu kabul etmelerine karşın Eski Yunan’da ezeli, ebedi ve durağan bir evren tasarımı hâkimdi. Evrende var olan değişiklikler bile döngüsel bir mantıkla açıklanıyor ve kuramlarında her şey aslına geri dönüyordu. Örneğin Atomcu kurama göre canlılar ve her şey atomların etkileşimi ile var oluyordu, daha sonra her şey aslına, yani atomlara dönüşüyordu. Atomlar öncesiz ve sonrasızlıklarıyla her şeyin nihai açıklamasıydılar. Bu varlık anlayışı, Tanrı’nın merkezde olduğunu ve evreni yoktan yaratıp bir gün yok edeceğini söyleyen tektanrıcı dinlerin anlayışından tamamen farklıdır.

Bir teist, Atomcu kurama benzer şekilde mekanistik yaklaşımla evreni açıklayabilir. Hem teist evrimciler hem de ateist evrimciler olduğu gibi, ‘teist bir Atomcu kuram’a inananlar da olabilir ve olmuştur da. Fakat bir teist, atomların öncesiz ve sonrasızlığını, evrende gayesel bir oluşum olmadığını, atomların her şeyin nihai açıklaması olduğunu kabul edemez. Tanrı merkezli varlık anlayışı nihai açıklamayı Tanrı’da bulur, bir teist için evrenin oluşumu muhakkak gayeseldir; çünkü Tanrı’nın zihnindeki plan işlemektedir.

Ne her Atomcu kurama inanan ateisttir ne de her ateist evrimci olmak zorundadır. Tarihin ünlü ateistlerinde, günümüzün ‘Evrim Teorisi’nin izlerini arayarak, onları bu teorinin öncüsü, ilham kaynağı olarak görmek yanlış bir yaklaşımdır. Demokritus ve Epikurus’un en ünlü takipçisi ve onlardan çok daha açık bir şekilde ateizmi savunan Lucretius’u da evrimci olarak görmek doğru değildir. Lucretius ‘Şeylerin Doğasına Dair’ isimli şiirinde şöyle demektedir:

“Her şeyin kendine has gelişim süreci vardır;
Herbiri birbirinden farklı yanlarını muhafaza etmelidir,
Bu, Doğa’nın geri döndürülemez kanunudur.”16

Lucretius evrimsel süreçle tesadüfi bir oluşumu değil, tesadüfi bir şekilde ‘kendiliğinden oluşum’u (spontaneous generation) savunmuştur. Görüldüğü gibi ateizm için önemli olan bilinçli bir gücün karışmadığı bir oluşumu kabul etmektir. Bu ‘kendiliğinden oluşum’u evrimci bir süreç olarak tarif etmeyenler de olmuştur. Ateizm ile Evrim Teorisi’ni ilişkilendirmeye çalışan bazı araştırmacılar, Eski Yunan’a kadar geri gitmiş ve o dönemin ateistlerinin kullandığı birkaç cümle ile Evrim Teorisi arasında zorlamaya varacak ölçüde bir bağ kurmaya çalışmışlardır. Lucretius gibi bazı düşünürler, türlerin yok olması gibi bazı olgulara dikkat çekmişlerdir ama bunu, türlerin birbirinden evrimleştiğini söyleyen Evrim Teorisi’nin doğal seleksiyonu ile karıştırmamak gerekir. Eğer bunlar birbirine karıştırılırsa, tarihteki binlerce kişinin, ‘Evrim Teorisi’ni önceden sezinlediği söylenebilir.

Evrim Teorisi’nin doğru olup olmadığı antik dönemin bir tartışması değildir. Fakat gayeci bir yaklaşımın doğru olup olmadığı ve evrenin bilinçli bir tasarımın ürünü olup olmadığı, o dönemden beri süren bir tartışmadır ve ‘Evrim Teorisi’ ile bu tartışma daha sonra doruk noktasına ulaşmıştır.

PLATON

Protagoras, Gorgias ve Sokrates gibi düşünürler için biyoloji ve tüm diğer doğa bilimleri, felsefî etkinliğin dışındadır. Onlar bu konudaki çabaları, başarısı olanaksız bir uğraş olarak algıladılar ve bilinemezci (agnostik) bir tavır sergilediler. Fakat felsefî düşünceyi gerçek manada yönlendiren ve atomcularla beraber kendisinden önceki düşünürlerin çoğunu gölgede bırakan Platon oldu.17 Platon hem kendinden önceki felsefecileri gölgede bırakan, hem de Yunan felsefesinin itibarını arttırarak gölgede bıraktığı isimlerin gün ışığına çıkmasını sağlayan kişidir. O, kendisinden önceki Pythagoras, Parmenides, Herakleitus ve hocası Sokrates gibi felsefecilerin mirasından faydalanmasının yanında, antikçağdaki ünde ve etkideki tek rakibi, talebesi olan Aristoteles’i mirasından yararlandırmıştır.

Birçok biyoloji tarihi kitabında, Platon, biyoloji biliminin gelişiminde en olumsuz etkisi olan kişilerden biri olarak gösterilmektedir.18 Ünlü hayvanbilimci ve fosilbilimci Stephen Jay Gould, Platon’dan beri gelen ideal soyutlamaların, bütünü oluşturan bireylerdeki çeşitliliğin (varyasyonların) göz ardı edilmesine sebep olduğunu söyler.19 Gould, Platon’dan beri gelen ‘özcülük’ (essentialism) düşüncesinin, biyoloji ve diğer doğa bilimlerinde gelişmeyi önlediği kanısındadır. Özcülük, metafizikte, öze bir gerçeklik yükleyen, özün varoluş karşısında ontolojik bir önceliğe sahip olduğunu öne süren görüştür.20 Ernst Mayr, özcülüğün iki bin yıl boyunca biyolojiyi felce uğrattığını, Platonik düşüncenin biyolojinin felaketi olduğunu, modern biyolojinin Platonik düşünceden kurtularak geliştiğini söyler ve Platon’un ‘Timaeus’ adlı eserinde duyu organlarıyla elde edilen bilgiyle gerçeğe ulaşılamayacağını söylemesine gönderme yapar.21

Platon’un bilgi teorisindeki (epistemoloji) yaklaşımının, gözlem ve deney gibi doğa bilimleri için çok önemli olan unsurların gelişmesini engellediği doğrudur. Fakat onun sistematik yaklaşımı felsefeye kazandırmasının ve matematiği merkezi bir role koymasının, doğa bilimleri açısından ne kadar önemli olduğu da unutulmamalıdır. Platon, matematiği vazgeçilemeyecek bir bilim olarak görür; çünkü matematik ile bütün bilimler kavranır ve matematik öz varlığa varmak için kavramları kullanmaya bizi zorlar.22 Sistematik yaklaşım olmadan, deney ve gözlemler birleştirilmeyen veri yığınlarına dönüşürdü. Batı dünyasına sistematik düşünmeyi öğreten en önemli kişilerden birinin Platon olduğu dikkate alındığında, onun düşüncesinin sırf doğa bilimleri için zararlı yönlerini öne çıkaran Mayr ve Gould’un eleştirilerinden -haklı tespitlerinin de bulunmasına rağmen- haksızlık yaptığını düşünüyorum. Her iki düşünür de Darwin’in türler yerine bireyleri öne çıkaran düşüncesinin, Platon’un 2000 yıllık yanıltıcılığına nihai olarak son verdiğini düşündükleri için böyle bir abartıya gitmişlerdir.23

Mayr, Platon’un matematiksel yaklaşımının bilim için öneminin bilincindedir. O, bu noktanın farkındadır ve sadece Platon’un değil, matematiğin ve fizik bilimlerinin kendilerinin de biyoloji üzerinde çok olumsuz etkilerinin olduğu kanaatindedir. Geometrinin değişmeyen doğrularının özcülüğe yol açtığını, bunun ise evrimci düşünceye ters olduğunu söylemektedir.24 Mayr, Platon’u, evrimin karşıt kampının kahramanı ilan eder; o özcülüğün bayraktarı olduğu için bu nitelemeye layık görülür. Matematiksel düşüncenin biyoloji üzerindeki zararlarına dikkat çeken Mayr’a karşılık Nicholas Rashevsky gibi biyolojide matematiksel düşünceden daha çok istifade edilmesi gerektiğini düşünen bilim insanları da mevcuttur. Buna göre olasılık hesapları, istatistik çıkarımlar, kümeler teorisi gibi matematiksel yaklaşımlar biyolojide kullanılmalıdır.25 Biyolojinin fizik bilimlerden farkını anlamak elbette önemlidir ama matematiksel düşünce gelişmeden doğa bilimlerinde gelişme olmasının çok zor, hatta imkânsız olduğu da kabul edilmelidir.

Mayr, Platon’un dört görüşünün biyolojiye zarar verdiğini söyler. Bunlardan birincisi bahsettiğimiz özcülük ile ilgili fikirleridir. Ikincisi evreni bir ‘kozmos’ olarak görmesidir ki bu ileride evrim fikrinin ortaya konmasında zorluk çıkarmıştır. Üçüncüsü canlılığın cansız maddeden kendiliğinden oluşumu fikrini savunan filozofların görüşleri yerine Yaratıcı’yı (Demiurge’u) koymasıdır. Dördüncüsü maddî bedenden ayrı bir cevher olarak ruha yaptığı çok önemli vurgudur.26 Tüm bu izahlardan anlaşılıyor ki Mayr, Platon’un biyolojik düşünceye zarar verdiğini söylerken aslında materyalist-evrimci düşünce ile biyolojik düşünceyi özdeşleştirmiş bulunmaktadır. Mayr, 2000 yılı aşkın bir zamanda süren özcü düşünceden insanları kurtaran kahraman olarak Darwin’i sunar ve onun sayesinde özcülükten popülasyoncu düşünceye geçildiğini söyler.27

Heidegger, Nietzsche’nin kendi felsefesini Platonculuğa karşı bir felsefe olarak gördüğünü ve Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüyle Platoncu metafiziğin ölümünü kastettiğini söyler.28 Görülüyor ki Batı felsefesinde Platon birçok fikrin kaynağı kabul edilmektedir ve sırf Platon’un karşıt fikri veya panzehiri olmak iddiası bile bir biyolojik yaklaşıma (Darwin örneği) veya felsefî yaklaşıma (Nietzsche örneği) önemli bir konum kazandırabilmektedir. Alfred North Whitehead’in, Batı felsefe tarihini Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibaret gören yaklaşımı -aslen abartılı olsa da- önemli gerçeklere işaret etmektedir. Evrimci düşüncenin geç ortaya çıkmasından ve kabulünün zor olmasından bile en önemli evrimci bilim insanlarının Platoncu düşünceyi sorumlu tutması ilginç bir örnektir.

ARİSTOTELES

Platon’un biyolojiye doğrudan katkısı yoktur, fakat ortaya koyduğu fikirlerin doğa bilimleri ve biyoloji için hem engel olma hem de yol açma açısından önemi vardır. Aristoteles’in ise hem genel felsefesinin, doğa bilimleri ve biyoloji için çizdiği yol çok önemlidir, hem de bir biyolog ve biyoloji felsefecisi olarak ortaya koyduğu ve yaptığı çalışmalar, kendisinden sonraki çok uzun bir dönem boyunca etkili olmuştur. W. Thompson, E. S. Russell ve J. Needham gibi ünlü biyologlar onun koyduğu birçok prensibin günümüze kadar tazeliğini koruduğunu söylerler.29 Biyoloji tarihi veya biyoloji felsefesi üzerine yazılan kitapların ilk bölümlerinin geniş bir kısmı genelde Aristoteles’e ayrılmıştır. O, karşılaştırmanın bilim için önemini kavrayan ilk kişi olarak anılır.30

Aristoteles, hocası Platon’un ‘idealar’ öğretisini eleştirir: Platon’un yazılarında eşyadan ayrı ‘idealar’ bulunduğunun kanıtını aramak boşunadır.31 Platon’un ‘idealar’la ilgili öğretisi, metafizik problemleri çözmek yerine, gerçek âlemi, aynı adı taşıyan faydasız ‘idealar’la daha karmaşık hale getirmektedir. Gerçekten de ‘idealar’ eşyanın ne meydana gelmesine ne muhafazasına ne anlaşılmasına yardım etmektedirler.32 Aristoteles maddî evrenden bağımsız ‘idealar’ın varlığını reddederken evrendeki bireylerin özü anlamında ‘idealar’ı kabul eder. Yani Aristoteles de Platon gibi özcüdür ama onun özcülüğü, bu evrenin dışında ayrı bir ‘idealar’ âlemine gözleri çeviren ve bu evreni önemsiz kabul eden bir özcülük değildir. Ileride Aristoteles’in özcülüğü, Linnaeus’un biyolojik teorisini de etkileyecektir ve Linnaeus biyoloğun görevini; türlerdeki, Tanrı’nın yarattığı özleri ve bu özlere bağlı türleri tespit etmek olarak ifade edecektir.33 Özcülüğün biyoloji üzerinde çok olumsuz etkisi olduğunu söyleyenler de 19. yüzyıldan (Darwin’den) önceki dönemde biyolojiye en önemli katkı yapan kişi olarak yine Aristoteles’i gösterirler.34 Onun biyolojiye bu katkılarının arkasındaki temel neden felsefesinin deneyciliğe verdiği önemdir. Aristoteles, açıkça biyolojik çalışmalarını değerlendirirken, gözlemin teoriye göre önceliğini ve teorinin ancak gözlemlerle uyumlu olma durumunda geçerli olduğunu ileri sürer.35 Aristoteles, sistematik düşünmede hocası Platon’dan, deneyci yaklaşım ve biyoloji alanında ise Hippokrates’ten istifade etmiştir. Fakat sistematik düşünce ve yaptıklarıyla Hippokrates’ten çok daha başarılı ve etkili olmuştur. ‘Hayvanların Tarihi’, ‘Hayvan Bedeninin Bölümleri Üstüne’, ‘Hayvanların Üremesine Dair’, ‘Ruh Üstüne’ yapıtları biyoloji açısından önemlidir.36 ‘Metafizik’ ve ‘Fizik’ isimli yapıtlarında ortaya koyduğu fikirlerini anlamak da doğa bilimlerine ve biyolojiye yaklaşımını kavramak için gereklidir.

Aristoteles’in biyoloji ile ilgili görüşlerinde zengin bir biyolojik mirasa sahip olmaması, yeterli deney ve gözlemi gerçekleştirememesi, mikroskop gibi araçlara sahip olmaması, ulaştığı sonuçlardaki yanlışlıklarda etkili olmuştur. Içinde bulunduğu olumsuz şartlara rağmen 2000 yıldan fazla bir süreci etkileyecek çalışmalarıyla tarihin en etkili biyoloğu olduğu söylenebilir.37 Ondan önce bilinen hiç kimse hayvanları böylesine ciddi bir sınıflandırmaya tabi tutmamıştır. O, hayvanları; yaşam tarzları, organları, davranışları gibi kriterler çerçevesinde sınıflandırmıştır.38
Onun hayvanlarla ilgili sınıflandırması kendisinden 2000 yıl kadar sonra yaşayan Linnaeus ile kıyaslanır. Durağan sabit bir evren anlayışını öngören fiziği daha önce (16. yüzyıl) gözden düşmüş olmasına karşın biyolojide üstatlık mertebesini 19. yüzyıla dek korumuştur. Günümüzdeyse, kavramları ile görüşlerinin çoğu, biyoloji felsefesinin hâlâ gündemindedir.39 550 civarında hayvanı gruplandırarak, canlıları; ‘yumuşak, sıcakkanlı memeliler’ ve ‘sert, soğuk bitkiler’ gibi farklı hiyerarşik sıralar altında incelemiştir. Onun çalışmaları morfoloji, fizyoloji, embriyoloji, sistematik, hayvan davranışları gibi biyolojinin birçok çalışma alanı için temel oluşturmuştur.

Aristoteles’in biyoloji felsefesi, bazı evrimci filozoflar tarafından ‘Evrim Teorisi’nin daha önce ortaya konmamasının önemli sebeplerinden biri olarak gösterilir. Onun biyolojik yaklaşımında sıçramalara, umulmadık yıkımlara ve yeniden kurulmalara yer yoktur. Her oluş, öncelikle de canlılar evrenindeki oluşumlar, gayelerini -bir bakıma son biçimlerini- kendi bünyelerinde taşırlar.40 Evrenin bir kaostan oluştuğu (Platon’un düşüncesi) düşüncesinden, kompleks canlıların daha basit canlılardan oluştuğu düşüncesine kadar her türlü ‘evrim’ fikri Aristoteles’in düşüncesine tersti.41


Aristoteles’in varlığı meydana getiren nedenleri tarifi konumuz açısından önemlidir. O, varlığı meydana getiren nedenleri dört başlıkta inceler:

1. Maddî neden
2. Fail neden
3. Formel neden
4. Gayeci (Teleolojik) neden

Aristoteles’e göre bilim insanının görevi bu dört nedenin hepsi üzerine bilgi edinmektir.42 Aristoteles’in meşhur mermer heykel örneğini ele alalım. Her şeyden önce mermerin varlığına gerek vardır. Bu maddî nedendir. Heykeli yapmak için çekiç ve keskiyle yontma işlemine ihtiyaç duyulur. Bu ise fail nedendir. Fakat yine, heykelin bir şekil alması, bir at, insan veya benzeri bir şekil kazanması gerekir, gelişigüzel yontulmuş mermer heykel değildir. Bu da formel nedendir. Heykelin varoluşunun genel nedeni, heykeltıraşın amacının gerçekleşmesidir. Aristoteles buna gayesel neden yani bütün şeyin nihai nedeni der.43 Bazen formel neden ve gayesel neden aynı olur; bir şeyin son biçimi aynı zamanda sürecin nihai amacıdır.

Aristoteles’in gayeci yaklaşımı, teizm ile uyumluyken ateizm ile uyuşamaz ama bu, ateistlerin gayeci yaklaşımın kelimelerini ve kavramlarını hiç kullanmadıkları anlamına gelmez. Örneğin gözün açıklaması için “Göz görmeye yarar”, kanatlar için “Kanatlar uçmayı sağlar” şeklinde yapılan açıklamalar; gözleri ve kanatları gayesel nedenleri ile açıklayan gayeci ifadelerdir ve biyoloji kitapları bu tip ifadelerle doludur. Bazı evrimci biyologlar (örneğin botanikçi Paul J. Kramer), dilin bu şekilde kullanımını yanlış bulmakta ve bu şekildeki ifadelerin biyoloji biliminden atılmasını istemektedirler.44 Ünlü evrimci biyolog Francisco J. Ayala, biyoloji biliminde dilin gayeci kullanımından kaçışın olmadığının farkındadır ve bunda bir sakınca da görmemektedir. Fakat gayesel yaklaşımı ‘yapay gayecilik’ (artificial teleology) ve ‘doğal gayecilik’ (natural teleology) diye ikiye ayırarak, bir ateistin, gayeci kavramları kullanışı ile teistinkileri ayırt etmektedir. Buna göre bir bıçağın keskin yapılmasını, bir arabanın sürülmek için imal edilmesini veya Tanrı’nın evreni yaratmasını anlatan kişi; ‘yapay gayeci’ bir yaklaşımda bulunuyordur. Bu yaklaşımda bilinçli oluşturma ve bunun sonucunda tasarım vardır; bıçağı, arabayı ve evreni bunlara içkin olmayan dış ve bilinçli bir güç oluşturmuştur. Oysa Ayala, ‘doğal gayecilik’te her şeyin içkin olduğunu; kuşların kanatlarının oluşumundan bahsederken, tesadüfi mutasyon, adaptasyon, doğal seleksiyon gibi süreçlerin dışında hiçbir güce atıf yapmayan kişinin, ‘doğal gayeci’ açıklama yaptığını söyler.45 Görüldüğü gibi teist felsefeci ve bilim insanlarının gayeci yaklaşımı, Ayala’nın sınıflamasına göre yapay gayeciliktir; buna karşın ateist yaklaşımın gayesel terimleri kullanışı doğal gayeciliktir. Burada ‘doğal’ kelimesinin kullanılışındaki gerçek amacın, doğa-dışı gücü (Tanrı’yı), evrenin ve canlıların oluşum sürecinin dışına çıkarmak olduğu görülmektedir. Ileride görüleceği gibi bu yaklaşım tüm evrimcilerin yaklaşımı değildir, sadece ateist evrimcilerin yaklaşımıdır. Teist bir bilim insanı veya felsefeci, evrenden veya canlılardan bahsederken gayesel nedenleri göz ardı edip bilimsel yaklaşımda bulunabilir. Fakat teist bir varlık anlayışına sahip bir kişi, evreni Tanrı’nın bir tasarımı olarak gördüğü için; tasarımdan dolayı mutlak bir şekilde gayeci yaklaşımı kabul etmiştir (bilimsel yaklaşımda gayeselliği göz ardı etse de).

Jacques Monod46 ve Ernst Mayr47; Aristoteles’in ve teistlerin gayeci yaklaşımı ile ateistlerin gayesel kavramları kullanışını ayırt etmek için ‘teleonomi’ kavramının ‘teleoloji’ (gayesel) kavramının yerine kullanılmasını önermektedirler. Aristotelesçi anlamda ‘teleoloji’ kavramından kurtulmak için ‘teleonomi’ kavramının kullanılmasını ilk öneren Pittendrigh olmuştur.48 Ernst Mayr ‘teleonomi’ kavramını gayesel bir süreç için kullanmaktadır, bu gayeye giden yolu yönlendiren ise programdır. Mayr’ın programla kastettiği temelde canlıların DNA’sındaki genetik kodudur.49 Böylece teistlerin, bilinçli ve kudretli Tasarımcı’nın zihnindeki planı kasteden ‘teleoloji’si, ateist-evrimci yaklaşım tarafından; Tanrı ve DNA ile teleoloji ve teleonomi kavramları yer değiştirtilerek dönüştürülür. Böylece biyologların canlıların organları ve davranışları için kullanmaktan kaçınamadıkları ‘gayesel ifadeler’ meşrulaştırılmış olunur.

ARİSTOTELES'TEN SONRA BİYOLOJİ

Aristoteles deneysel ve gözlemsel biyolojiye büyük katkıda bulunduğu gibi biyoloji felsefesi alanında yaptığı tartışmalar 2000 yılı aşkın bir süre alıntılanmış veya ona cevap verilmeye çalışılmıştır ve onun muhalifleri bile onun önemini yadsımamıştır.

Aristoteles Atina’dan firar ettikten sonra okulunun yönetimini, Platon’un okulundan beri beraber olduğu talebesi Theophrastus’a (MÖ 370-287) bıraktı. O da 30 yılı aşkın bir süre bu okulu yönetip birçok talebe yetiştirdi. Theophrastus’un çalışmaları botanik konusunda kendi döneminin zirvesidir.50 O, 500’ün üzerinde bitki türünden bahsetmiş ve ‘botaniğin babası’ olarak anılmıştır. ‘De Causis Plantrum’ (Bitkilerin Sebepleri) ve ‘Historia Plantrum’ (Bitkilerin Doğal Tarihi) adlı ünlü eserlerinde, bitkilerin üreme sisteminden hastalıklarına kadar birçok konuyu ele alır.51 Theophrastus’un yaklaşımının felsefe açısından değeri, deneysel yaklaşıma önem verilmediği bir devirde, deneyin ve gözlemin, bilgi teorisi açısından önemine inanması ve bizzat kendisinin uygulamalarıyla Aristoteles’in bilgisel ve kuramsal mirasını geliştirmesindedir.

Bu dönemden sonra biyolojiye önemli katkıda bulunanların birçoğu aynı zamanda hekimdir. Örneğin Herophilus’un (MÖ 300’ler civarı) anatomi konusundaki çalışmaları önemlidir, eserlerinin çoğu kaybolmuş olmasına rağmen başkalarının ondan yaptığı alıntılardan kendisinin yaşadığı dönemin en önemli iki anatomi bilgininden biri olduğu anlaşılmaktadır. Yaptığı otopsilerle insan vücudu hakkındaki bilgilerin birçoğunu ilk defa insanlığa kazandıran odur.52 Erasistratus (MÖ 290’lar civarı), Herophilus’un çağdaşıydı ve o da önemli bir anatomi bilgini ve fizyolojistti. Demokritus’un Atomcu kuramına yakındı.53 Kalp üzerine dikkatlice çalıştı ve kapakçıklarını isimlendirdi, dolaşım sistemi ve sinir sistemi üzerine araştırmalar yaptı, beynin kıvrımlarını inceledi. Iskenderiyeli bu iki anatomi bilgininin birbirleriyle rekabeti biyoloji biliminin gelişimi açısından önemli sonuçlar verdi.54

Romalıların biyolojiye katkıları genelde Yunanlılarınkinden daha önemsiz kabul edilir. Milattan sonra 1. yüzyılda yaşayan Pliny (23-79), ‘Doğa Tarihi’ adlı geniş kapsamlı bir ansiklopedi yazmış ve bu eser 15 yüzyıl boyunca başvuru kitabı olmuştur.55

Antik dönemin son önemli biyoloji bilgini 2. yüzyılda yaşayan Galenos’tur (129-200). Bergama’da doğan Galenos, Roma’da hekimlik ve cerrahlık yaptı, birçok tıp kitabı yazdı. Anatomiciydi; fil, domuz ve maymun gibi birçok hayvanın üzerinde otopsi uygulayarak sinir sistemlerini, kalplerini inceledi. Deneysel fizyolojinin kurucusu kabul edilir.56 17. yüzyıla dek biyoloji bilimi üzerinde en etkili birkaç isimden biri oldu. Hatta Aristoteles ile beraber en etkili iki kişiden biri olduğu da söylenebilir. Galenos kendinden önceki mirastan önemli ölçüde yararlandı ve Aristoteles’in gayeci yaklaşımını benimsedi. Anatomi ve fizyoloji konusunda Aristoteles’i geçmiş olsa da57 biyoloji felsefesine ve genel felsefeye olan etkisi Aristoteles’in çok gerisindedir. Aristoteles’ten sonra bilgi teorilerinde deneye ve gözleme yer veren tüm bilginlerin katkısı önemli olsa da bunların hiçbirinin felsefî bir sistem kurma ve kendilerinin de etkisi altında oldukları Aristotelesçi sistemi (paradigmayı) değiştirme konusunda girişimleri olmamıştır; çoğu bu paradigmaya bağlı bir şekilde yaptıkları çalışmalarda, tümevarım yöntemiyle mevcut bilimsel bilgiyi geliştirmeyi hedeflemiştir.

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE BİLİM VE BİYOLOJİ

Galenos’tan sonra uzun bir dönem çok önemli sayılabilecek biyolojik bir çalışmaya rastlanmamaktadır. Bu süreç Islam düşüncesinin en önemli eserlerinin verildiği 9.-13. yüzyıllar arasındaki döneme kadar devam etti. İslam dini 7. yüzyılda ortaya çıktı ve İslam’ın kaynağı Kuran, tüm varlıkları Tanrı’nın varlığının delilleri olarak nitelendirerek Müslümanları bunların incelenmesine teşvik etti. Kuran’ın ayetlerinin şekillendirdiği zihinler, bilimsel çalışmayı bir ibadet ve Tanrı’ya yaklaşmanın aracı olarak değerlendirdiler. Kuran’ın dili bilimsel ilerlemenin uluslararası vasıtası oldu. Bu yüzyıllarda yaşamış Cabir bin Hayyan, Kindi, Harizmi, Fergani, Ebu Bekr er-Razi, Ibn Sina, Biruni, Ibn Yunus, Ibnül Heysem gibi Müslüman bilim insanlarının Batı’da eşdeğerleri bulunmamaktaydı. Ortaçağ hakkında ‘karanlık çağ’ denmesi Batı medeniyeti için doğru olabilir ama bu dönemdeki İslam düşüncesinin bilimsel başarısı için bu ifadeyi kullanmak uygun değildir.58 Ünlü bilim tarihçisi Sarton, 8. yüzyılın ikinci yarısından 12. yüzyıla kadarki kronolojiyi her yarım yüzyıla bu dönemlere damgasını vurmuş Müslüman bilim insanlarının adını vererek düzenlemekte ve topyekün bu dönemi ‘altın çağ’ olarak nitelemektedir.59

Müslümanlar, ilmin gerçek sahibi olarak Allah’ı gördükleri için; yabancı toplumlardan bilgi almada, bu toplumlardan çeviriler yapmakta bir sakınca görmediler. Hint, Fars, Mezopotamya bölgesindeki birikimden ve de özellikle Yunan mirasından yararlanıldı. Önceki insanların bilim ve düşünceye katkılarını kendi eserleri sayarak, faydalı olanı almayı, faydasız olana itibar etmemeyi prensip edindiler. Yunan bilim ve düşüncesini ayrıntılarıyla tercüme edip korumalarına ve ondan faydalanmalarına rağmen Yunan mitolojisini çoktanrıcılığın bir şekli olarak niteleyip dikkate almamışlardır.60

Müslüman düşünürler, sadece kendilerinden bir şey katmadıkları tercümeler yapmamışlar; daha baştan kendi inançları, varlık anlayışları çerçevesinde seçimler yaparak etkili olmuşlardır. Özellikle Aristoteles’in ve Galenos’un, onlardan sonra ise Hippokrates’in, İslam dünyasındaki biyoloji biliminin gelişiminde en etkili kişiler olduğu söylenebilir. Hippokrates ve Galenos’ta yer alan uyum ve denge fikri ile İslam’da önemli bir yer tutan uyum ve denge fikri arasındaki ilişki de bunu kolaylaştırmıştır.61 İslam’daki, canlıları, Allah’ın varlığının ve gücünün delili olarak gören anlayışın, Aristoteles’in ve onu izleyen Galenos’un gayeci yaklaşımıyla uyumlu olması da; onların, İslam düşünürlerince benimsenmelerinde etkili olmuştur.

İslam düşünürleri bilgilerini sadece tercümelerle arttırmakla kalmamış, sistematik deney ve gözlemle bilgi edinmenin bilgi teorisi açısından önemini kavramışlar ve birçok keşifler yapmışlardır. Örneğin Ibnün Nefs’in küçük kan dolaşımını keşfi önemlidir.62 Ibnün Nefs, Galenos’un yanlış düşüncelerini düzelterek kalbin üç değil iki karıncıktan ibaret olduğunu bulmuştur.63 Hayvanbilimi alanında Cahız’ın ‘Kitab el- Hayevan’ (Hayvanlar Hakkında Kitap) adlı kitabı kendi döneminin en önemli eserlerindendir. O, Aristoteles’in fikirlerinden faydalanmış, onları hem geliştirmiş, hem de eleştirmiştir. Cahız, hayvanbilimini (zoolojiyi), dini araştırmaların bir dalı haline getirmiştir.64 Bu durum, doğa bilimleri üzerine çalışmayı, ibadet kabul eden devrin genel anlayışıyla uyumluydu. Kuran canlı varlıklara özel bir itina göstermiştir. Nitekim birisi Kuran’ın en uzun suresi olmak üzere Kuran’da tam altı sure adını hayvanlardan almaktadır.65

Müslüman bilim insanları botanik konusunda da önemli eserler verdiler. Örneğin Ebu Hanife ed-Dineveri’nin ‘Kitab en-Neba’ (Bitkiler Kitabı) adlı eseri muhtemelen 9. yüzyılın en önemli botanik kitabıdır. Ihvan-ı Safa’nın, Ibn Sina’nın, Ibn Bacce’nin de botanik konusundaki eserleri, kendi ve kendilerinden sonraki dönemlerde etkili olmuşlardır.66

Ibnül Heysem’in optik konusundaki çalışmaları, 16-17. yüzyıla kadarki bu alanda yapılmış en önemli bilimsel çalışmalardan birisidir.67mOptikteki bilgi birikimi astronomi için olduğu kadar biyoloji için de hayati önemde olmuştur. Nasıl çağdaş astronomi gelişmesini teleskopa borçluysa, çağdaş biyoloji de mikroskopa borçludur. Bu yüzden optikteki gelişmeye katkısı olan Ibnül Heysem biyoloji açısından da önemli bir yere sahiptir. Roger Bacon’dan, Vitello’dan, Leonardo da Vinci’ye dek birçok önemli bilim insanı optikle ilgili çalışmalarında Ibnül Heysem’in optikle ilgili kitabından faydalanmışlardır.68

Modern biyoloji ve ‘Evrim Teorisi’, Batı medeniyetinin bilimsel ortamında gelişti. Bu yüzden Batı bilimi ve biyolojisinin beslendiği kaynaklar olan Grek medeniyetini ve Islam düşüncesini tanımamız, Batı medeniyetinin gelişimini daha iyi kavrayabilmemiz için faydalı olacaktır. Islam düşüncesinden yapılan çevirilerle Batı, kendi tarihsel köklerini dayandırdığı ve yoğun etkisi altına girdiği Grek mirasını keşfetti. Batı, Islam düşüncesinden tercümelerle Grek medeniyetini keşfederken, Islam düşüncesinin Grek medeniyetini yorumlayışını ve Islam bilim insanlarının metodolojisini ve keşiflerini de kendi içine aldı. Albertus Magnus, Thomas Aquinas, Duns Scottus gibi Batı medeniyetinin önemli isimleri, özellikle Ibn Sina ve Ibn Rüşd’ün düşüncelerinden derinden etkilendiler.69 Roger Bacon’a nispet edilen deneysel metodu kurma şerefinin aslında Müslüman bilginlere ait olduğu, teori ve deneyin metodolojik bütünlüğü konusunda Bacon ve Leonardo da Vinci gibi ünlü bilim insanlarının, Müslüman bilim insanlarından ciddi etkiler aldıkları ünlü Batılı bilim tarihçilerince de ifade edilmiştir.70

11. ve 13. yüzyıllarda Arapçadan Latinceye yapılan tercümeler Avrupa’da bir eğitim devrimine yol açmış ve dolayısıyla Batı’da mevcut şekliyle üniversitenin doğuşunda etkili olmuştur.71 Arapçadan yapılan tercümelerle Batı dillerine giren kelime ve kavramlar, özellikle 16. yüzyılda bu konuda gösterilen özel bir gayretle Batı’nın bilimsel terminolojisinden çıkarıldı.72

Islam düşüncesinin biyoloji alanındaki en etkili isminin Ibn Sina olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle ‘el-Kanun fi’t-Tıbb’ isimli eseri biyoloji ve tıp alanlarında yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulmuştur. 15. yüzyılın sonlarına doğru ‘el-Kanun’, Galenos’un eserleriyle birlikte Batı Avrupa’daki tıp fakültelerinde okutuluyor ve yorumlanıyordu. Bilhassa 13. yüzyıldan itibaren Italya’da büyük bir ilgiyle karşılanmıştır.73

Müslüman bilim insanları teistik bir varlık anlayışını, deney ve gözleme önem veren bir bilgi teorisini ve bilim anlayışını, farklı medeniyetlerin bilimsel mirasından faydalanmayı gerekli gören bir zihniyeti, evreni ve canlıları tanıma faaliyetlerini ibadet kabul eden bir iman anlayışıyla birleştirdiler. Tüm bunları kendi bünyelerinde sentezleyen Islam düşüncesi, Batı medeniyetine önemli bir miras aktardı ve bu miras Batı’nın bundan sonraki felsefî ve bilimsel macerasında etkili oldu.

İSLAM DÜŞÜNÜRLERİNDE 'EVRİM' FİKRİ

Islam düşüncesinin Batı’nın modern biliminin ve biyolojisinin oluşumunda hem deneyci ve gözlemci metodolojiyi teşvik ederek hem kendi deney ve gözlem sonuçlarını aktararak hem de Grek medeniyetinin mirasıyla Batı’yı buluşturarak etkili olduğu doğrudur. Fakat Lamarck ve özellikle de Darwin tarafından ortaya konan, sonra başta genetik olmak üzere biyolojideki gelişmelerle yeniden formüle edilen ‘biyolojik Evrim Teorisi’ni, Batı’nın, Islam düşüncesinden aldığını söylemek için yeterli ve tutarlı delil bulunmamaktadır. Bazılarının yaptığı gibi Anaximander’de ‘Evrim Teorisi’ni aramak hata olduğu gibi, Islam düşüncesi içindeki Ihvan-ı Safa’da ‘Evrim Teorisi’ni aramak da hatalıdır.74 Bu, Islam düşünürlerinde ‘evrim’ fikri olmadığı anlamına gelmemektedir. Bazı araştırmacılar bu düşünürlerdeki ‘evrim’ kavramına işaret ettiklerinde, birçok kişinin ‘evrim’ kavramıyla ‘biyolojik Evrim Teorisi’ni karıştırdığı görünmektedir. Bu çok tekrarlanan, kavramların yanlış kullanılmasından kaynaklanan hata, sıkça tarafların anlaşılamamasına sebep olmaktadır.

‘Evrim’ kavramı ile daha kompleks bir varlık türünün daha basit bir varlıktan meydana gelmesi kastedilir. Örneğin gaz bulutlarının sıkışmasından gezegenlerin oluşumu şeklinde kozmolojik seviyede bir evrim de hidrojen ve oksijenin birleşmesinden suyun oluşması şeklinde kimyevi seviyede bir evrim de ‘evrim’ kavramının içine girer. Biyolojik anlamda ise Lamarck ve özellikle Darwin tarafından ortaya konan ‘Evrim Teorisi’ ile her bir canlı türünün, diğer bir türün değişimi sonucu oluştuğu kabul edilir. Bu yüzden türlerin sabitliğini savunan herkes ‘Evrim Teorisi’ ile tam zıt kutuptadır. ‘Evrimci’ fikirleri gösterilirken türlerin değişmezliğini savundukları da aynı araştırmacılar tarafından gösterilen Nazzam75, Biruni76, Ihvan-ı Safa77 ‘evrimci’ kabul edilseler de ‘Evrim Teorisi’ni önceden sezinledikleri söylenemez.
Cahız, canlılar arasındaki hayat kavgasından, Biruni canlı türlerin içindeki çeşitlilikten ve türlerin seçimi ile ıslah edilmelerinden bahsetmişlerse de hiçbirinin bugünkü anlamda bir ‘Evrim Teorisi’ni savunduğu söylenemez.78 Canlıların ‘varlık mertebeleri’ olduğu görüşünü ve bu görüşe göre canlıları sıralamayı ‘Evrim Teorisi’nden ayırt etmek gerekir. Aynı hata Aristoteles için de yapılmış, onun canlıları ‘varlık mertebeleri’ne göre dizişinden, ‘Evrim Teorisi’ni öncelediğini düşünenler olmuştur. Ibn Miskeveyh’in de yaptığı gibi canlıları ‘varlık mertebeleri’ne göre ayıran hiyerarşik bir diziliş, basit canlıdan kompleks canlıların evrimleştiğini söyleyen sıralamaya benzeyebilir.79 Fakat ‘varlık mertebeleri’ne göre canlıları dizişte canlı türlerinin birbirlerinden evrimleştikleri iddiası yer almazken ‘Evrim Teorisi’nin en temel iddiası budur.

Bazı düşünürler ise Kuran’da bir ceza olarak anlatılan ‘mesh’ olayına dayanarak bir türden diğerine dönüşmeyi mümkün görmüşlerdir (Bu konu 5. bölümde işlenecektir). Sınırlı sayıda türün birbirinden evrimleşmesiyle, bütün türlerin, cinslerin, familyaların, sınıfların evrimleşerek oluştuğunu söyleyen ‘Evrim Teorisi’ arasında önemli fark vardır. Türler arası geçişi mümkün görmekle, bütün canlıların birbirinden oluştuğunu söyleyen sistematik bir görüşü ortaya koymak arasında ciddi bir derece farkı vardır. Bir düşünürün, sırf türler arası geçişi mümkün gördüğü için ‘Evrim Teorisi’ni öncelediğini söylemek zorlama olacaktır.

Müslüman düşünürlerde ‘evrim’ görüşü olduğunu söyleyenler üç tip ‘evrim’ kastetmektedirler. Bunların birincisi biyolojik evrimdir ve türlerin değişimi bu evrimin konusudur. Ikincisi sosyal evrimdir ve medeniyetlerin gelişimi gibi faktörler buna dahildir. Üçüncüsü ise insanın ahlaki ve manevi açıdan gelişimini anlatan psikolojik evrimdir.80 Günümüzde birçok kişi ‘evrim’ kavramıyla ‘Evrim Teorisi’ni anladığı için, bu saydığımız üç ‘evrim’ görüşünden herhangi biri kastedildiğinde ayırım yapılamayabilmektedir; ama yapılması gerekmektedir. Örneğin Mevlana’nın manevi açıdan gelişimi kasteden şiirlerinin, ‘biyolojik Evrim Teorisi’ni öncelemesi şeklinde yapılan yorumlar doğru kabul edilemez. Mevlana’nın açıklamaları da canlıların, hiyerarşik varlık mertebelerine göre dizilmelerini öngören ‘varlık mertebeleri’ anlayışı ile ilgilidir. Cahız’ın evrimi öncelediğini söyleyen bir görüş Cahız’ın bilimsel, biyolojik yaklaşımından dolayı daha çok tartışmaya değerdir; fakat tasavvufi şiirsel bir eserin birkaç beytinden dolayı Mevlana’yı biyoloji alanına çekmek hatadır. Mevlana’nın, kendi alanındaki birinden beklendiği gibi ‘psikolojik evrime’ işaret ettiğini veya ruhsal gelişimi vurguladığını söylemek daha doğru olacaktır.

Bazı Islam düşünürlerinin doğal seleksiyona ve dönüşümcülük fikrine işaret etmeleri önemlidir.81 Fakat bu ifadelere dayanarak ‘Evrim Teorisi’nin Müslüman düşünürler sayesinde veya onlar tarafından ortaya konduğunu söyleyecek yeterli, sistematik ve ikna edici verilere sahip değiliz. Canlılar dünyasında doğal seleksiyonun varlığını tespit etmek ile yeni türlerin, cinslerin, familyaların oluşumunu Darwin gibi ‘doğal seleksiyon’la açıklamak çok farklıdır. Türlerin değişimine işaret edilmesi ise biyolojik açıdan ciddi bir öneme sahiptir. Fakat bütün canlıları böylesi bir değişimin sonucu görmek ile bu değişimin sınırlı şekilde gerçekleştiğini söylemek oldukça farklı fikirlerdir. Diğer yandan, ‘Evrim Teorisi’ ile karıştırmamak gerekmekle birlikte, birçok ünlü Islam düşünürünün felsefelerinde ‘evrim’ kavramının önemli bir yere sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir.

ORTAÇAĞ HIRİSTİYAN DÜŞÜNCESİ VE BİYOLOJİ

Ortaçağ Hıristiyan dünyasında genel olarak bilimsel düşüncede de biyolojide de önemli buluşlara ve çalışmalara az rastlanır. Islam dünyasından yapılan tercümeler ve Haçlı Seferleriyle Grek ve Islam medeniyetinin felsefî-bilimsel birikiminin Hıristiyan dünyaya aktarılması ile Hıristiyan dünyada bir ivme gerçekleşmiştir.82 Bu aktarma faaliyetinin olduğu yüzyıllarda (12. ve 13. yüzyıllar) aynı zamanda bugünkü anlamda üniversitenin temelleri, kilise mensuplarının direnmelerine rağmen atılmıştır.83 Batı’nın bilim anlayışının ve biyolojisinin gelişimi için bu da önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Batı dünyası Islam medeniyeti üzerinden tanıştığı Aristoteles’in felsefesini ve bilimini Katolikleştirdikten sonra -bunu büyük ölçüde Thomas Aquinas (1225-1274) yaptı- adeta resmi görüşü olarak kabul etti. Aristoteles’in, Dünya’yı evrenin merkezi kabul eden görüşü ve birçok fikri Katolik Kilisesi’ni cezbetti ve ciddi bir tahlil yapılmadan birçok görüşü içselleştirildi. Meşhur bir hikâyeye göre atın kaç dişi olduğunu merak edenler atın ağzını açıp dişlerini sayacaklarına Aristoteles’in kitaplarına başvuruyorlardı.84 Böylece ortaçağ Hıristiyan dünyasına -Katolik Kilisesi ile Aristoteles sentezi- Thomas Aquinas’ın felsefesinde en sistematik şekilde ifade edilmiş olan sistem (paradigma) hâkim oldu. Aquinas’ın canlıları belirli, değişmez bir sayıda gören yaklaşımının canlılar dünyasına yönelik evrimsel bir teorinin oluşumunu uzun yıllar engellediği düşünülür. Bu paradigma çok açıklayıcı gözüküyordu, fakat her türlü bilgi elde edilmiş ve iş bitirilmiş havasında sunulduğu için bilimsel bilginin gelişiminin önü tıkanmıştı. Aristoteles felsefesi kendi döneminde olmadığı kadar tartışılmaz olmuştu ve dinsellik etiketiyle Katolik Kilisesi’nin himayesine girmişti. Bu, Aristoteles’in bile tahmin edemeyeceği bir sonuçtu; kendisi adeta azize, felsefî-bilimsel sistemi ise bazı düzeltmelerle dine dönüşmüştü.

Hıristiyan dünyada 13. yüzyılda yaşayan Dominik tarikatından Albertus Magnus’un (1200-1280, Thomas Aquinas’ın hocası) doğal tarih üzerine yazdığı kitap, kendinden önceki Hıristiyan medeniyetinin ve kendi asrının en ciddi biyoloji kitabıdır. O, Galenos, Hippokrates ve Islam düşünürlerinin (Ibn Sina ve Ibn Rüşd başta olmak üzere) fikirlerinden de yararlanmıştır. Bu kitabında yazar, Aristoteles’in derin etkisi altındadır; kendi gözlemleri de olmakla beraber, bunların çok fazla olduğu söylenemez.85

Bu dönemde imparator II. Frederik’in, Dominiken tarikatından Thomas Cantimpratensis’in ve Vincentius Bellovacensis’in biyoloji ile ilgili çalışmaları da önemlidir ama hiçbiri Albertus Magnus’unki kadar geniş çaplı değildir.86 Bilimsel anlamda bilinen bir keşfi olmasa da ortaya koyduğu metodolojisinin doğa bilimlerindeki önemi sebebiyle Roger Bacon (1214-1293) da bu dönemde anılması gereken bir isimdir; o, matematiği temele alan, fakat soyut akıl yürütmenin yanı sıra gözlemden ve deneyden de yararlanan birleşik bir bilimin olması gerektiğini savundu.87 Bu metodoloji modern bilimlerin gelişmesini sağlayan metodolojidir. Roger Bacon, bu metodolojinin, modern bilimin geliştiği Batı medeniyetine yerleşmesinde öncülük eden önemli isimlerden birisidir. O, etkisinde olduğu Islam düşünürlerine benzer şekilde, bu dünyadaki şeyleri bilirsek dini daha iyi anlayacağımızı savunuyordu. Matematiği ve gözlemi daha dindar olmanın bir aracı olarak görüyordu.88 Kısacası onun bilgi teorisindeki yaklaşımı sahip olduğu varlık anlayışına hizmet eden bir araçtı.

Bilimde gözlemin merkezi rolünün artması, biyoloji biliminin tüm dallarındaki gelişmelerin motoru hükmündedir. Coğrafi keşiflerin ve özellikle Amerika’nın ilerleyen yüzyıllarda keşfi de biyoloji açısından önemli olmuştur. Bu keşifler sayesinde biyoloji yeni materyallere kavuşmuştur. Bunları hiç görmemiş olan Aristoteles’e dayanarak bilgi edinmenin bundan böyle imkânı da kalmamıştır. Bu durum, yeni araştırmaların yapılıp, gözlemin bilimde daha merkezi bir role kavuşmasında etkili olmuştur.89

KOPERNİK - KEPLER - GALİLE SÜRECI VE KİLISE’NİN GÜCÜNÜ YİTİRMESİ

Bilimsel fikirleri ortaya atanlar toplumdan yalıtılmış bireyler değildir, bilimsel aktiviteler de toplumun dışında yapılmazlar. Demek ki bilimin sosyolojik ortamla bir etkileşimi vardır; bu etkileşimin bilimin objektif olma idealine zarar verebilecek olması ihtimâli bu gerçekliği değiştirmez. Ortaçağ Hıristiyan toplumunda Kilise ile Aristoteles’in felsefe ve biliminin karışımı olan paradigmanın hâkim olduğunu gördük. O dönemin sosyolojik ortamında Kilise’nin gücü ve belirleyiciliği, bu paradigmanın kurulmasında ve devam ettirilmesinde en önemli faktördü. Bu paradigmanın değişmesinde ise Kilise’nin gücünü yitirmesi belirleyici olmuştur. Kilise’nin gücünü yitirmesinde, evvelden beri Kilise’yle çekişmekte olan siyasi otoritelerin Kilise’ye karşı kazandıkları başarılar ve özellikle Martin Luther ile John Calvin’in başlattıkları 16. yüzyıldaki Protestan hareketinin, birçok kimsenin Katolik Kilisesi’nden kopmasına yol açması önemlidir. Burada üzerinde durulacak sebep, fizik biliminde yaşanan gelişmelerin, Kilise’nin kontrol ettiği paradigmayı delmesidir. Bu sistemsel (paradigmal) değişimde, fizik (özellikle astronomi) motor rolü oynasa da daha sonra bu değişimin, tüm doğa bilimlerinde ve konumuz açısından önemli olan biyolojide etkisi büyük olmuştur.

Yunanlıların ve Islam düşünürlerinin yaptığı gözlemler, aslında çok az gözlem yapmış olan Kopernik’in (1473-1543) yeni bir evren modeli önermesinde etkili oldu. Kopernik 16. yüzyılın başında (1514) Güneş merkezli kuramının kısa bir özetini sundu. Ancak yaşamının sonlarına doğru eseri yayımlandı. Kilise başta bu kitaba karşı önemli bir tepki vermedi ama daha sonra 1616’da bu kitabın okunması yasaklandı.90 Kopernik bu kitabında, Dünya yerine Güneş’in merkez olduğu ve Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğü aksiyomlarını kabul edersek, evrendeki gök cisimlerinin hareketlerini daha iyi anlayacağımızı söyledi.91 Kopernik’in bu iddiası, Aristoteles’in fikirlerini resmi görüş olarak kabul eden Kilise’nin felsefî ve bilimsel anlayışına aykırıydı.

Kopernik’te suskun kalan Kilise asıl tepkiyi Galile’ye (1564-1642) gösterdi. Birçok kitapta bilim-din çatışmasının en önemli iki örneği olarak ‘Kopernik’in evren görüşüyle-din çatışması’ ve ‘Darwin’in Evrim Teorisi’yle-din çatışması’ gösterilir. Bu kitapların ‘din’den kastının temelde Katolik Kilisesi olduğu ve bunun tarihsel olarak inkâr edilemeyeceği gözükmektedir. Fakat bu ‘din’ sözcüğüyle diğer dinleri kastetmek hatalı olacağı gibi, bütün Hıristiyanları da bu çatışmanın tarafı görmek hatalı olacaktır; çünkü Kopernik, Kepler, Galile gibi dinin karşı cephesi olarak konumlandırılan kişilerin hepsi inançlı Hıristiyanlardı.

16. ve 17. yüzyıllarda gelişen bilime yön veren bilim felsefesinin bilgi kuramında, gözlem ile beraber matematiksel veri ve modelleri kullanmak merkezi role sahipti. Buna göre kuramın matematiksel modeliyle gözlem kesinlikle uyumlu olmalıydı; eğer kontrol edilen gözlem verileri kuramın matematiksel modeliyle uyumlu değilse, kuram tamamen değiştirilmeli veya düzeltilmeliydi. Kepler (1571-1630) söz konusu bilim anlayışının önemli ve öncü uygulayıcılarından biridir. Kepler, 1601’de başarılı gözlemci Tycho Brahe’nin (1546-1601) ölümünün ardından onun vazifesine atandı. Kepler, Brahe’nin gözlem verilerinden faydalandı ve yeni gözlemler yaptı. Kendi kuramıyla Mars’ın yörüngesinin arasındaki sekiz dakikalık hata üzerine altı yıllık bir çalışma yaptı ve yörüngenin elips olduğunu bularak, daha önceki kuramında yörüngeleri dairesel kabul etmesini düzeltti.92 Böylece, Kopernik tarafından ortaya konan evren tablosundaki bazı yanlışlar düzeltildi ve evrendeki oluşumları açıklayan daha güçlü bir kurama kavuşuldu. Bu, yeni bilim anlayışında kuram ve gözlemin uyumuna verilen önemi ve bu uyumun denetleyicisi olarak matematiğe verilen rolü gösteren önemli bir örnektir. Kepler, Tanrı’nın lütfu sonucunda insanın, anlayabileceği yegâne evrende yaratıldığını söyler; matematiksel bir evrende.93 Matematiksel kesinlik, eskiden beri felsefecileri büyülemişti, bilimlerin felsefeden bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra yanlarında götürdükleri en önemli dayanak da matematik olmuştur.

Kopernik’in yazıları aslında çok fazla etkili olmamıştı ve Kilise de bunu çok fazla dikkate almamıştı. Fakat Galile’nin de bu düşüncelere destek vermesiyle Kilise tavır koydu ve hem Kopernik’in kitabını yasakladı hem de Galile engizisyon mahkemesinde (69 yaşındayken) yargılandı. Aslında Galile dindar bir insandı. Iki kızı rahibeydi, kendisi ise Kutsal Ana Kilisesi’ne bağlıydı. Kiliseye zarar verdiğini değil, onu kurtarmaya çalıştığını düşünüyordu.94 Bu şahısların hiçbirinin Kilise ile çatışmak gibi bir niyetleri olmasa da bilimsel çabalarıyla vardıkları sonuçlar, Kilise’nin resmi görüşleriyle çatışıyordu. Onlar bu sonuçların, Tanrı’nın varlığıyla ve gücüyle çelişmediğini düşünüyorlardı. Örneğin Galile, “Matematik Tanrı’nın, evreni yazdığı dildir” diyordu. Tanrı’nın yarattığı evrenin de Tanrı’nın bir kitabı olduğunu ve Tanrı’nın kitapları arasında çelişki olamayacağını vurguluyordu. Galile’nin bu görüşleri, Kilise’nin, sarsılan otoritesini kurtarmak için onu hapsetmesini, maddî ve manevi işkenceler yapmasını engellemedi.95

Galile, Aristoteles’in felsefe ve biliminin otorite konumunu bozdu; Aristoteles ve Ptolemaious’un (Batlamyus) Dünya merkezli evren modelini yıkacak gözlemler yapmakla kalmadı, Aristoteles’in ağır cisimlerin hafif olanlardan hızlı düştüğü gibi yanlış birçok fikrini de yaptığı deney ve gözlemlerle yanlışladı.96

Biyoloji açısından bu sürecin birinci önemi Kilise ve Aristoteles’in görüşlerinin bilim üzerindeki hegemonyasının kırılması ve yeni görüşlere kapıların açılmasıdır. Ikincisi ise bu süreçle nicel deney biyolojide de önem kazandı. Örneğin biyoloji tarihi açısından önemli bir yere sahip olan ve kan dolaşımını bulan William Harvey (1578-1657) nicel deney ile başarılı sonuçlar elde etti. Ayrıca aynı dönemde yaşayan Santoria (1561-1636) da fizyolojik gözlemler yaparken terazi, ısıölçer, nemölçer kullandı. Harvey, kalbin yarım saat içinde aorta pompaladığı kanın organizma içindeki toplam kan miktarından fazla olduğunu hesapladı. Biyolojide niceliksel yöntem kullanmak o dönem için alışılmamış bir yöntem olduğundan bu tip örnekler önemlidir.97 Harvey, Galile’nin ‘ölçülebilineni ölçmek, ölçülemeyeni ölçülür kılmak’ prensibini, biyolojiye ciddi şekilde ilk uygulayan kişi olarak gösterilir.98 O, Francis Bacon ve Galile’nin matematiksel ve deneyci yaklaşımıyla -her ikisi de Aristotelesçi metoda muhalifti- Aristoteles’in gayeci yaklaşımını çalışmalarında birleştirmiş;99 hep zıt metodolojiler olarak gösterilen bu yaklaşımların sentezinin mümkün olabileceğinin başarılı bir örneğini ortaya koymuştur. O dönemden başlayarak günümüze dek matematiğin kullanılması, tüm diğer doğa bilimlerinde olduğu gibi biyolojide de önemli bir yere sahip olmuştur.

17. yüzyılın felsefecilerinden Francis Bacon (1561-1626) da savunduğu metodun doğa bilimlerini etkilemesiyle önemli bir yere sahiptir. Ünlü bilim adamları Newton ve Darwin, Bacon’ın metodolojisinin kendilerindeki etkisini ifade etmişlerdir. O, kurtuluşu Yunan felsefesinin etkisinden kurtulmakta ve tümevarım metodunun benimsenmesinde bulmuştur. Deneysel bilimin ve metotların başlangıcı Bacon’dan önce olsa da, Bacon yine de yeniçağ pozitivizminin babası kabul edilir. Bilimsel açıklamaların, gayesel açıklamalar değil, nedensel açıklamalar olduğunu söyledi ve metafizik ile bilimi ayırmaya çalıştı. Yapılan deneylerde karşımıza çıkan kurama aykırı örneklerin göz ardı edilmemesi gerektiğini, kuramların bunlardan dolayı düzeltilmesi gerektiğini vurguladı.

DESCARTES, MATEMATİK, MEKANİST YAKLAŞIM VE GAYESELLİK

Descartes’a (1596-1650) göre doğruyu keşfetmenin yolu matematikten geçer. Hiçbir alanda bulunmadığı kadar aklı doğru yönetmenin kuralları matematikte bulunur.100 Descartes’ın sisteminde geometri, en zor ispatlara ulaşabilmek için başvurulacak en güvenli yoldur.101 Descartes Tanrı’nın varlığını kanıtlamada matematiksel yöntemini kullandığı gibi,102 doğa bilimlerinde de onun yönteminin temeli matematiktir.

Francis Bacon gibi Descartes da bilimsel araştırmalarda gayesel nedenlerin araştırılmasına gerek olmadığını söylemiştir:103 Gayesel nedenlerin bilimden dışlanmasının dine karşı bir hakaret olmadığını, tam tersine Tanrı’nın evrendeki gayelerini bilme iddiasının bir kibir ve Tanrı’ya karşı hürmetsizlik olduğunu düşünmüştür. O, evrendeki gayeselliği inkâr etmemekte, fakat bilimin araştırmalarının, sadece sonuçları nedenlerle açıklaması gerektiğini (mekanist yaklaşımı kullanmasını), nedenleri sonuçla açıklamaya çalışmamasını (gayesel yaklaşımı kullanmamasını) söylemektedir. Bu da evrende gayeselliğin varlığını kabul etmek ile bilimde gayeci açıklamayı kullanmanın birbirlerinden farklı olduğunu göstermektedir.

Bilimdeki mekanist anlayışın Tanrı inancına zıt bir görüş olduğunu söyleyenler olmuştur. Oysa görülüyor ki Descartes gibi ‘mekanik evren görüşü’nün yaygınlaşmasında etkin birçok kişi, Tanrı’ya inanmaktadır ve mekanist yaklaşımın dine zıt olmadığını ifade etmişlerdir. Descartes, ‘Tanrı’nın Doğası’nda değişim olmamasını evrendeki mekanizmin (doğa kanunlarının işlemesinin) garantisi olarak görür ve Tanrı’nın evrenin varlığını sürekli olarak muhafaza ettiğini savunur.104 Descates’ın bu görüşleri, Tanrı’nın rolünü, sadece evrensel oluşumları başlatmakla sınırlı ‘deist’ bir çerçevede değerlendirdiği iddialarının haksızlığını göstermektedir.

Gayesel yaklaşımda sonuçların gerçekleştirilmesi için nedenlerin işletildiği söylenir. Örneğin evin oluşması için tuğlaların üst üste konduğunu veya Dünya’nın Güneş’e mesafesinin bu şekilde ayarlanmasının canlıların var olabilmeleri ve varlıklarını sürdürebilmeleri için olduğunu söylemek gayeci açıklamalardır. Fakat tuğlaların üst üste konması süreciyle evin yapımını anlatmak veya Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin mevcut şekilde ayarlanmasıyla canlıların oluşumu için gerekli ortamın oluştuğunu söylemek mekanik açıklamalardır.

Gayeselliğin sorusu ‘niçin’dir. “Niçin tuğlalar birleşir?” veya “Niçin Dünya Güneş’e bu mesafededir?” gayesel nedeni öğrenmeyi amaçlayan sorulardır. Mekanist açıklamanın sorusu ise ‘ne’ ve ‘nasıl’dır. Tuğlaların nasıl birleştiği veya Dünya’nın Güneş’e uzaklığının ‘ne’lere yol açtığı mekanist açıklama ile anlatılır.

Mekanist açıklamayı benimseyen ilkçağın atomcularına benzer ateistler olduğu gibi, Descartes ve Francis Bacon gibi teistler de vardır. Gayeci açıklamayı yaygın olarak kullanan pek çok teist olduğu gibi, biyolojide gayeci açıklamadan kaçınmanın zorluğu karşısında birçok ateist biyolog da gayeci terminolojiyi kullanmaktadır. Sonuçta dinsel açıdan kritik nokta, mekanik veya gayesel süreci gerçekleştiren bilinçli bir ‘Güç’ün (Tanrı’nın) varlığının kabul edilip edilmemesidir.

Teist ile ateist arasındaki karşıtlık, ‘bilinçli müdahale ile tesadüf’ karşıtlığında aranmalıdır; farklılığı ‘mekanist yaklaşım ile gayesellik’ karşıtlığında aramak bizi hatalı sonuçlara götürür. Teistler evreni, Tanrı’nın yarattığı bir varlık olarak gördükleri için, evrendeki sebeplerin bilinçli bir şekilde bir sonuç için çalıştırıldığını kabul ederler. Bu, yapacağı evin tasarımı zihninde olan bir kişinin, tuğlaları üst üste zihnindeki ev tasarımına (gayeye) göre yerleştirmesine benzer. Kısacası teist, evrenin ve canlıların Tanrı’nın planına (gayesel nedene) göre yaratıldığını kabul ettiği için, mutlaka evrende bir gayeselliğin varlığını kabul eder. Fakat bu, teistin, bilimde gayeci yaklaşımı mekanist yaklaşıma tercih ettiği anlamını taşımaz. Çünkü teist mekanizmi de reddetmez, fakat evrendeki mekanizmin arkasında Tanrısal bilincin olduğunu kabul eder.

Özellikle biyolojide gayeci açıklama ile mekanik açıklamalar çok iç içe geçer. Örneğin gözdeki her tabakanın fonksiyonlarıyla görme işlevinin nasıl gerçekleştiği (mekanik açıklama) ile bu tabakaların hangi işe yaradığı (gayeci açıklama) gözle ilgili bir konu işlenirken ayırt edilemeyecek kadar iç içedir.

Bir teistin mekanist açıklamalardan rahatsızlık duyması için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Bilakis mekanist açıklamalar sonucu elde edilecek veriler, canlıların bilinçli bir tasarımın ürünü olduğunu ortaya koymakta kullanılmaktadır. (Bu konu 4. bölümde ayrıntılı bir biçimde işlenecektir.) Bir teist nedenlerden sonuca giden bilimsel bir yaklaşımı (mekanist yaklaşımı) benimseyebilir, nitekim bunun örneği Descartes gibi birçok ünlü teist vardır. Bir teistin kabul edemeyeceği, evrenin veya canlıların tesadüfen oluştuğu iddiasıdır.

Mekanist yaklaşım ile gayeselliğin arasındaki zıtlığın bazılarınca teizm ile ateizm arasındaki zıtlığa eşitlenmesinin sebebini düşündüğümüzde şu sonuç karşımıza çıkmaktadır: Teist, Tanrı’nın iradesini kabul ettiği için, Tanrı’nın mekanik süreçleri takip etmeden bir anda sonucu (gayeyi) yaratmasını mümkün görebilir. Kısacası teist, evrendeki mekanik işleyişi reddedebilir ama evrendeki bilinçli yaratılışı kabul ettiği için evrendeki gayeselliği reddedemez. Aslında büsbütün mekanik süreçleri reddeden bir teist bulmak oldukça zordur. Hiç kimse sağduyuyu reddetmeden; annesi doğurmadan (sebep), çocuğun dünyaya geldiğini (sonuç) söyleyemez; demek ki teistler ya tamamen ya büyük ölçüde ya da kısmen mekanist yaklaşımı kabul etmektedirler. Fakat evrendeki tüm oluşumları, maddenin çeşitli birleşimlerinin sonucu, bilinçli bir müdahale olmaksızın oluşmuş gibi gören materyalist-ateistler, biyoloji gibi alanlarda gayesel terminolojiyi kullansalar da kendilerini mekanist yaklaşımı kabule mahkûm görmüşlerdir. Çünkü mekanist yaklaşımın dışına çıkmak, maddenin ve doğa kanunlarının dışına çıkmak demekti; bu ise varlık anlayışlarında (ontolojilerinde) madde dışı hiçbir cevhere yer olmayan materyalist- ateistler açısından mümkün değildir.

Kısaca özetlemek gerekirse teistler ister gayeci, ister mekanist açıklamayı benimsesinler, varlık anlayışları gereği evrende Tanrı’nın planının (gayeselliğin) gerçekleştiğini kabul etmek durumundadırlar. Materyalist-ateistler ise ister gayeci ister mekanist terminolojiyi kullansınlar, varlıktaki her tür oluşumun bilinçli bir gücün müdahalesi olmadan mekanik bir süreçle oluştuğunu varlık anlayışlarının gereği olarak kabul etmek durumundadırlar. Teistlerin çoğu, gayenin, mekanik süreçlerle oluştuğunu kabul ettikleri için bir teistin mekanist yaklaşımı kabul etmesi mümkünken; bir ateistin, gayeci yaklaşımı bir terminoloji olarak kullanmanın ötesinde kabul etmesi mümkün değildir. Ateistlerin biyolojinin gereklerinden dolayı gayeci terminolojiyi kullanınca Ernst Mayr gibi ‘teleonomi’,105 Ayala gibi ‘doğal gayecilik’ kavramlarını kullanarak106 farklılıklarını gösterme çabaları da bu yüzdendir.

DIRIMSELCILIK VE MEKANİST YAKLAŞIM

Descartes sadece metodolojisiyle değil, felsefesindeki diğer unsurlarla ve canlılar üzerindeki çalışmalarıyla da biyoloji ve biyoloji felsefesi üzerinde derin izler bıraktı. Descartes’ın felsefesinde Tanrı gerçek cevherdir, diğer bütün varlıklar sadece Tanrı’nın sayesinde var olabilirler. Descartes, bu şekilde Tanrı ve diğer tüm varlıkları ayırdıktan sonra insan zihnini ve maddeyi de iki farklı cevher olarak ayırır. Düşünme insan zihninin uzam ise maddenin en temel özelliğidir. Burada düşünen zihnin maddî bedenle nasıl iletişime geçtiği, maddî bedeni nasıl hareket ettirdiği sorusu ortaya çıkar. Descartes bu felsefî sorunu biyolojik bir açıklamayla çözmeye çalışmıştır. O, beyindeki küçük bir epifiz bezi sayesinde bu ilişkinin kurulduğunu söyler. Akıl sahibi ruhu; epifizde yerleşmiş, boru ve kanallarla oluşan yapay bir sistemde suyun akışını kontrol eden ve can ruhlarının akışını şu ya da bu uzva yönlendiren bir musluk başına benzetir.107 Descartes’tan sonra beden-zihin uyumunun nasıl sağlandığı sorusuna hem felsefî akıl yürütmelerle hem de beyin üzerindeki biyolojik çalışmalarla cevap bulunmaya çalışılmıştır. Hâlâ bu konudaki tartışma devam etmektedir. Bu tartışmaya felsefecilerle beraber biyologlar, fizikçiler, psikologlar da katılmakta, beden-zihin uyumu ile beraber özgür irade sorunu da bu tartışmaya dahil edilmektedir.108 Bu tartışmanın arka planını anlatan hemen her yazıda Descartes’a göndermeler yapılmaktadır. Descartes, sadece insanın madde dışında düşünen bir cevhere (ruha) sahip olduğunu düşündüğünden hayvanları birer makine olarak görmüştür. Bu makineler, Tanrı tarafından yapılmış olduğu için insan üretimi otomatlar ve makinelerden çok daha üstün özelliklere sahip olsalar da bu, hayvanların hareketlerinin makineler gibi mekanik kanunlar çerçevesinde açıklanabileceği gerçeğini değiştirmiyordu.109 Descartes, Tanrı’nın ancak mükemmel yaratılışı gerçekleştireceğini söyledi; o, ‘mükemmellik’ kavramına ters düşecek her türlü evrim fikrine karşıydı. Bu yüzden onun mekanik evren tasarımında hiçbir evrim fikrine geçit yoktu.110

La Mettrie ve Holbach gibi mekanist anlayışın en koyu savunucuları ile bunlara karşı dirimselcilik (vitalism) görüşünü en aktif şekilde savunanların -iki zıt yaklaşımın- Fransa’da çıkması Descartes’ın etkisine bağlanır.111 Metabiyolojide112 akla ilkin karşıt iki spekülasyon gelir; bunlar mekanist yaklaşım ve dirimselciliktir.113

Dirimselciler canlının fiziko-kimyasal süreçlerle açıklanamayacağını, canlı ile cansız ayırımı yapmayan mekanistlerin hatalı olduğunu söylerler. Canlıların bedenlerindeki fiziko-kimyasal süreçlerin, canlılıkla ilgili tüm oluşumlardan sorumlu olduklarını kabul etsek bile; bunlarla, canlılığa dair tüm olguların açıklanamadığı, yine de apaçık bir hakikattir. İki hidrojen ve bir oksijen atomu birleşince suyu oluştururlar, böylece suyun açıklaması bir ölçüde yapılır; ama suyun sahip olduğu kimyasal özelliklerin tümünün açıklamasını artık hidrojen ve oksijenle yapamayız. Kimyasal elementler birleşip hücreyi oluşturunca bir ölçüde hücrenin açıklamasını yaparlar; ama hücrenin tüm faaliyetlerinin açıklamasını artık kimyasal bazda yapamayız. Hücrelerin birleşmesi de bir ölçüde canlıların açıklamasını verir ama canlının sahip olduğu görme, işitme, zevk alma, acı çekme gibi özellikleri artık ne hücreyle, ne kimyasal elementlerle, ne de atomlarla yapabiliriz. Hücre seviyesinden bilinç seviyesine geçince kopuş o kadar büyük olur ki; artık bilincin hallerinin hiçbirini, bilinç dışındaki hiçbir şeye benzetemeyiz. Descartes’ın kabul ettiği gibi zihni (ruhu) ayrı bir cevher olarak kabul edelim veya etmeyelim; canlılığın tüm açıklamasını sırf mekanist süreçlerle ve ‘fizikalist indirgemecilik’le yapmak mümkün olamamaktadır. Yazı yazarken ufak mürekkep partiküllerinden harfler, harflerden kelimeler, kelimelerden cümleler oluşmaktadır. Cümlede söylenenlerin sadece mürekkep partikülleri ile açıklanacağını söylemekle fizikalist anlamda bir mekanist anlayışı savunmak özdeştir. Fiziksel ve kimyasal süreçlerle biyolojik yapıları açıklamakta bile önemli sorunlar vardır. Canlıların ‘bilinç’ hali söz konusu olunca; sadece fiziksel ve kimyasal süreçler değil, biyolojik olaylar bile bu olguyu açıklamakta yetersiz kalmaktadır.

Dikkat edilmesi gereken husus, bilimsel metodolojisinde mekanist yaklaşımı benimseyenlerin tümünün, canlılığın her yönünün, tamamen cansız maddelerin mekanik bir süreçle birleşmeleri sonucunda açıklanabileceğini savunmadığıdır. Diğer yandan, canlılığın mekanik süreçlerle açıklanamayacağını söyleyen herkes de zihni ayrı bir cevher olarak kabul etmek zorunda değildir. Ayrıca bazılarının zannettiği gibi mekanist yaklaşım biyolojide mutlaka evrim fikrine yol açıcı özellikteyken, dirimselci yaklaşım bizi mutlaka evrim karşıtı bir pozisyona götürmez. Dirimselciliğin en ünlü temsilcilerinden biri olan Bergson’un (1859-1941) Evrim Teorisi’ni savunması bunun delillerindendir. Bergson, mekanik tarzda gelişen bir evrim yerine ‘yaratıcı bir evrim’ modeli önerdi. Zekânın ve içgüdünün ‘yaşam atılımı’nın eserleri olduğunu söyledi.114

Tanrı’ya inanan bir kişi mekanist bir yaklaşıma da dirimselci bir yaklaşıma da bu ikisinin bir sentezine de inanabilir. Dirimselci yaklaşıma inanmış olan ender de olsa bazı ateistler olabilir, fakat maddeyi var olan tek cevher olarak gören bir materyalist-ateistin, dirimselci yaklaşımında madde dışı bir cevher kabul etmesi varlık anlayışına aykırı olduğu için, dirimselciliği kabulü kendi sistemi açısından sorunlu olacaktır. Buna karşılık Tanrı’nın varlığını ve her şeyi yarattığını kabul edenler için canlılığın maddî olmayan bir cevherden oluşup oluşmadığı meselesi hayati öneme sahip değildir. Tanrı’nın varlığını kabul eden bir kişi için, tüm varlıkların, Tanrı’nın bilinçle ve kudretle yaratışının sonucunda oluştuklarına dair inanç hayati bir öneme sahiptir. Teistler içinde insanın ve canlıların maddeden ayrı bir cevhere (ruha) sahip olduğunu savunanlar olduğu gibi; sadece insanların bu cevhere sahip olduğunu hayvanların ise böyle ayrı bir cevhere sahip olmadığını söyleyenler (Descartes gibi) ve insanların ruhundan kastın ayrı bir cevher olmadığını, ruhun, maddenin birleşimi sonucu oluşan insanın, canlılığına veya zihnine karşı geldiğini söyleyenler de olmuştur (bu konu 5. bölümde işlenecektir). Anlaşılıyor ki bir teist ile ateist arasındaki en temel ayrılık Tanrısal tasarımı kabul edip etmeme noktasındadır; mekanizm ve dirimselcilik arasında alınacak tavırda değildir. Ama mutlaka bir ayırım yapılacaksa; teist için “Tanrı için her şey mümkündür” inancından dolayı her iki pozisyonu da seçmekte bir sıkıntı olmadığı, fakat ateistin dirimselci pozisyonu seçmesinin sıkıntılı olduğu söylenebilir.

LEIBNIZ, UZLAŞTIRMA VE EZELİ UYUM

Leibniz (1646-1716), insan ve hayvan bedenindeki oluşumların aynı bir saatteki oluşumlar gibi mekanik olduğunu söylemiştir. O, H. More gibi dirimselcilere karşı tavır almıştır.115 Leibniz, düşünce sürecinin bile aritmetikleştirilebileceğini ve mekanist yaklaşımla bu aritmetik sürecin açıklanabileceğini savunmasına karşın, Hobbes’un (1588-1679) bilinci ve ruhu materyalist bir mekanizme indirgemeye kalkışına karşı çıkmıştır.116 O, Tanrı’nın her şeye gücünün yetmesine ilişkin dini inaçla, bilimin evreni mekanik bir tarzda açıklaması arasında hiçbir çelişki olmadığını söylemiştir.117

Leibniz, gayeci açıklamayla mekanik açıklamanın birleştirilmesini savunmuştur.118 Descartes’tan sonra tartışılan maddî beden ile zihnin (ruhun) nasıl uyum sağladığı sorunsalını, Malebranche (1638-1715) gibi ‘vesileciler’ (okkasyonalistler); Tanrı’nın her an müdahalesiyle zihin ve beden arasındaki uyumun gerçekleştiği şeklinde açıkladılar. Leibniz’e göre ise Tanrı, evrenin başlangıcında bir uyum sistemi kurmuştur; bu uyum sistemi sayesinde birbirinden bağımsız olan zihin (ruh) ve beden arası uyum sağlanır: Birbirinden bağımsız olan ve birbirine hiç etkide bulunmayan119‘monadlar’ın arasındaki uyum da başlangıçta sağlanan bu uyumla gerçekleşmiştir.

Leibniz’in varlık anlayışında (ontolojisinde) Tanrı, kendi dışındaki tüm varlıkların var oluşunun kaynağıdır, tam yetkindir, tüm ‘monadlar’ın varlıklarının olduğu gibi uyumlarının da kaynağı O’dur.120 Tanrı’yı kudreti mutlak olarak gören Leibniz, Tanrı’nın, evrene her an müdahale etmediğini söylemesiyle, kudreti mutlak bir Tanrı anlayışıyla kendisini çelişiyor görmemiştir. Leibniz, Tanrı’nın baştan gerekli müdahalelerin hepsini birden en mükemmel şekilde yapmasından dolayı bir daha müdahaleye gerek kalmadığını söyledi. Leibniz’in bu yaklaşımını; evrenden haberdar olmayan, gücü sınırlı bir Tanrı anlayışını ifade eden ‘deizm’le karıştırmamak gerekir. Tanrı’nın evrene aşkın olmasına rağmen evrenin her noktasına müdahalede bulunabildiğini kabul edenler için; Tanrı’nın zamana aşkın olmasına rağmen zamanın her anına müdahalede bulunabildiğini kabul etmekte bir sorun olmaması gerekir. Leibniz’in çabası, kendi döneminin teoloji, felsefe ve bilimini uzlaştırmaya yönelik en önemli çabalardan biridir.

Leibniz’in felsefesinde mekanist yaklaşımı ve gayeciliği uzlaştırması, insan bedeni ve zihni arasındaki uyuma yaklaşımı, varlık anlayışında ve Tanrı-evren ilişkisinde ‘baştan düzenlenmiş uyum’ modelini temel alması, hem genel felsefe hem de biyoloji felsefesi açısından önemlidir. Onun, matematiğe büyük katkılarıyla beraber, doğada nitelin de nicelin yanında önemli olduğunu söylemesi ve Buffon gibi çok önemli biyologları etkilemesi dikkate alınmalıdır. Ayrıca ‘monadlar’ın hepsinin birbirinden farklı olduğunu ve aralarında bir derecelenme olduğunu savunan Leibniz’in ‘süreklilik prensibi’ ile madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları sınıflaması da biyoloji felsefesi açısından kayda değerdir. Bu anlayış, Aristoteles ile Ihvan-ı Safa ve Ibn Miskeveyh gibi Islam düşünürlerinin canlıları ‘varlık mertebelerine göre hiyerarşik sıraya’ dizişlerinin bir benzeridir. Leibniz’in varlık sınıflamasında türler statik oldukları için yaklaşımı evrimci anlayışa tamamen zıttır; ama evrimci anlayışlara en zıt görüş olarak kabul edilen ‘özcülüğe’ karşı olması açısından ise evrimci yaklaşımlarla ortak paydaya sahiptir.

NEWTON VE EVRENSEL KANUNLAR

Kopernik ve Kepler’in ortaya koyduğu Güneş merkezli sistem ile Galile’nin gözlemleri ve fiziğe yaklaşımı, evrenin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmuştu. Fakat gezegenlerin yörüngelerinde nasıl kaldığı, Dünya’nın altındakilerin neden düşmediği gibi sorular cevaplarını bulamamıştı. Işte tüm bu soruların yerine oturması için bir dev gerekiyordu. O dev de Newton’du (1642-1726). Newton, ağaçtan elmayı düşüren kuvvetin, aynı zamanda Ay’ı Dünya’mıza doğru çektiğini ortaya koydu. Bu yasa sayesinde Dünya’nın altındakiler düşmüyordu, bu yasa sayesinde tüm gezegenler yörüngelerinde hareket ediyordu; bu ‘evrensel çekim yasası’ydı.121 Newton’la beraber, tüm evrende, Dünyamızdaki fiziksel kanunların aynılarının geçerli olduğu anlaşıldı. Bu Aristoteles’in ve onun tesirindeki ortaçağ bilginlerinin çoğunun Ay-üstü âlem diye Dünya ötesindeki evreni ayrı kanunlara tabi gören yaklaşımına tamamen zıttı. Detaylı bir evrenbilim (kozmoloji) bilgisi ilk defa Newton ile mümkün olmuştur.

Newton’un başarısının altındaki en önemli sırlardan biri, uzak gök cisimlerinin bile basit genel kanunlarla anlaşılabileceğini fark etmiş olmasıdır.122 Newton ile beraber, evrenin matematiksel yasalarla ifade edilebileceğine olan inanç arttı. Fizikte elde edilen başarılar, biyolojiye de fizikteki metodun uygulanmasının benzer başarılar getireceği anlayışına yol açtı. Bazı biyologlar, fiziğin kuvvet ve hareket gibi kavramlarıyla biyolojik fenomenlerin anlaşılamayacağını; fizikalist yaklaşımlar yüzünden 17. ve 18. yüzyılda biyoloji biliminin büyük yara aldığını savunmaktadırlar.123 Bu iddianın ne kadar doğru olduğu tartışılabilir ancak 16., 17. ve 18. yüzyıllarda fizik bilimindeki gelişmelerin ve kullanılan metodun biyolojiyi etkilediği açıktır. Özellikle Newton ile beraber fizik bilimleri zirve noktasına gelmiştir ve yalnızca biyoloji değil, felsefeden tarih anlayışına kadar tüm insanlık düşüncesi Newton fiziğinin etkisinde kalmıştır.

Newton ile beraber mekanik evren anlayışı daha da popüler oldu; o, Descartes’ın fiziğindeki hataları da düzeltti.124 Newton, evrensel düzenin Tanrı tarafından yaratılıp günümüze dek muhafaza edildiğini söyledi, gezegenlerin yörüngelerini Tanrı’nın tasarımının bir delili olarak sundu, canlıların yaratılışının ve dış âlemdeki ışığa karşı canlılara gözün verilmesinin tesadüf eseri olamayacağını savundu.125 Mekanik evren anlayışının hâkim paradigma olmasında en önemli isim olan Newton’un, mekanist bilim anlayışıyla gayeci yaklaşımı ve tasarım delilini uzlaştırmış olması önemlidir.

HUME VE TASARIM DELİLİ

Mekanist yaklaşım ile gayeci yaklaşım arasındaki tartışmaya, teizm ile ateizm arasındaki gerilim neden taşınmıştır? Bunun asıl nedeni ateizmin; Tanrı’nın zihnindeki plan (bütün) ile evrendeki oluşumların (parçaların) oluştuğu şeklinde tüm evreni kapsayan bir gayeci yaklaşımı, varlık anlayışları gereği kabul edemeyecek olmasıdır. Hele teizmin, Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için ‘tasarım delili’ne (teleolojik delile) başvurması, ateizm ile gayeci yaklaşım (teleoloji) arasındaki gerilimin sebebini iyice açığa çıkarır. Bu da ‘teleolojik delil’le ‘teleoloji’yi hem doğru bir şekilde ayırt etmemiz hem de ilişkilerini doğru kurmamız gerektiğini göstermektedir.

‘Teleolojik delil’, Tanrı’nın varlığını, evrendeki canlı veya cansız varlıklardan ve oluşlardan yola çıkarak ispat etme girişimidir. ‘Teleoloji’ ise varlıklardaki gayeselliği ifade eder. Örneğin “Yağmur bitkilerin büyümesi için yağar” veya “Göz görmek için vardır” önermeleri ‘teleolojik/gayeci’ ifadelerdir. Fakat yağmurun yararlarından veya gözün işlevinden yola çıkarak Tanrı’nın varlığı ispat edilmeye çalışılırsa ‘tasarım delili’ kullanılmış olur. ‘Gayeci’ ifadeleri teistler kullandığı gibi, bazen ateistler de -özellikle biyolojide- kullanmaktan kaçınamazlar. Diğer yandan kimi teistler, ‘tasarım delili’ne önem vermeden Tanrı’ya inanırlar; bunların kimisi için insanların zihnindeki ‘Tanrı’ kavramından Tanrı’nın varlığına yükselmeyi ifade eden ‘ontolojik delil’, kimisi için evrenin varlığından yola çıkarak Tanrı’nın varlığını temellendirmeye çalışan ‘kozmolojik delil’, kimisi için ‘kutsal metinlerin ifadeleri’, kimisi için rüya ve benzeri şahsi tecrübeler Tanrı’nın varlığının temellendirilmesi için yeterlidir. Bazıları içinse Tanrı’ya inanç için hiçbir delile gerek yoktur (fideizm).

Bu kitabın konusu açısından asıl önemli nokta ‘tasarım delili’nin doğru olup olmadığıdır. Çünkü bazı ateistler, ‘Evrim Teorisi’ni kullanarak, canlıların varlığından yola çıkarak Tanrı’nın varlığını ispat etmeye çalışan ‘tasarım delili’ kullanımlarına karşı çıkmaktadırlar. Diğer delillerden Tanrı’ya ulaşanlar, imancılar (fideistler) ve Tanrı inancı ile ‘Evrim Teorisi’ni birleştirenler (teist-evrimciler); ‘Evrim Teorisi’ni Tanrı inancı açısından sorun olarak görmezler. Fakat rasyonel Tanrı kanıtlamaları en çok ‘tasarım delili’ne dayandırılmaktadır. Kitabın 4. bölümünde, bu teorinin ‘tasarım delili’ne karşı tehdit olup olmadığı ayrıntılı bir şekilde değerlendirilecektir.

Tasarım delilinin farklı biçimleri olsa da bunların hepsi evrendeki gayeselliğin veya düzenin gözlenmesinden hareketle Tanrı’nın var olduğunu temellendirir.126 Tektanrıcı ilahiyatçılar, felsefeciler ve bilim insanları Tanrı’nın varlığının kanıtlanmasında hiçbir delili bu kadar yoğun olarak kullanmamışlardır. Bu delile karşı en etkili olmuş eleştiriler Hume (1711-1776) ve Kant (1724-1804) tarafından yöneltilmiştir. Daha sonra ise ‘Evrim Teorisi’ ile canlılar dünyasının ‘tasarım delili’ için kullanılmasına karşı çıkılmıştır. Bence teizm ile Evrim Teorisi arasındaki gerilimin en temel nedeni budur. Hume ve Kant’ın, ‘tasarım delili’nin, rasyonel Tanrı kanıtlamaları için kullanılmasına karşı itirazlarının en önemli destekleyicisi ve tamamlayıcısı olarak ‘Evrim Teorisi’ gösterilmektedir. Bu yüzden konumuz açısından Hume ve Kant’ın ‘tasarım delili’ne getirdikleri itirazlar özel bir öneme sahiptir.

Hume, gözlemlediğimiz maddî dünyadan öteye hiç bakmadan, bu dünyanın kendi düzeninin ilkesini içinde taşıdığını düşünerek, maddî dünyayı Tanrı’nın yerine ikâme edebileceğimizi söyler.127 Buna göre evrendeki düzen gibi görünen durumu açıklamak için zeki bir Yaratıcı’ya ihtiyaç yoktur.128 Hume’un eleştirileri ilk bakışta sadece metafiziğe karşıymış gibi gözükebilir; oysa Einstein’ın da belirttiği gibi, eğer Hume’un metafiziğe yönelik tüm eleştirilerini tutarlı bir şekilde kabul edersek, sadece metafizikten değil tüm düşüncelerimizden vazgeçmemiz gerekir.129 Çünkü Hume, metafiziği eleştirmek adına, zihinsel kavramlarla dış dünya arasında bağ kurulamayacağını söylemekte ve nedenselliğe şüpheyle bakmaktadır; bu yaklaşıma sahip biri ise sadece metafiziğe değil, Einstein’ın dediği gibi her şeye şüpheyle bakar. Yüksek bir yerden atladığımızda yere düşeceğimize veya ileriye doğru ittiğimiz hafif bir cismin ileriye doğru hareket edeceğine dair inancımıza da evrendeki neden-sonuç ilişkileri arasında kurduğumuz bağlantıyla (nedensellikle) ulaşırız. Hume’un eleştirilerini doğru kabul eden biri, sadece metafiziksel kanaatlere değil, verilen iki örnekteki gibi en sıradan bilgilere karşı bile bilinemezci (agnostik) olur.

Hume’un, ‘Din Üstüne Söyleşiler’ adlı eserinde bahsettiğimiz fikirleri Philo adlı karakter seslendirir. Diğer taraftan Cleanthes adlı karakter, bu kitapta, ‘tasarım delili’nin geçerli olduğunu savunur. Kitapta apriori delilleri savunan Demea da vardır; fakat Newtoncu bir bakışı merkeze alan ve gayeci nedenlerle mekanik dünya görüşünün sentezini yapan Cleanthes’tir. Philo’nun Cleanthes ile atışması, bir anlamda Hume’un Newtoncu yaklaşıma cevapları olarak da görülebilir. Hume gerek bu eseri gerek diğer eserleri içinde sunduğu fikirlerinden dolayı ‘agnostik’ felsefecilerden biri olarak sınıflanmıştır. Buna göre o, ne teizmin ne de ateizmin rasyonel delillerle temellendirilemeyeceğine inanmaktadır. ‘Agnostik’ olarak sınıflanan bir felsefeciden beklenen ise Tanrı’nın varlığının rasyonel delillerle temellendirilmesine karşı çıkmaktır. Genel eğilim, Hume’un kitabındaki Philo adlı karakter ile Hume’un kendisini özdeşleştirmek ve Hume’un Cleanthes’i galip ilan etmesini kendi döneminin baskılarıyla açıklamak yönündedir.130

Hume, doğada olup biten işlerle insan yapım ve becerisi işler arasında benzerlik (analoji) kurulamayacağını söyleyerek131 tasarım delilinin geçersiz olduğunu ispat etmeye çalışmıştır. Kitabın 4. bölümünde, özellikle günümüzde tasarım delilinin matematiksel dil kullanılarak, bilgi teorisinde olasılık hesaplarının merkeze alındığı bir yaklaşımla savunulduğunu ve bu yüzden Hume’un tasarım delilini anolojik yapısı sebebiyle reddetmesinin, tasarım delilini kabul etmemek için yeterli sebep olamayacağını göstermeye çalışacağım. Hume ayrıca ‘sonsuz zaman’ kavramını işin içine sokarak, doğadaki, düzene benzer yapının açıklamasının yapılabileceğini söyler.132 İleride ‘İnsancı İlke’ (Anthropic Principle) ve Big Bang Teorisi’ni incelerken bu konuyu da ele alacağım.

KANT, GAYESELLİK, TASARIM DELİLİ VE BİYOLOJİDE METOT

Tasarım deliline karşı sistemli ilk itiraz Hume tarafından yapılmış olsa da en detaylı itirazın Hume’un bu konudaki itirazlarını çok benzer şekilde tekrarlayan Kant tarafından yapıldığı kabul edilir. O, Tanrı’nın varlığının rasyonel bir şekilde kanıtlanamayacağını göstermek için ‘ontolojik delil’e ve ‘kozmolojik delil’e eleştiriler getirir.133 Kant, ‘tasarım delili’ne diğer delillerden daha farklı yaklaşır; bu delile büyük saygısı olduğunu, bu delilin bilimsel araştırmaya teşvik ettiğini ve çok verimli sonuçlara vesile olduğunu söyler.134 Kant aslında bu delili, daha önce ‘Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı’ adlı eserinde kullanmış, aynı Newton gibi mekanist ve gayeci yaklaşımı birleştirmiş; maddenin doğasındaki gayeselliğin, Tanrı’nın varlığını ispatladığını söylemiştir.135 Kant bu eserinde gaz bulutlarından yıldızların ve gezegenlerin nasıl evrimleştiğini anlatır. Bu Newton’un evrenbilimi (kozmolojisi) üzerine bina edilmiş ilk evren-doğum (kozmogoni) açıklaması girişimidir, Laplace daha sonra Kant’ın modelini daha da geliştirmiştir. Kant yıldızların evrimi ile ilgili modelini hiçbir zaman canlılara uygulamaya kalkmadı, o türlerin birbirinden ayrı olduğunu düşünerek türlerin değişimine (evrime) karşıt bir pozisyonda kaldı.136

Kant’ın, ‘Saf Aklın Eleştirisi’ni yazdığı ve ‘kritikçi felsefesi’nin temelini attığı dönemde amacı hem rasyonel teizmin hem de ateizmin temellerini yok etmekti. Bu yüzden Kant, duyulur verilerden duyuların kapsamına girmeyen sonuçlara vardığını söylediği ‘tasarım delili’ne, Hume’un benzeri eleştiriler getirir ve bu delili de ontolojik ve kozmolojik delillerle beraber reddeder.137 Kant, kozmolojik delile yaptığı itirazda söylediği gibi evrenin ezeli olduğunun düşünebileceğini ve kendi açıklamasını kendi içinde taşıyabileceğini söyler (Hume’un itirazının aynısı). Kant, gayesellik kavramıyla hoşlanma duygusu arasında bağlantı kurar;138 onun sistemi açısından gayeselliğin ‘kendinde şey’de mi olduğu, yoksa sadece zihnin mi onu ‘kendinde şey’e (özü bilinmeyen maddî dünyaya) yüklediğini söylemek güçtür. Kant, gayeselliğin duyu algısında olmadığını söylemektedir; gayesellik, ‘yargı gücü’nün düzenleyici bir prensibidir, biz doğayı bu kavram çerçevesinde birleştiririz. Kant, mekanist bir yaklaşımın canlıları açıklamada yetersiz olduğunu görmekte ve biyolojide, parçaların bütünle ve birbirleriyle olan ilişkisinin gayeci kavramları kullanmayı gerektirdiğini söylemektedir. Kant, teizmin doğayı gayeci yaklaşımla açıklamasının bütün diğer açıklamalardan daha üstün olduğunu söyler; fakat bunu objektif bir delil olarak görmez, sadece, sübjektif düzenleyici bir ‘idea’ olarak görür. Kant’a göre teizm, doğayı en iyi şekilde anlayacak çerçeveyi çizer; her ne kadar ona göre bu çerçeve ispat edilemese de.139

Kant, ‘tasarım delili’ne itirazlarını ateizm adına değil, bilinemezci (agnostik) yaklaşım adına yapmıştır. Kant’ın bilinemezciliği ‘saf aklın’ bilinemezciliğidir; Kant ‘pratik aklın’, ‘saf akıl’ üzerinde otoritesini kabul ettiğinden dolayı140 bilinemezci kalmaz ve Tanrı’nın ve ahiretin varlığını kabul eder. Onun felsefesinde ahlak kuralları, hem teizmin kabul ettiği her şeye gücü yeten, iyilik sahibi Tanrı’yı hem de ahiretin varlığını gerektirir. Kant’a göre insan, evrenin gayesel sebebidir. Insan olmadan tüm yaratılış boş ve anlamsızdır. Evrenin gayesi olarak alınan insanın ayırt edici özelliği ise ahlaklı olmasıdır. Kant’ın gayeci yaklaşımında nihai gaye ahlaktır. Kant’ın ahlaki teolojisini (dinbilimini), gayeselliğin yetersizliklerini kapatan bir yaklaşım olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Kant, gayeci yaklaşımın (teleolojinin) teolojiye bir giriş olmasına karşıdır ama gayecilik, ahlaki teolojiye yardımcı olursa durum değişir. Ona göre ‘ahlaki delil’, teorik olarak Tanrı’yı ispatlamaz ama ‘pratik neden’ açısından bu inanç mutlaka gereklidir.141

Anlaşılmaktadır ki ‘Evrim Teorisi’ni kabul eden herkes ‘tasarım delili’ni inkâr etmek zorunda olmadığı gibi, tasarım delilini reddeden herkes de ateist değildir. Rasyonalite temelli tasarım delilinin en ünlü eleştirmeni Immanuel Kant’ın, Tanrı’ya inandığını apaçık bir şekilde beyan etmesi bunun en ilginç örneğidir. Diğer yandan rasyonel bir teolojinin mümkün olduğunu iddia edenlerin çoğunluğunun, en çok üzerinde durdukları ve en çok önem verdikleri Tanrı kanıtlamalarının tasarım delilinin çeşitli varyasyonlarına dayandığı da apaçıktır.

Kant’ın felsefî sistemi, diğer felsefe dalları gibi din felsefesi ve biyoloji felsefesi için de çok önemlidir. Tasarım delili ve gayesellik ile ilgili tartışmalar özellikle ‘Evrim Teorisi’ ile ilgili sorunsallarda çok kritik bir yere sahiptir. Kant biyolojide, mekanist ve gayeci yaklaşımın her ikisini birden gerekli görmüştür. Örneğin hem kasların, hem kulağın işleyişi mekanik yasalarla açıklanabilir. Bununla beraber, gayesel yaklaşımın bütünsel bakışı olmadan canlının bedenindeki bütünsellik ve sahip olunan organların hangi işlevi gördüğü (gayeleri gerçekleştirdiği) anlaşılamaz. Kant buna ‘içsel gayesellik’ der; içsel gayeselliği, kişilerin doğaya yansıttığını söylediği ‘dış gayesellik’ ile ayırarak, mekanist yaklaşımın ve gayeselliğin her ikisini birden kullanırken aralarındaki çatışkıyı (antinomiyi) çözmeye çalışır. Kant’ı izleyen Alman biyologlar, canlının bütünündeki planı keşfetmeye çalıştılar; Lenoir onları ‘gayeci-mekanistler’ olarak adlandırdı. Bu felsefe ve metoda uygun araştırmalarda önemli başarılar elde edildi; örneğin ‘gayeci-mekanist’ Von Baer’in memeliler hakkındaki keşifleri bunların arasındadır. Gayeci-mekanistler, canlıların bütünsel organizasyonunun değişmesini mümkün görmedikleri için ‘Evrim Teorisi’ne karşı çıktılar.142

Kant’ın ‘Yargı Gücünün Eleştirisi’ adlı eserinde biyolojinin farklı bir bilim dalı olduğunu söylemesi ve fiziksel bilimlerin metodolojisinin biyolojiye uygulanamayacağını belirtmesi, biyoloji felsefesi ve metodolojisi açısından önemlidir. Kant 1790’da bu fikirlerini söylemeden birkaç yıl önce 1786’da ‘Doğa Bilimlerinde Metafiziksel Unsurlar’ adlı eserinde, bir bilimin ancak matematiksel olduğu oranda gerçek bilim olduğunu söylemişti. Kant’ın bu görüşü ise biyoloji felsefesi açısından özellikle evrimsel biyoloji açısından çok değişik sonuçlara götürecektir. Bunlardan en önemlisi matematiksel bir temele ve formülasyona dayanmayan ‘Evrim Teorisi’nin, böylesi bir görüş açısından bilimsel bir teori sayılmasındaki güçlüktür. Evrim Teorisi’nin bilim felsefesinde ortaya konan kriterler açısından değerlendirilmesi 3. bölümde yapılacaktır.

WILLIAM PALEY VE SAAT USTASI ANALOJİSİ

Hume’un ve Kant’ın tasarım deliline getirdikleri itirazlardan kısa bir süre sonra William Paley (1743-1805) ünlü ‘Doğal Teoloji’ (Natural Theology) kitabındaki yaklaşımıyla, bu delil açısından bir klasik olan eserini yazdı. Paley’in konuyu ele alış şekli Darwin’in de içinde olduğu birçok kişiyi çok uzun yıllar etkiledi.143
Paley, doğadaki varlıkların gelişiminden çok yapısal özellikleri üzerinde durur. Doğada ‘tasarım’ı ve ‘gaye’yi gözlemlediğimizi; var olan tasarımın Tasarımcı’ya işaret ettiğini söyler. Paley, sürekli olarak tasarımı vurgulamasına rağmen skolastiklerin yaklaşımıyla karıştırılmamak istediğini ve bu yüzden ‘gayesel sebepler’ kavramını kullanmadığını söyler.144

Yunanlıların dünya görüşü organikti; bu görüş toplumla doğal dünya arasında benzerlik kurmaya (analojiye) dayanıyordu. 16. yüzyıldan sonra incelediğimiz gelişmelerin neticesinde dünyayı saat gibi gören mekanist görüş hâkim oldu ki bu görüş de aslında analojikti. Daha önceden yaygın olarak kullanılan yaklaşımda varlıkların bir ‘gaye’ için yaratılmasına vurgu varken sonraki yaklaşımda var olan ‘düzen’e dikkat çekiliyordu. Bazı felsefeciler bu ikisi arasında ayırım yapmak için birincisini ‘teleolojik delil’ ikincisini ‘eutaksiolojik delil’ olarak adlandırmışlardır.145 İkincisi çoğu zaman tasarım delili olarak da anılır. (Tasarımın ürünü bir gaye olduğu için ve gayesel olarak gözetilen hedef bir tasarım ürünü olduğu için; ben bu kitap boyunca ‘tasarım delili’ ile ‘teleolojik delil’ tanımlamalarını birbirinin yerine kullandım, bunlar arasında bir ayırım yapmaya çalışmadım.)

Paley, eserinin başında, yerde bulduğu bir saatin nasıl orada olduğunu düşündüğü zaman; ayağına rastgelen bir taş için düşündüğünden daha farklı sonuçlara varacağını söyler. Saatin değişik parçaları bir amaç için konmuştur, bu parçalar düzenli bir hareketi gerçekleştirerek zamanı göstermektedirler. Bu parçalar değişik bir şekilde bir araya gelseler, ne saatin içindeki hareket gerçekleşir ne de saat bir işe yarar.146

Paley’in analojisini güçlü kılan unsur, saatin kökenini bilmeye gerek duymadan, sırf saatin yapısından sonuca gidebilmesidir. Ayrıca, onun analizinde sırf bir organı ele alıp sonuca gitmek mümkündür. Kişi insan gözünü ele alıp sonuca gidebilir; ayrıca karaciğerin, akciğerin de incelenmesi gerekmez. Canlı organizma makineye benzetilir ve makinenin yapılma aşaması gözlemlenmese bile, makinenin bir tasarımcısı olması gerektiğine dair benzetme ile canlıların da bir tasarımcısı olduğu ortaya konur. Paley’in bu argümantasyonuna karşı, Hume’un, canlılarla makine arasında analoji kurulamayacağı itirazı delil olarak gösterilir. Michael Denton, haklı olarak, moleküler biyolojideki gelişmelerin Paley’i doğrulayıp Hume’u yanlışladığını söylemektedir. (Bu gelişmeler özellikle son 50 yılda gerçekleşti.) Gerçekten de canlı hücrelerin içinde mikro seviyedeki faaliyetleri gerçekleştiren yapılar, çok gelişmiş makinelerin benzer vazifelerini yapmakta ve Paley’i desteklemektedirler.147 Paley, analojisini yaparken, canlıların karmaşıklıkta ve maharette, makinelerden çok üstün olduklarını da belirtmektedir.148 İlerleyen bölümlerde Paley’in bu yaklaşımını canlılar dünyası hakkında yapılan makro ve mikro araştırmaların desteklediğini göreceğiz.

Paley, incelediğimiz saatin, ilaveten yeni saatler üreten bir mekanizmaya da sahip olduğunu düşünmemizi ister. Saat, başka saatler üretme yeteneğiyle daha da mükemmel bir makineye dönüşecek ve ustasının maharetini daha fazla sergileyecektir. Eğer daha mükemmel bir saat (saat oluşturan saat) gördükten sonra, saatin bir ustası olduğu kanaatimizi değiştirirsek hata yapmış oluruz. Daha mükemmel olan bir saatin ustasının sanatını daha çok takdir etmemiz gerekir; yoksa Paley’e göre ateistlerin düştüğü hataya düşmüş oluruz.149 Bu analojisinde Paley, makineye benzettiği canlıların üreme faaliyetlerinin ateistleri şaşırttığına ve canlıların üreme faaliyetleriyle daha da mükemmel varlıklar olduğunun düşünüleceği yerde; ateistlerin, canlıları, tesadüflerle ve doğal süreçlerle açıklamaya çalışmalarına eleştiri getirmektedir.

Paley’in yaklaşımının bir avantajı da La Mettrie (1709-1751) gibi insanı tümden makineleştirip ruhu ayrı bir cevher olarak kabul etmeyenlerin yaklaşımından etkilenmemesidir. Paley’in yaklaşımında, ruhun ayrı bir cevher olup olmadığı ispatlansa da ispatlanmasa da zaten var olan deliller Tanrı’nın varlığını temellendirmeye yeterlidir. Paley, kulak ve göz gibi tek bir organdan bile sonuca gider.

Paley, ‘Doğal Teoloji’ kitabının ikinci bölümünde astronomi açısından önemli yaklaşımlarda bulunur. Güneşin evrimleştiğini, bundan ‘sonsuz bir durağan durum modeli’nin mümkün olmadığının anlaşıldığını söyler. Ayrıca konumuz açısından önemli bir kavram olan ‘Insancı Ilke’yi önceleyen açıklamalar yapar. Insanların var olması için evrensel kanunların dar sınırlar içinde gerçekleşmesi gerektiğini ve öyle olduğunu söyler.150 Paley, bu açıklamalarında kendisiyle özdeşleşen analojik yaklaşımından nicel bir yaklaşıma geçmiştir. Bu yaklaşım ‘insan merkezli tasarım’ üzerine kuruludur.

Hume ve Kant, deney ve gözleme dayalı verilerden sonuçlar çıkarmadı, bu yüzden birçok kişi Paley’in gözlem verilerine dayalı argümantasyonunu, onların eleştirel yaklaşımına tercih etti. Ateist-Darwinci yaklaşımın en ünlü ismi Richard Dawkins bile, Paley’in yaklaşımının, Darwin’in Evrim Teorisi ortaya konmadan önce, Hume’unki gibi karşıt yaklaşımlara tercih edilir olduğunu söylemektedir.151

MİKROSKOBUN İCADI VE BİYOLOJİ İLE FELSEFEYE ETKİSİ

Felsefî görüş bilimsel çalışmalara yön verdiği ve bilimin yapılış şekline etki ettiği gibi, bilimsel gelişmeler de felsefî inançları ve felsefede yapılan tartışmaları etkiler. Felsefî arenadaki bilgi teorisi tartışmalarında; deney ve gözlem merkezli bilim yapma ve eskilerin (özellikle Aristoteles’in) mirasını sorgulama ön plana çıkınca, bu tavrın bilim alanında pratik sonuçları gözükmeye başladı. Deney ve gözlem alanına yönelmiş bilim insanlarını bekleyen en büyük zorluklardan biri, duyu organlarının sınırlılığıydı. Bu zorluğun aşılmasında merceklere dayanan iki sihirli aletten biri uzakları yakınlaştırdı (teleskop), diğeri ise çok küçük alanlara nüfuz etmeyi sağladı (mikroskop).

Bu iki alet ile elde edilen verilerin hem biyoloji, hem de felsefe alanına etkisi büyük oldu. Teleskopla yapılan gözlemlerin biyoloji alanına etkisi dolaylı şekilde oldu. Teleskop gözlemleri Aristoteles ve Kilise’nin, bilim üzerindeki etkisinin kırılmasında ve gözlemsel, mekanist, matematik merkezli bir bilim anlayışının hâkim olmasında etkili oldu; bu biyoloji alanında takip edilecek metodolojinin belirlenmesinde de etkili oldu. Mikroskobun ise biyoloji alanındaki en önemli icat olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Biyoloji alanında mikroskoplar ilk olarak 17. yüzyılda kullanılmaya başlandı. Francisco Stelluti tarafından (1625) yazılan ve arıların bedenini konu edinen çalışma, mikroskoba dayalı ilk bilimsel eserdir.152 Robert Hooke’un (1635-1703) mantarların yapısı ile ilgili çizimleri ‘Micrographia’ (1665) isimli kitabında yayımlandı; bu kitap ‘hücre’ kelimesinin ilk kullanıldığı eserdir.153 Ne var ki yaptığı gözlemin öneminin o bile farkında değildi, ‘hücre kuramı’ ancak 19. yüzyılda ortaya konabildi.154 Mikroskoplar sürekli geliştikçe 20. yüzyıl hücre içi dünyanın aydınlatılmasında kendisinden önceki dönemleri kat kat geçti.

Van Leeuwenhoek (1632-1723) ve Marcello Malpighi (1628-1694), mikroskopla önemli buluşları ilk gerçekleştiren isimler arasındadırlar. Onlar hayvan ve bitki dokularını tarif ettiler; planktonları, kan hücrelerini, spermi keşfettiler. Leeuwenhoek’in kullandığı mikroskoplar 270 kat büyütme kapasitesine sahipti155ve bu 17. yüzyıl için olağanüstü bir gelişmeydi. Felsefî açıdan da önemli olan tartışma konularından ‘kendiliğinden türeme’ (spontaneous generation) gibi birçok konu artık mikroskop gözlemlerinden gelen verilerle tartışılmaya başlandı. Yeni bilimsel veriler felsefe alanına da canlılık getirdi; artık felsefede salt akıl yürütmelere dayalı anlayış, yerini hissedilir ölçüde bilimsel verileri akıl yürütmeyle birleştiren anlayışa bıraktı. Felsefeciler masa başı filozofu olma yerine, bilimsel arenaya çıkıp bilimsel veri toplamaya ve bu verilerle çelişmeyen, bu verilerin desteklediği sistemler oluşturmaya çalıştılar.

Leibniz, mikroskopla yapacağımız çalışmalar kadar hiçbir şeyin Tanrı’nın bilgeliğini anlamamıza katkıda bulunamayacağını söyledi.156 Malebranche (1638-1715), sivrisineği incelersek bu canlının büyük hayvanlar kadar mükemmel bir yapıya sahip olduğunu göreceğimizi, büyük prenslerin evindeki eşyalar arasında bile bu küçük hayvanın özelliklerine eş bir yapıtı bulamayacağımızı belirtti.157 Mikroskobun icadının ilk dönemlerinden beri mikroskopla elde edilen verilerin tasarım delili için kullanılmasının örneklerini görüyoruz. Tanrı’nın varlığını, dünyada yapılan araştırmalara dayandırmak isteyenler, dünyanın iyi düzenlenmiş mekanik bir sistem olduğunu göstermeye çalıştılar. Iyi düzenlenmiş mekanik bir sistem için en iyi açıklama bilinçle ve kudretle oluşturulmuş tasarımdı.158 Leibniz ve Malebranche gibi filozoflar mikroskobun mikro seviyede getireceği açıklamaların bu anlayışa katkıda bulunacağını savundular.

KENDİLİĞİNDEN TÜREME

Canlıların kendiliğinden türediğini (spontaneous generation) söyleyen anlayışa göre; canlılar, başka canlıların üremesi veya bölünmesi gibi süreçler olmaksızın, cansız maddenin birleşimi sonucunda bir araya gelmişlerdir. Bu anlayışın izlerine binlerce yıl öncesinde rastlıyoruz. Örneğin Nil kıyısında yaşayanlar, kurbağaların çamurdan oluştuklarını düşünüyorlardı. Birçok kişi arıların, sineklerin, farelerin her birinin nasıl cansız maddelerden elde edilebileceğine dair reçeteler yazacak kadar ileri gitmişlerdi. Çöpten, çamurdan türemeye inanıldığı gibi, ölmüş hayvanların vücudunun bozulması sonucunda bu leşlerden türemeye de inanılıyordu.159 Örneğin Aristoteles, sivrisineklerin ve bitkilerin çürümekte olan maddelerden türediğine inanıyordu.160

Daha evvel belirtildiği gibi, her Evrim Teorisi’ne inanan ateist olmadığı gibi her ateist de Evrim Teorisi’ne inanmamıştır. Aslında 19. yüzyıldan önce Evrim Teorisi ortaya konmadığı için bu mümkün de değildir; bunu belirtmemin sebebi, ateizm ile Evrim Teorisi’ni tamamen özdeş göstermeye çalışan yanlış bir anlayışın yaygın olmasıdır. Evrim Teorisi 19. yüzyılda ortaya konmadan önceki ateistler çoğunlukla ‘kendiliğinden türeme’ye inanmışlardır. Nasıl arılar, fareler, sinekler kendiliğinden oluşuyorsa, aynı şekilde tüm canlıların buna benzer süreçlerle oluştuğunu; bu süreçlerin arkasında, doğanın dışında bilinçli bir gücün var olmadığını savunmuşlardır. Bundan ‘kendiliğinden türeme’ görüşünün, her zaman için ateistlerin teistlere karşı savunduğu bir argüman olduğu anlaşılmamalıdır. Örneğin Farabi ve Saint Augustine için de ‘kendiliğinden türeme’ye inanç bir sorun teşkil etmiyordu: Tanrı doğaya bu özelliği vermişti ve doğa yeni canlıları türetebilirdi. Teistler, bu şekilde bir yaratılışa inandıkları zaman, bunu Tanrı’nın baştan düzenlemesinin bir neticesi olarak algılıyorlar ve bu sürecin arkasında Tanrı’nın kudret ve bilincini kabul ediyorlardı. Nasıl Tanrı bir kiraz ağacına kirazın oluşmasıyla ilgili özellikleri bahşetmişse ve bu ağaçtan kirazlar çıkıyorsa; ‘kendiliğinden türeme’ye inanan teistler, aynı şekilde, bataklıklardan sivrisineklerin veya leşlerden birtakım böceklerin üreyebileceğini düşündüler. Teistler için, ‘kendiliğinden türeme’ye yol açan hammadde ve kanunlar, Tanrı’nın elinde ‘araçsal sebepler’di ve Tanrı tüm düzenin ve yaratılışın ardındaki ‘Gerçek Sebep’ti.

Mikroskobun icadıyla ‘kendiliğinden türeme’ ile ilgili tartışmalar yeni bir boyut kazandı. Artık hiç kimse arılar veya sinekler gibi böceklerin ‘kendiliğinden türediği’ni savunamaz duruma geldi. Fakat Leeuwenhoek’in mikroskopla yaptığı incelemeler sonucunda gözle görülemeyen birçok küçük canlının varlığı anlaşıldı. Bu sefer, bu canlıların ‘kendiliğinden türediği’ savunulmaya başlandı.161 Francesco Redi (1626-1697), çürümüş etin bulunduğu kapları tülle örttü ve böceklerin ete yumurtlamasını önledi; bu deneyle çürümüş etten kurtçuklar çıktığını söyleyen ‘kendiliğinden türeme’ anlayışı önemli bir darbe yedi. Bu deney canlı ile cansız arasındaki ayırımın sanıldığından önemli olduğunu ve Aristoteles’in ve diğerlerinin, böceklerin cansız maddeden ‘kendiliğinden türediği’ne dair yaklaşımının yanlışlığını ortaya koydu.162 Bu deneyden sonra tek hücreli mikroskobik canlıların ‘kendiliğinden türediği’ni savunanlar olduysa da bir daha gözle görülebilen büyüklükteki canlıların kendiliğinden oluştuğunu savunmak mümkün olmadı.

İrlandalı papaz Turberville Needham (1713-1781), ağzını özenle kapattığı bir kaba et suyu koyarak içinde bulunabilecek canlı tohumlarını öldürmek için yarım saat süreyle ısıttı; ne var ki bu önleme karşın, deney sıvısı içinde hızla çok sayıda hayvancığın ürediğini gözledi.163 Bu deney, Francisco Redi’nin evvelki deneyine rağmen mikro organizmalar için ‘kendiliğinden türeme’yi mümkün görenleri destekledi.

Diğer yandan modern biyolojinin kurucularından sayılan rahip Lazzaro Spallanzani’nin (1729-1799) yaptığı deney Needham’ın yanlışlığını ortaya koydu. Spallanzani, eğer Needham’ın deneyi tekrarlandığında sıvı çok daha yüksek derecede ısıtılırsa ve kabın ağzı iyice kapatılırsa mikro organizmaların sıvıya doluşamayacağını gösterdi.

Spallanzani ‘kendiliğinden türeme’ fikrini yaptığı deneylerle gözden düşürmesinin yanında, kurbağalar ve yarasalar üzerine çalışmaları, solunum sistemine getirdiği açıklamalar, döllenmenin ve sindirimin anlaşılmasına katkılarıyla da biyoloji bilimi açısından önemli bir yere sahiptir.164

ÖNOLUŞ VE SIRALIOLUŞ

‘Kendiliğinden türeme’ ile ilgili tartışmalar genelde ‘önoluşum’ (preformation) ve ‘sıralıoluşum’ (epigenesis) tartışmalarıyla bir arada yapılmıştır. Önoluşumu savunanlar, canlının özelliklerinin tohum aşamasında baştan belirlendiğini; sıralıoluşumu savunanlar ise canlının tohum aşamasında baştan belirlenmeyip, geçirdiği süreç içinde şeklini aldığını savunmuşlardır. Önoluşumu savunanların kimisi yumurtanın belirleyiciliğine (ovism) vurgu yapmıştır; bu görüşün, Haller, Bonet, Spallanzani gibi önemli savunucularıyla 18. yüzyılda hâkim fikir olduğu söylenebilir.165Haller, biyolojiye ‘evrim’ kavramını sokan kişidir; o, Havva’nın her yumurtasında birer insancık, her insancığın yumurtasında daha küçük bir insancık şeklinde, adeta Rus matruşkaları gibi iç içe bir yaratılışı savunmuştur. O ‘evrim’ kavramını, başlangıçtaki minik insancıkların sıkışık hallerinden açılmaları ve embriyolojik gelişme boyunca boyutlarını büyütmeleri anlamında kullanmıştır.166

Günümüzde genetik bilginin ilerlemesiyle önoluşum ve sıralıoluşum görüşlerinin bir sentezini yapabileceğimiz görülmüştür. Genetik bilimi, başlangıçtaki zigotun, sonradan oluşacak canlıdan çok farklı olduğunu göstererek; başlangıçtaki tohumu, oluşacak canlının bir minyatürü gören önoluşumculuğun bu yanlışını düzeltmiş ve sıralıoluşumculuğu bu noktada desteklemiştir. Canlının genetik bilgisinin baştan DNA’larda kodlu olduğunun öğrenilmesi ise önoluşumculuğun haklı olduğu noktadır. Çağımız genetiği açısından önoluşu savunan yaklaşım daha ön plana çıksa da gelişme fizyolojisinin kavramları sıralıoluş yaklaşımının kavramlarından esinlenmiştir.167 Günümüz biyolojisi açısından önoluşum ve sıralıoluşum arasındaki gerilimin bir önemi yoktur; canlının gelişimi özellikle genetikteki gelişmeler ışığında ve bu karşıtlığı temel almayan bir kavramsal çerçevede irdelenmektedir.

17. ve 18. yüzyılda önoluşumu savunanlar, kendi yaklaşımlarıyla ‘kendiliğinden türeme’ fikrinin uyuşamayacağı kanaatindeydiler.168 Bu fikri geçersiz kılacak deneylerin yapılmasında bu anlayışın teşviki önemlidir. ‘Kendiliğinden türeme’ye inananlar, mayalanma ve kokuşmanın canlılar oluşturabileceğini sandılar; fakat, bunun tersinin, yani mikro organizmaların mayalanma ve kokuşmanın oluşmasına sebep olabileceğini anlayamadılar.169 Görülüyor ki neden ile sonuçların, deneye başlamadan önceki önyargı yüzünden yer değiştirmesi, ‘kendiliğinden türeme’ ile ilgili yanlış kanaatlerin uzun zaman muhafaza edilmesine sebep olmuştur. Pastör (1822-1895) yaptığı deneylerle fermantasyonun mikro organizmaları meydana getirmediğini, durumun tam tersi olduğunu gösterdi. Fakat 19. yüzyılda da Pouchet (1800-1872) gibi bilim insanları Pastör’e muhalefet etti ve fermantasyon ile çürüme gibi süreçlerin ‘kendiliğinden türeme’ye sebep olduğunu söylediler.170 Mikroskoplar geliştikçe ‘kendiliğinden türeme’nin mümkün olmadığı iyice anlaşıldı ve bu görüşü savunan hiç kimse kalmadı.

Bu sonuç, canlı ve cansız arasında sanıldığından daha büyük uçurum olduğunu iyice ortaya koydu. Bu uçurum böceklerin cansız maddeden oluşamayacağının gösterilmesiyle zaten açılmıştı. Fakat gözle görülemeyen mikro organizmalar için bile bunun mümkün olmadığının tam olarak anlaşılması uçurumu daha da büyüttü. Mikroskoplar geliştikçe ‘kendiliğinden türeme’ye inanç tamamen yıkıldı ve bunu savunan hiç kimse kalmadı. Fakat bunun bir istisnası vardır; Evrim Teorisi’ne inananlar bütün canlıların birbirinden türediğini söylerken, başlangıçtaki bütün canlıların atası olan ilk canlının ‘kendiliğinden türediği’ni kabul etmek zorundadırlar.171 Kitabın 4. bölümünde, ‘kendiliğinden türeme’ ile oluşum konusu, olasılık hesapları çerçevesinde detaylıca irdelenecektir.

DÜNYANIN YAŞI İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR

Hıristiyan toplumlarda Dünya’nın yaşı ile ilgili çıkan sorun, en çok Irlanda başpiskoposu James Usher’in (1581-1656) yaptığı hesaptan kaynaklanmıştır. Protestan Hıristiyanlar Usher’in hesabına dayanarak Dünya’nın MÖ 4004 yılında yaratıldığını kabul ettiler. Cambridge Üniversitesi Rektör Yardımcısı Lightfoot, yaratılış yılı olarak bu yılı kabul etti, günü ve saati ise kendisi hesapladı: 23 Ekim günü sabah saat 9’da yaratılış olmuştu.172 Birçok dinbilimci, Kitabı Mukaddes’te geçen ve Usher’in ‘oğlu’ olarak aldığı ifadenin ‘soyundan olan’ anlamına geldiğini ve Usher’in hesabının güvenilir olmadığını söylemişlerdir. Ayrıca Stephen J. Gould’un belirttiği gibi Usher’in bu hesabı yapmasında, Kitabı Mukaddes’in aktardığı kronolojide atlamalar olması gibi sorunlar vardı. Ayrıca kameri aylarla ilgili artık yıllar sorunu vardı. Bu sorun geçmişte, Jülyen (Roma) takvimi yerine 1582 yılında Papa 13. Gregorus’un düzelterek uygulamaya koyduğu Gregoryan takviminde karışıklığa yol açmıştı. Ama Usher Anglikandı ve Papa’nın takvimiyle hiçbir ilişkisi olamazdı.173

Usher’in saptadığı tarihler o kadar önemsendi ki Kitabı Mukaddes’in Kral James’çe onaylanmış baskılarının sayfa kenarlarında bile bu tarihler basılmaya başlandı. Böylece 17. yüzyılda ortaya çıkan bu fikir, adeta Hıristiyanlığın temel bir öğretisiymiş gibi algılanmaya başlandı. Bilim ile dinin çeliştiğini savunanlar Hıristiyanlıkla Usher’in vardığı sonucu özdeşleştirerek -bu arada din de genelde Hıristiyanlıkla özdeşleştirilmektedir- ve bilimin dünyanın uzun dönemler sonucunda oluştuğunu gösteren deneysel ve gözlemsel bulgularıyla karşı karşıya getirerek haklılıklarını ispat etmeye çalışmışlardır. Aslında Usher’in amacı bilimle dini uzlaştırmaktı, fakat giriştiği çaba istediğinin tam aksine bir sonuca sebep oldu.

‘Evrim Teorisi’ ortaya konduğunda Protestan İngiltere’deki dini çevrelerin çoğu Usher’in tarihlendirmesini kabul ediyorlardı. ‘Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek bir atadan ve birbirlerinden değişerek oluştuğu iddiasını, ancak canlıların yeryüzünde çok uzun bir süre önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok uzun süre önce var olmasıyla savunabilecekleri kanaatindeydiler. Evrim Teorisi’ne din adına karşı çıkışların daha baştan gözükmesinde ve daha baştan Evrim Teorisi ile din (Hıristiyanlık) arası bir gerilimin oluşmasında, diğer sebeplerin yanında; Evrim Teorisi’nin, Usher’in tarihlendirmesi ile çelişmesi de önemli bir yere sahiptir.

Yerküre katmanları üzerine tüm çalışmalar ve gittikçe ilerleyen fosilbilim, Usher’in, Dünya’yı 6000 yıllık bir yer olarak gören yaklaşımının hatalı olduğunu gösterdi. Martin Lister (1639-1712), 18. yüzyılın başında, fosillerin eşi benzeri olmayan garip taşlardan ibaret olduğunu ve kayalarda oluşmalarının canlılarla hiçbir ilişkisi olmadığını savunmuştu.174 Bernard Palissy (1510-1589), fosillerin, soyları tükenmiş hayvan kalıntıları olduğunu söyleyen ilk kişi olarak gösterilir.175 Lister’in fosillerin canlılarla bir ilişkisi olmadığı fikrinin 18. yüzyılda taraftar bulduğunu düşünürsek, fosilbilimin ne kadar yeni (geç gelişmiş) bir bilim dalı olduğunu kavrayabiliriz. Her ne kadar Herodotus, Strabo, Plutarch ve de özellikle Xenophanes, fosillerden bahsetmiş olsalar da ancak 17. yüzyılda başlayan ve 18. ile 19. yüzyılda artan bir gayretle fosillerle olan uğraş bilimsel bir nitelik kazanabildi.176

Usher 17. yüzyılda Dünya’nın yaşını tarihlendirdiğinde fosilbilimin ciddi, sistematik bir yapısı ve otoritesi yoktu. Fakat 18. yüzyılda ve özellikle 19. yüzyılda fosilbilimde kaydedilen ilerlemeler, Dünya’nın yaşı ile ilgili konularda Usher’in fikirlerini benimseyen dini çevrelerle birçok bilim insanını karşı karşıya getirdi. Yapılan tartışmalarda Nuh Tufanı ve canlıların ortaya çıkış tarihi ile Dünya’nın yaşı ve geçirdiği evreler merkezdeydi. Dünya’nın durağan bir durum içinde, ancak çevrimsel değişimler geçirdiğini, doğal süreçlerin bir denge durumunda olduğunu söyleyen yaklaşım ile doğanın doğrusal, tek yönlü (evrimsel) bir değişim süreci içinde olduğunu söyleyen yaklaşım yerbilimi alanında tartışma içindeydi. Bu ikinci yaklaşımın içinde ise yeryüzünün büyük değişimler (catastrophism) mi, yoksa sürekli küçük boyutlu değişimler mi geçirdiği (uniformitarianism) şeklinde farklı yaklaşımların tartışılması yapıldı. (5. bölümde yerbilimsel konuların dinsel inançlar bağlamında değerlendirmesi yapılacaktır.) Yerbilimi ile fosilbilimi bu iki alanın açık ilgisinden dolayı bir arada ele alındı. Birçok tartışmada, Usher’in yaklaşımının Hıristiyanlık ile özdeşleşmesinin getirdiği sorunlar kendini gösterdi.

LINNAEUS, TÜRLER VE TAKSONOMİ

Taksonomi, Yunancada düzenleme anlamına gelen ‘taksis’ ile yasa anlamındaki ‘nomos’ kelimelerinin birleşiminden türemiştir ve biyolojide bu kavram canlıların sınıflandırılması için kullanılmaktadır. Carl von Linnaeus (1707-1778) günümüzde kullanılan taksonominin babası sayılır. Her canlı varlığı iki adla sınıflandırma yöntemini ilk olarak uygulayan odur. Örneğin insan için ‘Homo sapiens’, köpek için ‘Canis familiaris’ tanımlamalarının kullanılması Linnaeus’un yöntemi sebebiyledir. O, kendisinden önce kaos olan bir alanı toparlamış, bir canlının birkaç satırla tarif edilmesine son vermiştir. En çok onun sayesinde, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın ilk yarısında biyolojiye taksonomik yaklaşım hâkim olmuştur.

Linnaeus’un doğa felsefesinin kalbini ‘Tanrı’nın tasarımı’ oluşturur. O, Tanrı’nın evreni, insan zihninin kavrayacağı şekilde yarattığını söyledi. Linnaeus, kendisini, Tanrı’nın planını açığa çıkaran, Tanrı’nın düşüncelerinin anlaşılmasını sağlayan kişi olarak görüyordu.177 Bu yaklaşımı, özellikle son yüzyılda, en önemli hedefin “Tanrı’nın düşüncelerini okumak” olduğunu söyleyen ünlü fizikçilerinkine178 benzemektedir. Fakat şu farkla ki Linnaeus bunu başardığı kanaatindeydi. O, Aristoteles’in mantığını takip ederek, varlıkla (ontic) mantığın (logic) özdeşliğini yaklaşımında temel aldı. Bu arada Aristoteles’in biyoloji alanına geçtiğinde gözlemi merkeze aldığını ve taksomonisini ‘kanlı-kansız’, ‘kıllı-kılsız’ gibi gözlemsel özelliklere dayanarak yaptığını belirtmek faydalı olacaktır.

Linnaeus canlıları âlem, filum, sınıf, takım, familya, cins, tür şeklinde sınıflandırarak her canlının doğadaki konumunu belirlemeye çalıştı. Onun sınıflandırma yöntemiyle insanın yeri şu şekilde gösterilmektedir:

Âlem Hayvanlar
Filum Omurgalılar
Sınıf Memeliler
Takım Primatlar
Familya Hominidler
Cins Homo
Tür sapiens

Linnaeus, bütün türlerin en baştaki yaratılış şekillerini koruduklarını, en başta sabit sayıda tür yaratıldığını söylüyordu. O, Leibniz’in ‘doğada atlama olmadığı’na dair fikrini takip etmişti ve ‘hiyerarşik varlık merdivenleri’nde, her türün diğer iki türün arasında bir yerde yer aldığını düşünüyordu.179 Bu aslında evrime en ters fikirdir, çünkü ‘varlık skalası’nda tüm yerler dolu olduğu için evrimle oluşacak yeni türe yer yoktur. Ayrıca türlerin baştaki sabitliğini muhafaza ettiğini düşünmek Evrim Teorisi ile asla bağdaştırılamaz. Bu özelliklerinden dolayı Linnaeus’un yaklaşımının, Evrim Teorisi’ne karşı direncin önemli bir sebebi olduğu söylenebilir. Diğer yandan ilginç bir şekilde bu yaklaşımın, ‘Evrim Teorisi’ne yol açan bir yaklaşım olduğunu da tespit edebiliriz. Linnaeus, haritadaki devletlerin sınırlarda birbirlerine değmeleri gibi bitki türlerinin birbirine bitiştiğini söylemiştir;180 bu görüş, türleri kendi içlerinde döl oluşturma yoluyla diğer türlerden izole ederken bir yandan da bitiştiriyordu. Darwin de ‘varlık merdivenleri’ne canlıları dizen ve kendi görüşüne ters bir şekilde türleri sabit sayan anlayışın ‘doğada atlama olmaz’ ilkesine sonuna kadar sadık kaldı. Canlıları hiyerarşik bir sıraya dizmese de her bir türü diğer iki türün arasına koyarak ‘doğadaki devamlılığı’ savundu. Ama canlıları bu şekilde diziş gözlemsel verilerin değil, ‘doğada atlama olmayacağı’na dair metafiziksel ilkenin kabulünün bir yansımasıdır. Kitabın 3. bölümündeki homoloji ve fosillerle ilgili başlıklarda bu konu işlenecektir.

Linnaeus’un varlıkları hiyerarşik sıralayışının başına ortak bir ata konarak ve canlıların birbirlerinden türedikleri söylenerek evrimsel gelişme açıklanmaya çalışılmıştır. Bu noktada hem Linnaeus’un sınıflaması, hem ‘Evrim Teorisi’ açısından canlıların hiyerarşik sıralamasının ne kadar doğru olduğunu sormak gerekir. Bal yapan arının, denizde sonar sistemi olan yunusun, uzun göç yollarını izleyen kuşların ve konuşma yeteneğiyle insanın hangi kritere göre sınıflaması yapılacaktır? Birçok canlı kendi özel becerisinde diğer tüm canlılardan daha iyidir. Bu farklı becerilere sahip canlıların hiyerarşik sırasını, kim hangi kriterle belirleyecektir ki ‘varlık merdivenleri’ne yerleştirilebilsin? Canlılar üzerine modern araştırmalar canlıların özgün yanlarını daha çok ortaya koymuştur ve bu, ‘hiyerarşik bir varlık merdiveni’ kurmanın imkânsızlığını göstermektedir. Insanın ve diğer birçok canlının, kendilerine has alanlarda diğer canlılara üstünlükleri vardır ve canlıların hiyerarşik sıralaması için hangi ölçüyü alırsak alalım, pek çok canlıyı birbirine göre konumlandırmak mümkün olamayacaktır. Günümüzdeki canlı sınıflamalarının hemen hepsi de canlıların hiyerarşik sınıflamasıyla ilgilenmeden, özellikle canlıları benzerliklerinden hareketle sınıflama üzerine kuruludur.

Linnaeus’un doğanın dengesinden bahsederken ‘yaşam mücadelesi’ni vurgulaması, Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ fikrinin oluşmasında kavramsal olarak arka plan oluşturmuştur.181
Fiziksel benzerliklere göre sıralama yapan Linnaeus’un, insan ile maymunu beraber sınıflamasının da ‘Evrim Teorisi’ndeki insanı maymundan türeten anlayışı kolaylaştırdığı söylenir. Ayrıca Dünya’nın yaşını Usher’i takip edenlerden çok daha yüksek bulması da Evrim Teorisi’ni savunmayı kolaylaştırıcı nitelikte olmuştur.

Linnaeus’un sisteminin sorunlu bir yanı, türlerin yok olmasını mümkün görmemesidir.182 Bulunan fosillerin birçok canlı türünün yok olduğunu göstermesi; Linnaeus’un, Tanrı’nın düşüncelerini sandığı gibi doğru okuyamadığını gösterdi. Oysa en basit gözlemle, insanların veya diğer canlıların birçok birey canlıyı öldürdüğünü herkes gözlemleyebilmektedir; bir türün bireylerinin yok olması mümkünse, neden tüm türün yok olması mümkün olmasın? Türler de bireylerden oluşmuyor mu? Anlaşılıyor ki kendi mantığındaki kategorileri varlığa uygulaması, biyoloji tarihinin en başarılı ve etkili simalarından biri olan Linnaeus’u yanıltmıştır.

Linnaeus’un yaklaşımında türün mensupları ortak özellikleri paylaşırlar, türlere içkin bu özler Tanrı tarafından yaratılmıştır. Biyoloğun görevi bu özleri bulmak ve türleri cinsleriyle (genus) tanımlamaktır.183 Türler konusunda özcü yaklaşımı savunanlar, bu özleri değişmez ve sürekli özellikler olarak görürler. Oysa özcü yaklaşıma katılmayanlara göre; türlerin ortak özellikleri varsa da bunlar, özcülüğün savunduğu gibi değişmez ve sürekli değillerdir.184 Bu tarzda varlık anlayışında ‘tür’ kavramı sadece pratik faydaları açısından yararlı olsa da, canlılar dünyasında bir gerçeğe karşılık gelmez. Linnaeus’un varlık anlayışına göre ise ‘türler’ gerçek varlıklardır. Türlerin ontolojik statüsünün ne olduğu hâlâ tartışılmaktadır. Stephen Jay Gould’u örnek olarak verebileceğim birçok biyolog, türlerin sadece zihnin bir projeksiyonu olduğunu, doğa üzerine düşünmemizde taksonomik ayırımın pratik faydası olduğunu ve türlerin ontolojik açıdan gerçek varlıklarının olmadığını söyler.185

Douglas Medin’in yürüttüğü geniş çaplı bir araştırma, insan zihninin taksonomi yaptığını göstermiştir. Bu araştırma Amerika’nın şehirleşmiş bireylerinden Mayaların ‘yağmur ormanları’ndaki bireylerine dek geniş ve farklı bir kitleye uygulanmıştır. Buna göre tüm farklı kültürlerdeki insanların zihni, insanlar dışındaki canlıları belli ‘özler’ temelinde türlere bölüp taksonomi yapmaktadır. Bu deneyden varılan sonuç, taksonomi yapmanın, insan zihninin gözlemlerden bağımsız, apriori bir özelliği olduğudur.186 Bu araştırma gerçekten çok ilginçtir ama türlerin ontolojik statüsünü belirlemek için yetersizdir. Bazıları zihnin, sırf apriori kategorilerini canlılara yüklediği için türlere ontolojik bir statü verildiğini; bazıları ise, Tanrı’nın zihni ve doğayı uyumlu yarattığını ve yarattığı türleri düşünmek için zihne apriori olarak gerçekte de var olan türlere göre taksonomi yapma özelliğini verdiğini savunabilir.

Türlerin ontolojik statüsü özellikle tek hücrelilerin mikroskobik seviyesine inilince iyice karışır; ama türlerin birçoğunun kapalı bir sistem oluşturup, kendi içlerinde üremesi ve döl verebilecek döller oluşturmaları da göz ardı edilebilecek bir husus değildir. Canlılar dünyasını anlamak için taksonominin uygulanmasının bilinen en akılcı yöntem olduğu açıktır. Fakat bu, Linnaeus’un taksonomisini kullanmak olarak anlaşılmamalıdır. Farklı taksonomiler oluşturmak için gayretler vardır; türlerin ontolojik gerçekliği olsun veya olmasın, taksonominin, insan zihninin doğayı anlama ve bilim yapma faaliyetindeki yararı apaçıktır.

1753 yılında Linnaeus 6000 adet bitki türü biliyordu ve bunların 10.000 kadar olduğu düşünülüyordu; 1758’de 4000 hayvan listelemişti ama onların sayısını da yine 10.000 civarında tahmin ediyordu.187 Canlılarla ilgili sınıflama böceklerin dünyası ile ilgili keşifler arttıkça ve bu dünyadaki faaliyet ve tür çeşitliği saptanınca bayağı zorlaşmıştı; hele bir de mikroskobik canlılarla ilgili bilgiler arttıkça taksonomi yapmak iyice zorlaştı. Günümüzde ise türlerin sayısının milyonlarca olduğu bilinmektedir.

Linnaeus kendi dönemine göre büyük bir iş başardı ve yaşarken kendi fikirlerinde değişiklik yaptı. Melezleşmenin (at ile eşekten katır oluşması gibi), türlerin hepsinin baştan sabit olup hiç değişmediği fikrine ters olduğu görülüyordu. Melezleştirme ile yeni türlerin oluşabileceğini savundu ki bu, başta ileri sürdüğü ‘tüm türlerin sabit yaratıldığı’ fikrinde bir değişiklikti. Melezleşme ile yeni türlerin oluşumu, Mendel’in, Darwin’in Evrim Teorisi’ne karşı alternatif olarak ileri sürdüğü bir fikir oldu.188 Linnaeus’a göre melezleşme ve dış faktörler ancak türün mükemmelliğini azaltarak dejenere ediyorlardı;189 bu yaklaşım, değişimle daha mükemmel (kompleks) varlıklar ortaya çıktığını söyleyen ‘Evrim Teorisi’ne tersti.

BUFFON VE DÖNÜŞÜMCÜLÜK

Buffon (1707-1788), Linnaeus ile aynı yıl doğdu, ondan daha fazla yaşadı ve birçok konuda ters düştüğü Linnaeus gibi biyoloji tarihinin en önemli bilim insanlarından biri oldu. Buffon, yorumlanması en güç bilim insanlarından birisidir; bunun sebeplerinden biri evrendoğumdan (kozmogoniden) hayvanbilimine kadar çok geniş bir alanda ansiklopedik eserler yazmış olmasıdır, diğer bir sebep ise zamanla değişmiş olan fikirlerinin eserlerinde oluşturduğu çelişkilerdir.190 Buffon, Linnaeus’un taksonomisini birçok yönden eleştirdi ve doğada bireylerin olduğunu, bu şekilde sınıflandırmaların salt zihnin bir ürünü olduğunu söyledi.191 İki ayrı türün özelliklerini gösteren ara türlerin olmasını, ‘türlerin’ aslında işimizi kolaylaştıran bir zihin projeksiyonu olduğuna delil gösterdi. ‘Histoire Naturelle’ isimli ansiklopedik eserinin ilk ciltlerinde türlerin zihnin dışındaki ontolojik gerçekliğini reddeden Buffon, sonraki ciltlerde türlerin ontolojik gerçekliğini kabul etti ve bu fikirlerini ufak değişikliklerle hayatının sonuna kadar muhafaza etti.192 Buffon’un türleri gerçek varlıklar olarak kabul ettiği zamanki görüşleri Linnaeus’tan farklıdır. Onun ‘tür’ yaklaşımında, Linnaeus’un ve Platon’un ‘özcü’ yaklaşımlarından daha çok Aristoteles’in yaklaşımına yakın olduğu söylenebilir.193 O, türleri kabul ettiğinde, bu türlerin sahip olduğu ‘özler’i, zihinsel akıl yürütmelerle değil; tamamen deneysel ve gözlemsel temelde açıklamaya çalıştı ve özellikle aralarında çiftleşen türlerin oluşturduğu ‘gen havuzu’na dikkat çekti. Türleri bu gen havuzu ile açıklarken türlerin değişimlerini özellikle çevresel etkenlere bağladı. Onun özellikle çevrenin değiştirici etkisine vurgusunun Lamarck’ın ve Darwin’in üzerinde etkili olduğu söylenir.

O, Linnaeus’un cins (genus) başlığı altında topladığı ‘kökensel türler’in, en başta yaratıldığını ve bunlardan melezleşme yoluyla diğer türlerin oluştuğunu söyledi. Melezleşme yoluyla oluşan türler ise baştaki mükemmelliklerini kaybediyorlardı. Görülüyor ki Buffon, Linnaeus’dan daha az sayıda ‘kökensel tür’ün başta yaratıldığını ve bunlardan diğer türlerin oluştuğunu söylemiştir. Buffon’da ‘kökensel türler’den diğer türlerin değişimle oluşumu bir dejenerasyondur. Dolayısıyla ‘Evrim Teorisi’nin aşağı bir türden yüksek bir türün doğmasına yol açan ilerleyici değişiklik düşüncesi Buffon’un anlayışıyla bağdaştırılamaz. Buffon’un türler hakkındaki bu düşüncesi termodinamiğin ikinci kanunu olan entropiye benzemektedir. Entropi, evrenin ilk baştaki oluşumundan itibaren sürekli düzensizliğe gittiğini ve bu sürecin tersine döndürülemez olduğunu söyler. Buffon’un türleri de, deyim yerindeyse entropiye benzer bir kanunun altında; daha az gelişmiş, daha az mükemmel melez türleri oluşturabilirler ve bu oluşum, melez türlerin yabancı türlerle üremesinin engellenmesiyle kapalı bir sistem içinde kalır.

Buffon’a göre ‘ilk kökensel türler’in nasıl oluştuğu sorulabilir. Buffon, kökensel türlerin ‘kendiliğinden türeme’yle oluştuğuna inanıyordu. ‘Kendiliğinden türeme’nin olup olamayacağı Buffon’un döneminde tartışılan bir konuydu. Buffon, en kompleks kökensel türün bile ‘kendiliğinden türeme’yle oluştuğunu kabul etti.194 Bu kökensel tür, ‘Aristo’nun form’u gibi iş görüyordu ve türün tüm değişimlerine ve aldığı şekillere karşın sınırlarını çiziyordu.195 Buffon, aynı zamanda bir evrenbilim uzmanıydı ve Newton ile Leibniz’in fiziksel teorilerinin derin etkisi altındaydı. O, mekanist bir yaklaşımla evrene ve canlıya ait özellikleri tarife çalışıyordu. Buffon’un ‘kendiliğinden türeme’ yaklaşımıyla, Diderot ile Lucretius gibi; doğanın, kör ve sürekli deneme ile yanılmalarının sonucunda oluşan bir ‘kendiliğinden türeme’yi savunmadığını belirtmek gerekir.196 ‘Kendiliğinden türeme’ye teistler de inandı, fakat ‘Evrim Teorisi’ ortaya konmadan önce ateistlerin hemen hepsi bu yaklaşımı Tanrı’nın yaratışının tek alternatifi olarak gördü. Buffon, ‘kendiliğinden türeme’yi ateist bir yaklaşımla kullanmadı ve bu görüşüne rahip Needham’ın -önceden belirtilen- deneyini delil olarak gösterdi.

Buffon, tüm canlıların ‘ortak ata’dan gelmesi fikrinden -Evrim Teorisi’nin en temel görüşlerinden biridir- ilk bahseden kişidir; fakat o, böyle bir fikrin ileri sürülebileceğinden bahsettikten hemen sonra böylesi bir durumun neden gerçekleşmediğinin delillerini sıralar. Birincisi, bilinen tarihte, hiçbir yeni türün oluştuğu gözlemlenmemiştir. Ikincisi, melezlerin (katır gibi) yeni döller vermemesi türlerin arasında aşılması imkânsız bir sınır oluşturmuştur. Üçüncüsü, iki türün birbirinden oluştuğunu söyleyenler bir sürü ara form göstermek zorundayken, bu ara formlar mevcut değildir.197 İlginçtir ki Buffon, ‘Evrim Teorisi’ni, bu tarz bir yaklaşımın mümkün olmadığını göstermek için de olsa; yine de ilk ortaya koyan kişi olmuştur. O, bir yönüyle ‘Evrim Teorisi’nin gerçek babası kabul edilebilir; fakat bunu savunanlar, bu babanın, sadece çocuğunu öldürmek için dünyaya getirdiğini söylemek durumundadırlar. Buffon’un ‘Evrim Teorisi’ne yönelttiği itirazlar hâlâ canlıdır ve ‘Evrim Teorisi’ne karşı olan biyologlar ve felsefecilerce -yeni bulguların eşliğinde- bu itirazların yapılması devam etmektedir.

Buffon, fiziğin -özellikle Newton fiziğinin- derin etkisi altındaydı ve fizikteki gelişmelerin biyoloji alanına olan etkisinin iyi bir örneğiydi. O, Newton gibi Leibniz’i de okumuştu ve evrensel yasaların matematiksel düzenine hayranlık duyuyordu. Canlıların da aynı yasalara tabi olduğunu savunarak bu yaklaşımını gözlemsel ve deneysel biyoloji çalışmalarının metodolojisine yerleştirdi ve biyolojinin yanında ekoloji, yerbilimi, evrendoğum alanlarında da aynı metodolojiyi kullandı.

Buffon, Newton’un takipçisi William Whiston’u (1667-1752) takip ederek yeryüzünün Güneş ile başka bir yıldızın çarpışmasından oluştuğunu savundu. Newton’un soğuma yasasından yararlanarak yeryüzünün yaşını deneysel bir yaklaşımla tespit etmeye çalıştı. Bir dizi demir küre üretti ve bunları neredeyse erimiş duruma gelene dek ısıtarak ayrı yerlerde soğumaya bıraktı; tüm bunların sonucunda yaptığı hesaplarla yeryüzünün yaşının 75.000 yıl civarında olduğunu198 ve yeryüzünün birbirinden farklı yedi evrede oluştuğunu söyledi.199 Özel sohbetlerinde Dünya’nın yaşının üç milyon yıl olabileceğini de belirtmiştir. Daha evvel gördüğümüz gibi Buffon’dan evvelki yüzyılda Usher’in ortaya koyduğu kronoloji adeta Hıristiyanlığın resmi öğretisiymişçesine savunulmaya başlanmıştı. Dönemindeki birçok düşünür ve bilim insanı gibi Buffon’un da bu konudaki muhalefeti önemli olmuştur.

Buffon, insanın biyolojik yapısı üzerine de detaylı çalışmalar yaptı; embriyo aşamasından değişik yaşlardaki durumuna kadar insanı inceledi. Özellikle çocuğun dili öğrenmesi ve insanın bilinçli bir varlık olması üzerinde durdu. Insanın vücut yapısının hayvanlarla benzer olduğunu, fakat insanlarla hayvanların mukayese bile edilemeyeceğini savundu.200 O, etkisi altında kaldığı Descartes gibi insan için ‘var olmanın’ ve ‘düşünmenin’ aynı olduğunu kabul etti. Hayvanların düşünemeyeceği kanaatinde olduğu için ise hayvanların ve insanların arasında kapatılamaz bir uçurum bulunduğu ve insanların hayvanlardan türeyemeyeceği sonucuna vardı.201 Hayvanlarla insanlar arasında derece değil mahiyet farkı olduğunu söyleyen bu yaklaşım, yaygın ‘Evrim Teorisi’ yaklaşımıyla zıt bir konumdadır. Buffon, görüşlerini ‘Evrim Teorisi’ni reddetmek için ortaya koymasına, insanın hayvandan mahiyet farkıyla ayrıldığını, ‘kökensel türler’in başlangıçtaki yaratılışlarını muhafaza ettiklerini ve üreme engeliyle karışmalarının engellendiğini savunmasına karşın; ‘kökensel türler’den diğer türlerin ürediğini (kökensel türlerin ‘ortak atalar’ olduğunu) savunması ve Dünya’nın yaşı ile ilgili görüşlerinden dolayı, ‘Evrim Teorisi’nin hem düşmanı hem de babası olmak gibi zıt iki tanımlamayı da, onun için kullanmak mümkündür.

SCHELLING, HEGEL VE FELSEFEDE 'EVRİM' KAVRAMININ YÜKSELİŞİ

Özellikle 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın tümü, felsefede ‘evrim’ kavramının zirveye çıktığı dönemdir. Bunu belirtirken çok sık yapılan bir yanlışa; ‘evrim’ kavramıyla ‘Evrim Teorisi’nin karıştırılmasının yanlışlığına tekrar dikkat çekmek faydalı olacaktır. ‘Evrim’ kavramıyla aşamalı ve gelişmeci bir süreç kastedilir; bu, Schelling’de (1775-1854) doğa merkezli, Hegel’de (1770-1831) idealist ve insanlık tarihi merkezli, Marx’ta (1818-1883) materyalist ve ekonomik ilişkilerin belirlediği tarih merkezli, Darwin’de (1809-1882) bütün canlı türlerinin birbirinden oluşması (Evrim Teorisi) merkezlidir.

Felsefe tarihinde ‘evrim’ kavramına merkezi rolü veren en ünlü felsefecinin Hegel olduğu söylenebilir. Fakat o, hiçbir yerde ‘Evrim Teorisi’ne benzer bir yaklaşım sergilemez; türlerin birbirinden evrilmesi onun felsefesinin bir parçası değildir. Felsefede ‘evrim’ kavramına merkezi bir rol vermek, canlı türlerinin birbirlerinden oluştuğu fikrinin (Evrim Teorisi) kabul edilmesi ile özdeşleştirilemez. ‘Evrim’ kavramı ile ‘Evrim Teorisi’ elbetteki ilişkilidir ama bu ilişki mutlak anlamda özdeşliği gerektirmemiştir.

Aslında ‘evrim’ kavramının, bir önceki aşamadaki basit, daha kötü, daha aşağı durumun, bir sonraki kompleks, daha iyi, daha üst duruma geliştiğini belirten anlamı; en az karşılığını ‘Evrim Teorisi’nde, özellikle ‘materyalist Evrim Teorisi’nde bulur. Hegel gibi idealist filozoflar, Tanrısal zihni gelişmenin arkasına koydukları için evrimi -neden sürekli gelişme olduğunu- temellendirebiliyorlardı. Nitekim ‘Evrim Teorisi’ni savunan 20. yüzyılın ‘Süreç Felsefecileri’ de -Hegel’le önemli benzerlikleri vardır (önemli ayrılıklarına rağmen)- evrimin, gelişme yönünde ilerleyen sürecini, Tanrı’nın bu yöndeki iradesiyle temellendirmeye çalıştılar. Marx’ın materyalist tarih anlayışında ise kapitalizm, sosyalizm ve komünizm gibi aşamaların insanların ekonomik ilişkileri sonucu oluşması ve bir kez bir aşamaya gelinince geriye dönülmemesi; insan bilinci ve iradesiyle açıklanabilir. Fakat materyalist bir yaklaşımla ‘Evrim Teorisi’ savunulunca, her ne kadar doğal seleksiyon gibi mekanizmalar olsa da ‘gelişmeci evrim’ bir yasa olmaktan çıkar. Basit tek hücreliden kompleks canlıların oluşması Evrim Teorisi ile savunulur ama birçok materyalist evrimci, bu süreci tesadüfi buldukları için canlıların daha basitlerinin daha komplekslerden de oluşabileceğini söylemişlerdir.

‘Materyalist Evrim Teorisi’ni savunanların birçoğu, ‘tek yönlü gelişmeci evrim’e felsefeleri gereği karşı çıkmaları gerektiğini görmüşler ve karşı çıkmışlardır. Evrim Teorisi’ndeki tek yönlü ve gelişmeci süreci reddetmek, aslında ‘evrim’ kavramının gelişmeyi vurgulayan anlamını reddetmektir. Bu yüzden ‘materyalist Evrim Teorisi’ savunucularında gelişmeyi ifade eden ‘evrim’ kavramı, Hegel gibi felsefecilerde olduğu gibi genel ve mutlak bir yasa olamaz.

Hegel ile aynı dönemde yaşamış ve Hegel’den birkaç yaş küçük Schelling, ‘evrim’ merkezli doğa felsefesini Hegel’den önce ileri sürmüştür. Schelling, doğanın ancak süregelmekte olan gelişimle anlaşılabileceğini söyledi: Doğa başta cansızdı, sonra bitki, sonra hayvan, sonunda insan zihni şeklinde bu birlik -doğa- kendini gösterdi.202 Ona göre doğadaki gelişme aşama aşama gerçekleşir ve bu süreç ancak Tanrı ile anlaşılabilir.203 Ünlü tarihçilerden Arthur Lovejoy’a göre felsefeye ilk olarak ‘evrimci metafizik’, daha doğrusu ‘evrilen Tanrı’ anlayışı Schelling ile girmiştir.

Bu Tanrı, evrenle birdir (monizm) ve nihai aşamada tam anlamıyla anlaşılır olacaktır. Schelling, filozof Jacobi ile tartışmasında, Tanrı’nın hem ilk hem son hem Alfa hem Omega olduğunu söyleyerek ‘evrilen Tanrı’ anlayışı ile Tanrı’nın mükemmelliğini uzlaştırmaya çalışmıştır.204 Schelling, bilim alanında önemli bir katkısı olmasa da Goethe gibi biyoloji alanında da önemli izleri olan birini etkilemesi;205 Burdach, Oken, Carus, Oersted, Steffens, G. H. Schubert gibi natüralistlerin yetişmesine katkısının olması ve metafizik ile bilimin kaynaşmasını sağlayan doğa felsefesiyle felsefe açısından olduğu kadar bilim açısından da önemlidir.206

Hegel’in etkisi Schelling’inkinden çok daha büyük olmuştur. Hegel’in felsefesinde de ‘evrim’ çok merkezi bir role sahipti; fakat artık burada doğanın evrimi değil, insanlık tarihinin evrimi merkezdeydi. Bu evrimi gerçekleştiren; Hegel’in, kimi zaman Mutlak, kimi zaman Tin (Geist), kimi zaman Akıl dediği Tanrı’dır. Hegel’de varlık ile mantıksal olan ve ‘Tanrısal Doğa’ ile ‘insansal doğa’ aynıdır; bu yüzden Hegel’in bilgi teorisinde ‘Tin’ bilinç ile bilinebilir.207

Hegel, insan aklını, sübjektif bir yargılayıcı olarak değil, objektif gerçekliğin bir kavrayıcısı olarak görmüştür. O, Kant’ın gerçekliğin bilinemeyeceği, yalnızca fenomenin bilinebileceği düşüncesine karşı çıkmıştır:208 Kategoriler, Kant’ın sandığı gibi sadece varlık üzerine düşünmeye değil, aynı zamanda varlığı kavramaya yararlar; çünkü varlık ile özdeştirler. Düşünce kalıbına giren formlar Tanrısal yaratmanın aşamalarıdır.209 Tanrısal yaratma ‘evrimsel bir süreç’ içinde ortaya çıkar. Hegel’in felsefesinde Tanrı evrene içkin olup, ‘tarihin evrimsel süreci’nde kendini gerçekleştirir.210 Hegel’de, Schelling’de olduğu gibi evrene içkin bir gayesellik fikri vardır.

‘Evrim’ ile ‘Evrim Teorisi’nin ayırt edilmesi önemlidir ama bunun yanında felsefelerinde ‘evrim’ kavramına merkezi bir rol verenlerin, Evrim Teorisi’ni daha kolay kabul edebildikleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin Ernst Mayr, Almanya’daki doğa felsefecilerinin ‘evrimci’ yaklaşımlarının; Darwin’in Evrim Teorisi’nin Almanya’da, diğer ülkelerde olduğundan daha kolay bir şekilde kabul edilmesini sağladığını söyler.211 Ayrıca bu ‘evrimci’ idealist bakış açısı, biyolojide canlının özelliklerinin baştan oluştuğunu söyleyen önoluşumcu görüşe karşı canlının embriyodaki evrimsel aşamalarda oluştuğunu söyleyen sıralıoluşumcu görüşün, Wolff ve Von Baer gibi önemli biyologlarca savunulmasına da etki etmiştir.212 Daha sonra bu gelişmeler, insan embriyosundaki gelişmeleri, dünya tarihi içindeki canlılığın gelişmesinin bir özeti olarak gören anlayışa (yinelemeli oluş; recapitulation) kadar uzandı.213 Ayrıca, evrimci idealist doğa felsefecileri ‘Tanrı’nın yönlendirdiği gayesel bir Evrim Teorisi’ni savunanlara ilham kaynağı olmuşlardır.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol