Evrim Teorisi Ortaya Konmadan Önceki Felsefe, Bilim ve Biyoloji Tarihi
Mezopotamya’da rastlanır ve Mezopotamya, ortaçağın sonlarına dek kendi çağına göre üst seviyede bir kültürün ortamı olmuştur.
Mısır medeniyetinden günümüze kalan ‘tıp’la ilgili papirüslerden, Mısırlıların yaptıkları cerrahi operasyonları -ki bunlar, belli bir seviyede anatomi bilgisi gerektirmektedirler-öğreniyoruz.
Ünlü bilim tarihçilerinin büyük bir kısmı; söz konusu eski uygarlıkların diğer bilim dallarına ve biyolojiye ilişkin bilgilerinin, daha çok pratik ihtiyaçlardan kaynaklandığını ve deneyle gözleme dayalı çabalarının ve teorik yaklaşımlarının zayıf olduğunu söylemektedir. Bu tespitin, Batılı bilim insanlarının, kendi kültürel kökenlerini dayandırmaya çalıştıkları Eski Yunan medeniyetini ön plana çıkarma amacından kaynaklanan taraflı bir yaklaşım olduğunu iddia edenler de vardır. Evrim Teorisi, Batı medeniyetinin kültürel ortamında geliştiği için bu tartışmayı irdelemeden, konumuz açısından önemli olan Eski Yunan medeniyetindeki felsefe ve bilim ortamını incelemeye geçiyorum.
ESKİ YUNAN MEDENİYETİNİN İLK FİLOZOFLARI
Mısır, Fenike (Filistin, Israil, Lübnan), Anadolu, Ege adaları ve Yunanistan’la çevrelenen Doğu Akdeniz’de deniz ticaretinin hayli yaygın boyutta yapılmaya başlaması sonucu mal ve ürün ticareti gelişmiş, ayrıca farklı yörelerdeki insanların farklı gelenek, görenek, görüş, düşünce ve inançlarıyla karşılaşılmıştır. Kavramlarla düşünme ve soyutlama becerisinin bu bölgede hızla filizlenip yayılmasının belli başlı nedeni, farklı kültür değerlerinin harmanlanmasına yol açan bu iletişim tarzı olmuştur.
Thales, biyoloji ve canlılar dünyasıyla pek ilgilenmemiştir. Fakat onun talebesi Anaximander (MÖ 610-546 civarı) hem canlılar dünyasıyla ilgili ilginç açıklamalar yapmış hem de evrenin temel hammaddesinin ‘apeiron’ olduğunu söyleyerek hocasına muhalefet etmiştir. Anaximander, ilk hayvanların suda oluştuğunu ve bunların büyüyünce kuru alanlara göç ettiğini söylemiştir. Canlılarla ilgili fikirlerinden dolayı Anaximander’in evrimci görüşleri ilk kez dile getiren kişi olduğu söylenir. Bu görüşleri, -Ernst Mayr’ın da dediği gibi- Evrim Teorisi’nin önceden sezinlenmesi olarak görmemek gerekir.
Anaximander’in çalışmalarını yakından incelediğimizde, onların, modern fikirlerden çok, mitolojiye benzediklerini görürüz.
Empedokles (MÖ 492-432) canlıların orijini ile ilgili çok uçuk bir teori ortaya atmıştır: Ona göre önce vücudun bazı parçaları ortaya çıkmıştır; gövdesiz baş veya gözsüz kafa gibi. Mükemmel form bulunana kadar bu böyle devam etmiş ve ucubeler yok olmuştur. Ernst Mayr, bu yaklaşımı, bazılarının yaptığı gibi ‘doğal seleksiyon’un öncüsü kabul etmenin saçma olduğunu söyler. Çünkü Empedokles’in anlatımında ‘doğal seleksiyon’, ne birbirlerini tamamlayan parçaları bir araya getirmekte bir mekanizma olarak işin içine sokulur, ne de mükemmel olmayan parçaları eleyen bir mekanizma olarak ele alınır. Mayr’a göre o, iki başlı dana gibi bazı canavarların varlığını ileri sürmek için teorisini bir öneri olarak ortaya atıyordu.
Modern evrimci kuram, gelişmenin daha çok, daha basit formların sürekli bir şekilde farklılaşması sonucu ortaya çıktığını söylediği halde; Empedoklesçi kuram, bu gelişmeyi daha çok başka cinsten formların birbirleriyle birleşmesinde görmektedir.
İyonyalı filozoflardan Anaximandros’un talebesi Anaximenes’in (MÖ 585-525 civarı) ve Apollonlu Diogenes’in (MÖ 435’ler civarı) çalışmaları da dikkat çekmektedir. Örneğin Diogenes’in çalışmaları bilinen en eski anatomi çalışmalarından birisidir.
ATOMCU GÖRÜŞ
Eski Yunan’da Atomculuğu ortaya atan ilk kişi Leukippos’tur. Ilkçağ kaynakları, bir varlık anlayışı (ontoloji) kuramı olarak bu öğretiyi büyük ölçüde Leukippos’un geliştirdiği konusunda, genellikle görüş birliği içindedir.
Atomcu kuramı savunan Demokritus, onun takipçisi Epikurus ve onlardan çok daha açık şekilde ateist-materyalizmi savunmuş olan Lucretius, evrende bilinçli bir tasarımın varlığını reddetmişlerdir. Her olguyu doğal zorunlulukla açıklayan bu yaklaşımda; her şeyin, bir bilincin müdahalesi olmadan ‘tesadüfen’ oluştuğu söylenir. Evrenin ve canlıların, atomların hareketleri sonucunda oluştuğunu savunan bu yaklaşım, her oluşun mekanik bir tarzda, sebep-sonuç ilişkileri içerisinde oluştuğunu kabul eder. Bu yaklaşıma göre sebep-sonuç ilişkilerinin dışında bir tesadüf olamaz. Fakat bu yaklaşımda bulunanlardan, ‘evrenin tesadüfen oluştuğunu’ söyleyenler, ‘tesadüf’ kelimesini ‘bilinçli bir tasarımın karşıtı’, ‘bilincin yönlendirmediği bir zorunluluk’ anlamında kullanmışlardır. (Bu kitapta ‘tesadüf’ kavramı bu anlamıyla ele alınmıştır.)
İşte Eski Yunan atomcularının ve onların takipçilerinin teizmle (tektanrıcılık)
en büyük uyuşmazlığı bu noktadadır. Teizm, mekanist bir evren görüşünü kabul edebilir, -teistlerin aralarında bu konuda tartışma olsa da- fakat evrenin bilinçli bir tasarımın ürünü olmadığını ve bu anlamdaki gayeciliğin reddini kabul edemez. Kitabın ilerleyen sayfalarında görüleceği gibi, gayeciliğin kabul edilip edilmemesi ve mekanizm-gayecilik tartışması, ‘Evrim Teorisi’ ile ilgili tartışmalarda önemli bir yere sahiptir. Böylece Aristoteles’in Demokritusçu yaklaşımla Atomcu kuram bağlamında yaptığı tartışma, 2000 yıldan daha uzun bir zaman diliminden sonra, tarihin yeni oyuncuları tarafından yepyeni bir içerik merkezinde tekrarlanacaktır.
Tektanrıcı dinlerin evrenin bir başlangıcı ve sonu olduğunu kabul etmelerine karşın Eski Yunan’da ezeli, ebedi ve durağan bir evren tasarımı hâkimdi. Evrende var olan değişiklikler bile döngüsel bir mantıkla açıklanıyor ve kuramlarında her şey aslına geri dönüyordu. Örneğin Atomcu kurama göre canlılar ve her şey atomların etkileşimi ile var oluyordu, daha sonra her şey aslına, yani atomlara dönüşüyordu. Atomlar öncesiz ve sonrasızlıklarıyla her şeyin nihai açıklamasıydılar. Bu varlık anlayışı, Tanrı’nın merkezde olduğunu ve evreni yoktan yaratıp bir gün yok edeceğini söyleyen tektanrıcı dinlerin anlayışından tamamen farklıdır.
Bir teist, Atomcu kurama benzer şekilde mekanistik yaklaşımla evreni açıklayabilir. Hem teist evrimciler hem de ateist evrimciler olduğu gibi, ‘teist bir Atomcu kuram’a inananlar da olabilir ve olmuştur da. Fakat bir teist, atomların öncesiz ve sonrasızlığını, evrende gayesel bir oluşum olmadığını, atomların her şeyin nihai açıklaması olduğunu kabul edemez. Tanrı merkezli varlık anlayışı nihai açıklamayı Tanrı’da bulur, bir teist için evrenin oluşumu muhakkak gayeseldir; çünkü Tanrı’nın zihnindeki plan işlemektedir.
Ne her Atomcu kurama inanan ateisttir ne de her ateist evrimci olmak zorundadır. Tarihin ünlü ateistlerinde, günümüzün ‘Evrim Teorisi’nin izlerini arayarak, onları bu teorinin öncüsü, ilham kaynağı olarak görmek yanlış bir yaklaşımdır. Demokritus ve Epikurus’un en ünlü takipçisi ve onlardan çok daha açık bir şekilde ateizmi savunan Lucretius’u da evrimci olarak görmek doğru değildir. Lucretius ‘Şeylerin Doğasına Dair’ isimli şiirinde şöyle demektedir:
“Her şeyin kendine has gelişim süreci vardır;
Herbiri birbirinden farklı yanlarını muhafaza etmelidir,
Bu, Doğa’nın geri döndürülemez kanunudur.”
Lucretius evrimsel süreçle tesadüfi bir oluşumu değil, tesadüfi bir şekilde ‘kendiliğinden oluşum’u (spontaneous generation) savunmuştur. Görüldüğü gibi ateizm için önemli olan bilinçli bir gücün karışmadığı bir oluşumu kabul etmektir. Bu ‘kendiliğinden oluşum’u evrimci bir süreç olarak tarif etmeyenler de olmuştur. Ateizm ile Evrim Teorisi’ni ilişkilendirmeye çalışan bazı araştırmacılar, Eski Yunan’a kadar geri gitmiş ve o dönemin ateistlerinin kullandığı birkaç cümle ile Evrim Teorisi arasında zorlamaya varacak ölçüde bir bağ kurmaya çalışmışlardır. Lucretius gibi bazı düşünürler, türlerin yok olması gibi bazı olgulara dikkat çekmişlerdir ama bunu, türlerin birbirinden evrimleştiğini söyleyen Evrim Teorisi’nin doğal seleksiyonu ile karıştırmamak gerekir. Eğer bunlar birbirine karıştırılırsa, tarihteki binlerce kişinin, ‘Evrim Teorisi’ni önceden sezinlediği söylenebilir.
Evrim Teorisi’nin doğru olup olmadığı antik dönemin bir tartışması değildir. Fakat gayeci bir yaklaşımın doğru olup olmadığı ve evrenin bilinçli bir tasarımın ürünü olup olmadığı, o dönemden beri süren bir tartışmadır ve ‘Evrim Teorisi’ ile bu tartışma daha sonra doruk noktasına ulaşmıştır.
PLATON
Protagoras, Gorgias ve Sokrates gibi düşünürler için biyoloji ve tüm diğer doğa bilimleri, felsefî etkinliğin dışındadır. Onlar bu konudaki çabaları, başarısı olanaksız bir uğraş olarak algıladılar ve bilinemezci (agnostik) bir tavır sergilediler. Fakat felsefî düşünceyi gerçek manada yönlendiren ve atomcularla beraber kendisinden önceki düşünürlerin çoğunu gölgede bırakan Platon oldu.
Birçok biyoloji tarihi kitabında, Platon, biyoloji biliminin gelişiminde en olumsuz etkisi olan kişilerden biri olarak gösterilmektedir.
Platon’un bilgi teorisindeki (epistemoloji) yaklaşımının, gözlem ve deney gibi doğa bilimleri için çok önemli olan unsurların gelişmesini engellediği doğrudur. Fakat onun sistematik yaklaşımı felsefeye kazandırmasının ve matematiği merkezi bir role koymasının, doğa bilimleri açısından ne kadar önemli olduğu da unutulmamalıdır. Platon, matematiği vazgeçilemeyecek bir bilim olarak görür; çünkü matematik ile bütün bilimler kavranır ve matematik öz varlığa varmak için kavramları kullanmaya bizi zorlar.
Mayr, Platon’un matematiksel yaklaşımının bilim için öneminin bilincindedir. O, bu noktanın farkındadır ve sadece Platon’un değil, matematiğin ve fizik bilimlerinin kendilerinin de biyoloji üzerinde çok olumsuz etkilerinin olduğu kanaatindedir. Geometrinin değişmeyen doğrularının özcülüğe yol açtığını, bunun ise evrimci düşünceye ters olduğunu söylemektedir.
Mayr, Platon’un dört görüşünün biyolojiye zarar verdiğini söyler. Bunlardan birincisi bahsettiğimiz özcülük ile ilgili fikirleridir. Ikincisi evreni bir ‘kozmos’ olarak görmesidir ki bu ileride evrim fikrinin ortaya konmasında zorluk çıkarmıştır. Üçüncüsü canlılığın cansız maddeden kendiliğinden oluşumu fikrini savunan filozofların görüşleri yerine Yaratıcı’yı (Demiurge’u) koymasıdır. Dördüncüsü maddî bedenden ayrı bir cevher olarak ruha yaptığı çok önemli vurgudur.
Heidegger, Nietzsche’nin kendi felsefesini Platonculuğa karşı bir felsefe olarak gördüğünü ve Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüyle Platoncu metafiziğin ölümünü kastettiğini söyler.
ARİSTOTELES
Platon’un biyolojiye doğrudan katkısı yoktur, fakat ortaya koyduğu fikirlerin doğa bilimleri ve biyoloji için hem engel olma hem de yol açma açısından önemi vardır. Aristoteles’in ise hem genel felsefesinin, doğa bilimleri ve biyoloji için çizdiği yol çok önemlidir, hem de bir biyolog ve biyoloji felsefecisi olarak ortaya koyduğu ve yaptığı çalışmalar, kendisinden sonraki çok uzun bir dönem boyunca etkili olmuştur. W. Thompson, E. S. Russell ve J. Needham gibi ünlü biyologlar onun koyduğu birçok prensibin günümüze kadar tazeliğini koruduğunu söylerler.
Aristoteles, hocası Platon’un ‘idealar’ öğretisini eleştirir: Platon’un yazılarında eşyadan ayrı ‘idealar’ bulunduğunun kanıtını aramak boşunadır.
Aristoteles’in biyoloji ile ilgili görüşlerinde zengin bir biyolojik mirasa sahip olmaması, yeterli deney ve gözlemi gerçekleştirememesi, mikroskop gibi araçlara sahip olmaması, ulaştığı sonuçlardaki yanlışlıklarda etkili olmuştur. Içinde bulunduğu olumsuz şartlara rağmen 2000 yıldan fazla bir süreci etkileyecek çalışmalarıyla tarihin en etkili biyoloğu olduğu söylenebilir.
Onun hayvanlarla ilgili sınıflandırması kendisinden 2000 yıl kadar sonra yaşayan Linnaeus ile kıyaslanır. Durağan sabit bir evren anlayışını öngören fiziği daha önce (16. yüzyıl) gözden düşmüş olmasına karşın biyolojide üstatlık mertebesini 19. yüzyıla dek korumuştur. Günümüzdeyse, kavramları ile görüşlerinin çoğu, biyoloji felsefesinin hâlâ gündemindedir.
Aristoteles’in biyoloji felsefesi, bazı evrimci filozoflar tarafından ‘Evrim Teorisi’nin daha önce ortaya konmamasının önemli sebeplerinden biri olarak gösterilir. Onun biyolojik yaklaşımında sıçramalara, umulmadık yıkımlara ve yeniden kurulmalara yer yoktur. Her oluş, öncelikle de canlılar evrenindeki oluşumlar, gayelerini -bir bakıma son biçimlerini- kendi bünyelerinde taşırlar.
Aristoteles’in varlığı meydana getiren nedenleri tarifi konumuz açısından önemlidir. O, varlığı meydana getiren nedenleri dört başlıkta inceler:
1. Maddî neden
2. Fail neden
3. Formel neden
4. Gayeci (Teleolojik) neden
Aristoteles’e göre bilim insanının görevi bu dört nedenin hepsi üzerine bilgi edinmektir.
Aristoteles’in gayeci yaklaşımı, teizm ile uyumluyken ateizm ile uyuşamaz ama bu, ateistlerin gayeci yaklaşımın kelimelerini ve kavramlarını hiç kullanmadıkları anlamına gelmez. Örneğin gözün açıklaması için “Göz görmeye yarar”, kanatlar için “Kanatlar uçmayı sağlar” şeklinde yapılan açıklamalar; gözleri ve kanatları gayesel nedenleri ile açıklayan gayeci ifadelerdir ve biyoloji kitapları bu tip ifadelerle doludur. Bazı evrimci biyologlar (örneğin botanikçi Paul J. Kramer), dilin bu şekilde kullanımını yanlış bulmakta ve bu şekildeki ifadelerin biyoloji biliminden atılmasını istemektedirler.
Jacques Monod
ARİSTOTELES'TEN SONRA BİYOLOJİ
Aristoteles deneysel ve gözlemsel biyolojiye büyük katkıda bulunduğu gibi biyoloji felsefesi alanında yaptığı tartışmalar 2000 yılı aşkın bir süre alıntılanmış veya ona cevap verilmeye çalışılmıştır ve onun muhalifleri bile onun önemini yadsımamıştır.
Aristoteles Atina’dan firar ettikten sonra okulunun yönetimini, Platon’un okulundan beri beraber olduğu talebesi Theophrastus’a (MÖ 370-287) bıraktı. O da 30 yılı aşkın bir süre bu okulu yönetip birçok talebe yetiştirdi. Theophrastus’un çalışmaları botanik konusunda kendi döneminin zirvesidir.
Bu dönemden sonra biyolojiye önemli katkıda bulunanların birçoğu aynı zamanda hekimdir. Örneğin Herophilus’un (MÖ 300’ler civarı) anatomi konusundaki çalışmaları önemlidir, eserlerinin çoğu kaybolmuş olmasına rağmen başkalarının ondan yaptığı alıntılardan kendisinin yaşadığı dönemin en önemli iki anatomi bilgininden biri olduğu anlaşılmaktadır. Yaptığı otopsilerle insan vücudu hakkındaki bilgilerin birçoğunu ilk defa insanlığa kazandıran odur.
Romalıların biyolojiye katkıları genelde Yunanlılarınkinden daha önemsiz kabul edilir. Milattan sonra 1. yüzyılda yaşayan Pliny (23-79), ‘Doğa Tarihi’ adlı geniş kapsamlı bir ansiklopedi yazmış ve bu eser 15 yüzyıl boyunca başvuru kitabı olmuştur.
Antik dönemin son önemli biyoloji bilgini 2. yüzyılda yaşayan Galenos’tur (129-200). Bergama’da doğan Galenos, Roma’da hekimlik ve cerrahlık yaptı, birçok tıp kitabı yazdı. Anatomiciydi; fil, domuz ve maymun gibi birçok hayvanın üzerinde otopsi uygulayarak sinir sistemlerini, kalplerini inceledi. Deneysel fizyolojinin kurucusu kabul edilir.
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE BİLİM VE BİYOLOJİ
Galenos’tan sonra uzun bir dönem çok önemli sayılabilecek biyolojik bir çalışmaya rastlanmamaktadır. Bu süreç Islam düşüncesinin en önemli eserlerinin verildiği 9.-13. yüzyıllar arasındaki döneme kadar devam etti. İslam dini 7. yüzyılda ortaya çıktı ve İslam’ın kaynağı Kuran, tüm varlıkları Tanrı’nın varlığının delilleri olarak nitelendirerek Müslümanları bunların incelenmesine teşvik etti. Kuran’ın ayetlerinin şekillendirdiği zihinler, bilimsel çalışmayı bir ibadet ve Tanrı’ya yaklaşmanın aracı olarak değerlendirdiler. Kuran’ın dili bilimsel ilerlemenin uluslararası vasıtası oldu. Bu yüzyıllarda yaşamış Cabir bin Hayyan, Kindi, Harizmi, Fergani, Ebu Bekr er-Razi, Ibn Sina, Biruni, Ibn Yunus, Ibnül Heysem gibi Müslüman bilim insanlarının Batı’da eşdeğerleri bulunmamaktaydı. Ortaçağ hakkında ‘karanlık çağ’ denmesi Batı medeniyeti için doğru olabilir ama bu dönemdeki İslam düşüncesinin bilimsel başarısı için bu ifadeyi kullanmak uygun değildir.
Müslümanlar, ilmin gerçek sahibi olarak Allah’ı gördükleri için; yabancı toplumlardan bilgi almada, bu toplumlardan çeviriler yapmakta bir sakınca görmediler. Hint, Fars, Mezopotamya bölgesindeki birikimden ve de özellikle Yunan mirasından yararlanıldı. Önceki insanların bilim ve düşünceye katkılarını kendi eserleri sayarak, faydalı olanı almayı, faydasız olana itibar etmemeyi prensip edindiler. Yunan bilim ve düşüncesini ayrıntılarıyla tercüme edip korumalarına ve ondan faydalanmalarına rağmen Yunan mitolojisini çoktanrıcılığın bir şekli olarak niteleyip dikkate almamışlardır.
Müslüman düşünürler, sadece kendilerinden bir şey katmadıkları tercümeler yapmamışlar; daha baştan kendi inançları, varlık anlayışları çerçevesinde seçimler yaparak etkili olmuşlardır. Özellikle Aristoteles’in ve Galenos’un, onlardan sonra ise Hippokrates’in, İslam dünyasındaki biyoloji biliminin gelişiminde en etkili kişiler olduğu söylenebilir. Hippokrates ve Galenos’ta yer alan uyum ve denge fikri ile İslam’da önemli bir yer tutan uyum ve denge fikri arasındaki ilişki de bunu kolaylaştırmıştır.
İslam düşünürleri bilgilerini sadece tercümelerle arttırmakla kalmamış, sistematik deney ve gözlemle bilgi edinmenin bilgi teorisi açısından önemini kavramışlar ve birçok keşifler yapmışlardır. Örneğin Ibnün Nefs’in küçük kan dolaşımını keşfi önemlidir.
Müslüman bilim insanları botanik konusunda da önemli eserler verdiler. Örneğin Ebu Hanife ed-Dineveri’nin ‘Kitab en-Neba’ (Bitkiler Kitabı) adlı eseri muhtemelen 9. yüzyılın en önemli botanik kitabıdır. Ihvan-ı Safa’nın, Ibn Sina’nın, Ibn Bacce’nin de botanik konusundaki eserleri, kendi ve kendilerinden sonraki dönemlerde etkili olmuşlardır.
Ibnül Heysem’in optik konusundaki çalışmaları, 16-17. yüzyıla kadarki bu alanda yapılmış en önemli bilimsel çalışmalardan birisidir.
Modern biyoloji ve ‘Evrim Teorisi’, Batı medeniyetinin bilimsel ortamında gelişti. Bu yüzden Batı bilimi ve biyolojisinin beslendiği kaynaklar olan Grek medeniyetini ve Islam düşüncesini tanımamız, Batı medeniyetinin gelişimini daha iyi kavrayabilmemiz için faydalı olacaktır. Islam düşüncesinden yapılan çevirilerle Batı, kendi tarihsel köklerini dayandırdığı ve yoğun etkisi altına girdiği Grek mirasını keşfetti. Batı, Islam düşüncesinden tercümelerle Grek medeniyetini keşfederken, Islam düşüncesinin Grek medeniyetini yorumlayışını ve Islam bilim insanlarının metodolojisini ve keşiflerini de kendi içine aldı. Albertus Magnus, Thomas Aquinas, Duns Scottus gibi Batı medeniyetinin önemli isimleri, özellikle Ibn Sina ve Ibn Rüşd’ün düşüncelerinden derinden etkilendiler.
11. ve 13. yüzyıllarda Arapçadan Latinceye yapılan tercümeler Avrupa’da bir eğitim devrimine yol açmış ve dolayısıyla Batı’da mevcut şekliyle üniversitenin doğuşunda etkili olmuştur.
Islam düşüncesinin biyoloji alanındaki en etkili isminin Ibn Sina olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle ‘el-Kanun fi’t-Tıbb’ isimli eseri biyoloji ve tıp alanlarında yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulmuştur. 15. yüzyılın sonlarına doğru ‘el-Kanun’, Galenos’un eserleriyle birlikte Batı Avrupa’daki tıp fakültelerinde okutuluyor ve yorumlanıyordu. Bilhassa 13. yüzyıldan itibaren Italya’da büyük bir ilgiyle karşılanmıştır.
Müslüman bilim insanları teistik bir varlık anlayışını, deney ve gözleme önem veren bir bilgi teorisini ve bilim anlayışını, farklı medeniyetlerin bilimsel mirasından faydalanmayı gerekli gören bir zihniyeti, evreni ve canlıları tanıma faaliyetlerini ibadet kabul eden bir iman anlayışıyla birleştirdiler. Tüm bunları kendi bünyelerinde sentezleyen Islam düşüncesi, Batı medeniyetine önemli bir miras aktardı ve bu miras Batı’nın bundan sonraki felsefî ve bilimsel macerasında etkili oldu.
İSLAM DÜŞÜNÜRLERİNDE 'EVRİM' FİKRİ
Islam düşüncesinin Batı’nın modern biliminin ve biyolojisinin oluşumunda hem deneyci ve gözlemci metodolojiyi teşvik ederek hem kendi deney ve gözlem sonuçlarını aktararak hem de Grek medeniyetinin mirasıyla Batı’yı buluşturarak etkili olduğu doğrudur. Fakat Lamarck ve özellikle de Darwin tarafından ortaya konan, sonra başta genetik olmak üzere biyolojideki gelişmelerle yeniden formüle edilen ‘biyolojik Evrim Teorisi’ni, Batı’nın, Islam düşüncesinden aldığını söylemek için yeterli ve tutarlı delil bulunmamaktadır. Bazılarının yaptığı gibi Anaximander’de ‘Evrim Teorisi’ni aramak hata olduğu gibi, Islam düşüncesi içindeki Ihvan-ı Safa’da ‘Evrim Teorisi’ni aramak da hatalıdır.
‘Evrim’ kavramı ile daha kompleks bir varlık türünün daha basit bir varlıktan meydana gelmesi kastedilir. Örneğin gaz bulutlarının sıkışmasından gezegenlerin oluşumu şeklinde kozmolojik seviyede bir evrim de hidrojen ve oksijenin birleşmesinden suyun oluşması şeklinde kimyevi seviyede bir evrim de ‘evrim’ kavramının içine girer. Biyolojik anlamda ise Lamarck ve özellikle Darwin tarafından ortaya konan ‘Evrim Teorisi’ ile her bir canlı türünün, diğer bir türün değişimi sonucu oluştuğu kabul edilir. Bu yüzden türlerin sabitliğini savunan herkes ‘Evrim Teorisi’ ile tam zıt kutuptadır. ‘Evrimci’ fikirleri gösterilirken türlerin değişmezliğini savundukları da aynı araştırmacılar tarafından gösterilen Nazzam
Cahız, canlılar arasındaki hayat kavgasından, Biruni canlı türlerin içindeki çeşitlilikten ve türlerin seçimi ile ıslah edilmelerinden bahsetmişlerse de hiçbirinin bugünkü anlamda bir ‘Evrim Teorisi’ni savunduğu söylenemez.
Bazı düşünürler ise Kuran’da bir ceza olarak anlatılan ‘mesh’ olayına dayanarak bir türden diğerine dönüşmeyi mümkün görmüşlerdir (Bu konu 5. bölümde işlenecektir). Sınırlı sayıda türün birbirinden evrimleşmesiyle, bütün türlerin, cinslerin, familyaların, sınıfların evrimleşerek oluştuğunu söyleyen ‘Evrim Teorisi’ arasında önemli fark vardır. Türler arası geçişi mümkün görmekle, bütün canlıların birbirinden oluştuğunu söyleyen sistematik bir görüşü ortaya koymak arasında ciddi bir derece farkı vardır. Bir düşünürün, sırf türler arası geçişi mümkün gördüğü için ‘Evrim Teorisi’ni öncelediğini söylemek zorlama olacaktır.
Müslüman düşünürlerde ‘evrim’ görüşü olduğunu söyleyenler üç tip ‘evrim’ kastetmektedirler. Bunların birincisi biyolojik evrimdir ve türlerin değişimi bu evrimin konusudur. Ikincisi sosyal evrimdir ve medeniyetlerin gelişimi gibi faktörler buna dahildir. Üçüncüsü ise insanın ahlaki ve manevi açıdan gelişimini anlatan psikolojik evrimdir.
Bazı Islam düşünürlerinin doğal seleksiyona ve dönüşümcülük fikrine işaret etmeleri önemlidir.
ORTAÇAĞ HIRİSTİYAN DÜŞÜNCESİ VE BİYOLOJİ
Ortaçağ Hıristiyan dünyasında genel olarak bilimsel düşüncede de biyolojide de önemli buluşlara ve çalışmalara az rastlanır. Islam dünyasından yapılan tercümeler ve Haçlı Seferleriyle Grek ve Islam medeniyetinin felsefî-bilimsel birikiminin Hıristiyan dünyaya aktarılması ile Hıristiyan dünyada bir ivme gerçekleşmiştir.82 Bu aktarma faaliyetinin olduğu yüzyıllarda (12. ve 13. yüzyıllar) aynı zamanda bugünkü anlamda üniversitenin temelleri, kilise mensuplarının direnmelerine rağmen atılmıştır.
Batı dünyası Islam medeniyeti üzerinden tanıştığı Aristoteles’in felsefesini ve bilimini Katolikleştirdikten sonra -bunu büyük ölçüde Thomas Aquinas (1225-1274) yaptı- adeta resmi görüşü olarak kabul etti. Aristoteles’in, Dünya’yı evrenin merkezi kabul eden görüşü ve birçok fikri Katolik Kilisesi’ni cezbetti ve ciddi bir tahlil yapılmadan birçok görüşü içselleştirildi. Meşhur bir hikâyeye göre atın kaç dişi olduğunu merak edenler atın ağzını açıp dişlerini sayacaklarına Aristoteles’in kitaplarına başvuruyorlardı.
Hıristiyan dünyada 13. yüzyılda yaşayan Dominik tarikatından Albertus Magnus’un (1200-1280, Thomas Aquinas’ın hocası) doğal tarih üzerine yazdığı kitap, kendinden önceki Hıristiyan medeniyetinin ve kendi asrının en ciddi biyoloji kitabıdır. O, Galenos, Hippokrates ve Islam düşünürlerinin (Ibn Sina ve Ibn Rüşd başta olmak üzere) fikirlerinden de yararlanmıştır. Bu kitabında yazar, Aristoteles’in derin etkisi altındadır; kendi gözlemleri de olmakla beraber, bunların çok fazla olduğu söylenemez.
Bu dönemde imparator II. Frederik’in, Dominiken tarikatından Thomas Cantimpratensis’in ve Vincentius Bellovacensis’in biyoloji ile ilgili çalışmaları da önemlidir ama hiçbiri Albertus Magnus’unki kadar geniş çaplı değildir.
Bilimde gözlemin merkezi rolünün artması, biyoloji biliminin tüm dallarındaki gelişmelerin motoru hükmündedir. Coğrafi keşiflerin ve özellikle Amerika’nın ilerleyen yüzyıllarda keşfi de biyoloji açısından önemli olmuştur. Bu keşifler sayesinde biyoloji yeni materyallere kavuşmuştur. Bunları hiç görmemiş olan Aristoteles’e dayanarak bilgi edinmenin bundan böyle imkânı da kalmamıştır. Bu durum, yeni araştırmaların yapılıp, gözlemin bilimde daha merkezi bir role kavuşmasında etkili olmuştur.
KOPERNİK - KEPLER - GALİLE SÜRECI VE KİLISE’NİN GÜCÜNÜ YİTİRMESİ
Bilimsel fikirleri ortaya atanlar toplumdan yalıtılmış bireyler değildir, bilimsel aktiviteler de toplumun dışında yapılmazlar. Demek ki bilimin sosyolojik ortamla bir etkileşimi vardır; bu etkileşimin bilimin objektif olma idealine zarar verebilecek olması ihtimâli bu gerçekliği değiştirmez. Ortaçağ Hıristiyan toplumunda Kilise ile Aristoteles’in felsefe ve biliminin karışımı olan paradigmanın hâkim olduğunu gördük. O dönemin sosyolojik ortamında Kilise’nin gücü ve belirleyiciliği, bu paradigmanın kurulmasında ve devam ettirilmesinde en önemli faktördü. Bu paradigmanın değişmesinde ise Kilise’nin gücünü yitirmesi belirleyici olmuştur. Kilise’nin gücünü yitirmesinde, evvelden beri Kilise’yle çekişmekte olan siyasi otoritelerin Kilise’ye karşı kazandıkları başarılar ve özellikle Martin Luther ile John Calvin’in başlattıkları 16. yüzyıldaki Protestan hareketinin, birçok kimsenin Katolik Kilisesi’nden kopmasına yol açması önemlidir. Burada üzerinde durulacak sebep, fizik biliminde yaşanan gelişmelerin, Kilise’nin kontrol ettiği paradigmayı delmesidir. Bu sistemsel (paradigmal) değişimde, fizik (özellikle astronomi) motor rolü oynasa da daha sonra bu değişimin, tüm doğa bilimlerinde ve konumuz açısından önemli olan biyolojide etkisi büyük olmuştur.
Yunanlıların ve Islam düşünürlerinin yaptığı gözlemler, aslında çok az gözlem yapmış olan Kopernik’in (1473-1543) yeni bir evren modeli önermesinde etkili oldu. Kopernik 16. yüzyılın başında (1514) Güneş merkezli kuramının kısa bir özetini sundu. Ancak yaşamının sonlarına doğru eseri yayımlandı. Kilise başta bu kitaba karşı önemli bir tepki vermedi ama daha sonra 1616’da bu kitabın okunması yasaklandı.
Kopernik’te suskun kalan Kilise asıl tepkiyi Galile’ye (1564-1642) gösterdi. Birçok kitapta bilim-din çatışmasının en önemli iki örneği olarak ‘Kopernik’in evren görüşüyle-din çatışması’ ve ‘Darwin’in Evrim Teorisi’yle-din çatışması’ gösterilir. Bu kitapların ‘din’den kastının temelde Katolik Kilisesi olduğu ve bunun tarihsel olarak inkâr edilemeyeceği gözükmektedir. Fakat bu ‘din’ sözcüğüyle diğer dinleri kastetmek hatalı olacağı gibi, bütün Hıristiyanları da bu çatışmanın tarafı görmek hatalı olacaktır; çünkü Kopernik, Kepler, Galile gibi dinin karşı cephesi olarak konumlandırılan kişilerin hepsi inançlı Hıristiyanlardı.
16. ve 17. yüzyıllarda gelişen bilime yön veren bilim felsefesinin bilgi kuramında, gözlem ile beraber matematiksel veri ve modelleri kullanmak merkezi role sahipti. Buna göre kuramın matematiksel modeliyle gözlem kesinlikle uyumlu olmalıydı; eğer kontrol edilen gözlem verileri kuramın matematiksel modeliyle uyumlu değilse, kuram tamamen değiştirilmeli veya düzeltilmeliydi. Kepler (1571-1630) söz konusu bilim anlayışının önemli ve öncü uygulayıcılarından biridir. Kepler, 1601’de başarılı gözlemci Tycho Brahe’nin (1546-1601) ölümünün ardından onun vazifesine atandı. Kepler, Brahe’nin gözlem verilerinden faydalandı ve yeni gözlemler yaptı. Kendi kuramıyla Mars’ın yörüngesinin arasındaki sekiz dakikalık hata üzerine altı yıllık bir çalışma yaptı ve yörüngenin elips olduğunu bularak, daha önceki kuramında yörüngeleri dairesel kabul etmesini düzeltti.
Kopernik’in yazıları aslında çok fazla etkili olmamıştı ve Kilise de bunu çok fazla dikkate almamıştı. Fakat Galile’nin de bu düşüncelere destek vermesiyle Kilise tavır koydu ve hem Kopernik’in kitabını yasakladı hem de Galile engizisyon mahkemesinde (69 yaşındayken) yargılandı. Aslında Galile dindar bir insandı. Iki kızı rahibeydi, kendisi ise Kutsal Ana Kilisesi’ne bağlıydı. Kiliseye zarar verdiğini değil, onu kurtarmaya çalıştığını düşünüyordu.
Galile, Aristoteles’in felsefe ve biliminin otorite konumunu bozdu; Aristoteles ve Ptolemaious’un (Batlamyus) Dünya merkezli evren modelini yıkacak gözlemler yapmakla kalmadı, Aristoteles’in ağır cisimlerin hafif olanlardan hızlı düştüğü gibi yanlış birçok fikrini de yaptığı deney ve gözlemlerle yanlışladı.
Biyoloji açısından bu sürecin birinci önemi Kilise ve Aristoteles’in görüşlerinin bilim üzerindeki hegemonyasının kırılması ve yeni görüşlere kapıların açılmasıdır. Ikincisi ise bu süreçle nicel deney biyolojide de önem kazandı. Örneğin biyoloji tarihi açısından önemli bir yere sahip olan ve kan dolaşımını bulan William Harvey (1578-1657) nicel deney ile başarılı sonuçlar elde etti. Ayrıca aynı dönemde yaşayan Santoria (1561-1636) da fizyolojik gözlemler yaparken terazi, ısıölçer, nemölçer kullandı. Harvey, kalbin yarım saat içinde aorta pompaladığı kanın organizma içindeki toplam kan miktarından fazla olduğunu hesapladı. Biyolojide niceliksel yöntem kullanmak o dönem için alışılmamış bir yöntem olduğundan bu tip örnekler önemlidir.
17. yüzyılın felsefecilerinden Francis Bacon (1561-1626) da savunduğu metodun doğa bilimlerini etkilemesiyle önemli bir yere sahiptir. Ünlü bilim adamları Newton ve Darwin, Bacon’ın metodolojisinin kendilerindeki etkisini ifade etmişlerdir. O, kurtuluşu Yunan felsefesinin etkisinden kurtulmakta ve tümevarım metodunun benimsenmesinde bulmuştur. Deneysel bilimin ve metotların başlangıcı Bacon’dan önce olsa da, Bacon yine de yeniçağ pozitivizminin babası kabul edilir. Bilimsel açıklamaların, gayesel açıklamalar değil, nedensel açıklamalar olduğunu söyledi ve metafizik ile bilimi ayırmaya çalıştı. Yapılan deneylerde karşımıza çıkan kurama aykırı örneklerin göz ardı edilmemesi gerektiğini, kuramların bunlardan dolayı düzeltilmesi gerektiğini vurguladı.
DESCARTES, MATEMATİK, MEKANİST YAKLAŞIM VE GAYESELLİK
Descartes’a (1596-1650) göre doğruyu keşfetmenin yolu matematikten geçer. Hiçbir alanda bulunmadığı kadar aklı doğru yönetmenin kuralları matematikte bulunur.
Francis Bacon gibi Descartes da bilimsel araştırmalarda gayesel nedenlerin araştırılmasına gerek olmadığını söylemiştir:
Bilimdeki mekanist anlayışın Tanrı inancına zıt bir görüş olduğunu söyleyenler olmuştur. Oysa görülüyor ki Descartes gibi ‘mekanik evren görüşü’nün yaygınlaşmasında etkin birçok kişi, Tanrı’ya inanmaktadır ve mekanist yaklaşımın dine zıt olmadığını ifade etmişlerdir. Descartes, ‘Tanrı’nın Doğası’nda değişim olmamasını evrendeki mekanizmin (doğa kanunlarının işlemesinin) garantisi olarak görür ve Tanrı’nın evrenin varlığını sürekli olarak muhafaza ettiğini savunur.
Gayesel yaklaşımda sonuçların gerçekleştirilmesi için nedenlerin işletildiği söylenir. Örneğin evin oluşması için tuğlaların üst üste konduğunu veya Dünya’nın Güneş’e mesafesinin bu şekilde ayarlanmasının canlıların var olabilmeleri ve varlıklarını sürdürebilmeleri için olduğunu söylemek gayeci açıklamalardır. Fakat tuğlaların üst üste konması süreciyle evin yapımını anlatmak veya Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin mevcut şekilde ayarlanmasıyla canlıların oluşumu için gerekli ortamın oluştuğunu söylemek mekanik açıklamalardır.
Gayeselliğin sorusu ‘niçin’dir. “Niçin tuğlalar birleşir?” veya “Niçin Dünya Güneş’e bu mesafededir?” gayesel nedeni öğrenmeyi amaçlayan sorulardır. Mekanist açıklamanın sorusu ise ‘ne’ ve ‘nasıl’dır. Tuğlaların nasıl birleştiği veya Dünya’nın Güneş’e uzaklığının ‘ne’lere yol açtığı mekanist açıklama ile anlatılır.
Mekanist açıklamayı benimseyen ilkçağın atomcularına benzer ateistler olduğu gibi, Descartes ve Francis Bacon gibi teistler de vardır. Gayeci açıklamayı yaygın olarak kullanan pek çok teist olduğu gibi, biyolojide gayeci açıklamadan kaçınmanın zorluğu karşısında birçok ateist biyolog da gayeci terminolojiyi kullanmaktadır. Sonuçta dinsel açıdan kritik nokta, mekanik veya gayesel süreci gerçekleştiren bilinçli bir ‘Güç’ün (Tanrı’nın) varlığının kabul edilip edilmemesidir.
Teist ile ateist arasındaki karşıtlık, ‘bilinçli müdahale ile tesadüf’ karşıtlığında aranmalıdır; farklılığı ‘mekanist yaklaşım ile gayesellik’ karşıtlığında aramak bizi hatalı sonuçlara götürür. Teistler evreni, Tanrı’nın yarattığı bir varlık olarak gördükleri için, evrendeki sebeplerin bilinçli bir şekilde bir sonuç için çalıştırıldığını kabul ederler. Bu, yapacağı evin tasarımı zihninde olan bir kişinin, tuğlaları üst üste zihnindeki ev tasarımına (gayeye) göre yerleştirmesine benzer. Kısacası teist, evrenin ve canlıların Tanrı’nın planına (gayesel nedene) göre yaratıldığını kabul ettiği için, mutlaka evrende bir gayeselliğin varlığını kabul eder. Fakat bu, teistin, bilimde gayeci yaklaşımı mekanist yaklaşıma tercih ettiği anlamını taşımaz. Çünkü teist mekanizmi de reddetmez, fakat evrendeki mekanizmin arkasında Tanrısal bilincin olduğunu kabul eder.
Özellikle biyolojide gayeci açıklama ile mekanik açıklamalar çok iç içe geçer. Örneğin gözdeki her tabakanın fonksiyonlarıyla görme işlevinin nasıl gerçekleştiği (mekanik açıklama) ile bu tabakaların hangi işe yaradığı (gayeci açıklama) gözle ilgili bir konu işlenirken ayırt edilemeyecek kadar iç içedir.
Bir teistin mekanist açıklamalardan rahatsızlık duyması için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Bilakis mekanist açıklamalar sonucu elde edilecek veriler, canlıların bilinçli bir tasarımın ürünü olduğunu ortaya koymakta kullanılmaktadır. (Bu konu 4. bölümde ayrıntılı bir biçimde işlenecektir.) Bir teist nedenlerden sonuca giden bilimsel bir yaklaşımı (mekanist yaklaşımı) benimseyebilir, nitekim bunun örneği Descartes gibi birçok ünlü teist vardır. Bir teistin kabul edemeyeceği, evrenin veya canlıların tesadüfen oluştuğu iddiasıdır.
Mekanist yaklaşım ile gayeselliğin arasındaki zıtlığın bazılarınca teizm ile ateizm arasındaki zıtlığa eşitlenmesinin sebebini düşündüğümüzde şu sonuç karşımıza çıkmaktadır: Teist, Tanrı’nın iradesini kabul ettiği için, Tanrı’nın mekanik süreçleri takip etmeden bir anda sonucu (gayeyi) yaratmasını mümkün görebilir. Kısacası teist, evrendeki mekanik işleyişi reddedebilir ama evrendeki bilinçli yaratılışı kabul ettiği için evrendeki gayeselliği reddedemez. Aslında büsbütün mekanik süreçleri reddeden bir teist bulmak oldukça zordur. Hiç kimse sağduyuyu reddetmeden; annesi doğurmadan (sebep), çocuğun dünyaya geldiğini (sonuç) söyleyemez; demek ki teistler ya tamamen ya büyük ölçüde ya da kısmen mekanist yaklaşımı kabul etmektedirler. Fakat evrendeki tüm oluşumları, maddenin çeşitli birleşimlerinin sonucu, bilinçli bir müdahale olmaksızın oluşmuş gibi gören materyalist-ateistler, biyoloji gibi alanlarda gayesel terminolojiyi kullansalar da kendilerini mekanist yaklaşımı kabule mahkûm görmüşlerdir. Çünkü mekanist yaklaşımın dışına çıkmak, maddenin ve doğa kanunlarının dışına çıkmak demekti; bu ise varlık anlayışlarında (ontolojilerinde) madde dışı hiçbir cevhere yer olmayan materyalist- ateistler açısından mümkün değildir.
Kısaca özetlemek gerekirse teistler ister gayeci, ister mekanist açıklamayı benimsesinler, varlık anlayışları gereği evrende Tanrı’nın planının (gayeselliğin) gerçekleştiğini kabul etmek durumundadırlar. Materyalist-ateistler ise ister gayeci ister mekanist terminolojiyi kullansınlar, varlıktaki her tür oluşumun bilinçli bir gücün müdahalesi olmadan mekanik bir süreçle oluştuğunu varlık anlayışlarının gereği olarak kabul etmek durumundadırlar. Teistlerin çoğu, gayenin, mekanik süreçlerle oluştuğunu kabul ettikleri için bir teistin mekanist yaklaşımı kabul etmesi mümkünken; bir ateistin, gayeci yaklaşımı bir terminoloji olarak kullanmanın ötesinde kabul etmesi mümkün değildir. Ateistlerin biyolojinin gereklerinden dolayı gayeci terminolojiyi kullanınca Ernst Mayr gibi ‘teleonomi’,
DIRIMSELCILIK VE MEKANİST YAKLAŞIM
Descartes sadece metodolojisiyle değil, felsefesindeki diğer unsurlarla ve canlılar üzerindeki çalışmalarıyla da biyoloji ve biyoloji felsefesi üzerinde derin izler bıraktı. Descartes’ın felsefesinde Tanrı gerçek cevherdir, diğer bütün varlıklar sadece Tanrı’nın sayesinde var olabilirler. Descartes, bu şekilde Tanrı ve diğer tüm varlıkları ayırdıktan sonra insan zihnini ve maddeyi de iki farklı cevher olarak ayırır. Düşünme insan zihninin uzam ise maddenin en temel özelliğidir. Burada düşünen zihnin maddî bedenle nasıl iletişime geçtiği, maddî bedeni nasıl hareket ettirdiği sorusu ortaya çıkar. Descartes bu felsefî sorunu biyolojik bir açıklamayla çözmeye çalışmıştır. O, beyindeki küçük bir epifiz bezi sayesinde bu ilişkinin kurulduğunu söyler. Akıl sahibi ruhu; epifizde yerleşmiş, boru ve kanallarla oluşan yapay bir sistemde suyun akışını kontrol eden ve can ruhlarının akışını şu ya da bu uzva yönlendiren bir musluk başına benzetir.
La Mettrie ve Holbach gibi mekanist anlayışın en koyu savunucuları ile bunlara karşı dirimselcilik (vitalism) görüşünü en aktif şekilde savunanların -iki zıt yaklaşımın- Fransa’da çıkması Descartes’ın etkisine bağlanır.
Dirimselciler canlının fiziko-kimyasal süreçlerle açıklanamayacağını, canlı ile cansız ayırımı yapmayan mekanistlerin hatalı olduğunu söylerler. Canlıların bedenlerindeki fiziko-kimyasal süreçlerin, canlılıkla ilgili tüm oluşumlardan sorumlu olduklarını kabul etsek bile; bunlarla, canlılığa dair tüm olguların açıklanamadığı, yine de apaçık bir hakikattir. İki hidrojen ve bir oksijen atomu birleşince suyu oluştururlar, böylece suyun açıklaması bir ölçüde yapılır; ama suyun sahip olduğu kimyasal özelliklerin tümünün açıklamasını artık hidrojen ve oksijenle yapamayız. Kimyasal elementler birleşip hücreyi oluşturunca bir ölçüde hücrenin açıklamasını yaparlar; ama hücrenin tüm faaliyetlerinin açıklamasını artık kimyasal bazda yapamayız. Hücrelerin birleşmesi de bir ölçüde canlıların açıklamasını verir ama canlının sahip olduğu görme, işitme, zevk alma, acı çekme gibi özellikleri artık ne hücreyle, ne kimyasal elementlerle, ne de atomlarla yapabiliriz. Hücre seviyesinden bilinç seviyesine geçince kopuş o kadar büyük olur ki; artık bilincin hallerinin hiçbirini, bilinç dışındaki hiçbir şeye benzetemeyiz. Descartes’ın kabul ettiği gibi zihni (ruhu) ayrı bir cevher olarak kabul edelim veya etmeyelim; canlılığın tüm açıklamasını sırf mekanist süreçlerle ve ‘fizikalist indirgemecilik’le yapmak mümkün olamamaktadır. Yazı yazarken ufak mürekkep partiküllerinden harfler, harflerden kelimeler, kelimelerden cümleler oluşmaktadır. Cümlede söylenenlerin sadece mürekkep partikülleri ile açıklanacağını söylemekle fizikalist anlamda bir mekanist anlayışı savunmak özdeştir. Fiziksel ve kimyasal süreçlerle biyolojik yapıları açıklamakta bile önemli sorunlar vardır. Canlıların ‘bilinç’ hali söz konusu olunca; sadece fiziksel ve kimyasal süreçler değil, biyolojik olaylar bile bu olguyu açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Dikkat edilmesi gereken husus, bilimsel metodolojisinde mekanist yaklaşımı benimseyenlerin tümünün, canlılığın her yönünün, tamamen cansız maddelerin mekanik bir süreçle birleşmeleri sonucunda açıklanabileceğini savunmadığıdır. Diğer yandan, canlılığın mekanik süreçlerle açıklanamayacağını söyleyen herkes de zihni ayrı bir cevher olarak kabul etmek zorunda değildir. Ayrıca bazılarının zannettiği gibi mekanist yaklaşım biyolojide mutlaka evrim fikrine yol açıcı özellikteyken, dirimselci yaklaşım bizi mutlaka evrim karşıtı bir pozisyona götürmez. Dirimselciliğin en ünlü temsilcilerinden biri olan Bergson’un (1859-1941) Evrim Teorisi’ni savunması bunun delillerindendir. Bergson, mekanik tarzda gelişen bir evrim yerine ‘yaratıcı bir evrim’ modeli önerdi. Zekânın ve içgüdünün ‘yaşam atılımı’nın eserleri olduğunu söyledi.
Tanrı’ya inanan bir kişi mekanist bir yaklaşıma da dirimselci bir yaklaşıma da bu ikisinin bir sentezine de inanabilir. Dirimselci yaklaşıma inanmış olan ender de olsa bazı ateistler olabilir, fakat maddeyi var olan tek cevher olarak gören bir materyalist-ateistin, dirimselci yaklaşımında madde dışı bir cevher kabul etmesi varlık anlayışına aykırı olduğu için, dirimselciliği kabulü kendi sistemi açısından sorunlu olacaktır. Buna karşılık Tanrı’nın varlığını ve her şeyi yarattığını kabul edenler için canlılığın maddî olmayan bir cevherden oluşup oluşmadığı meselesi hayati öneme sahip değildir. Tanrı’nın varlığını kabul eden bir kişi için, tüm varlıkların, Tanrı’nın bilinçle ve kudretle yaratışının sonucunda oluştuklarına dair inanç hayati bir öneme sahiptir. Teistler içinde insanın ve canlıların maddeden ayrı bir cevhere (ruha) sahip olduğunu savunanlar olduğu gibi; sadece insanların bu cevhere sahip olduğunu hayvanların ise böyle ayrı bir cevhere sahip olmadığını söyleyenler (Descartes gibi) ve insanların ruhundan kastın ayrı bir cevher olmadığını, ruhun, maddenin birleşimi sonucu oluşan insanın, canlılığına veya zihnine karşı geldiğini söyleyenler de olmuştur (bu konu 5. bölümde işlenecektir). Anlaşılıyor ki bir teist ile ateist arasındaki en temel ayrılık Tanrısal tasarımı kabul edip etmeme noktasındadır; mekanizm ve dirimselcilik arasında alınacak tavırda değildir. Ama mutlaka bir ayırım yapılacaksa; teist için “Tanrı için her şey mümkündür” inancından dolayı her iki pozisyonu da seçmekte bir sıkıntı olmadığı, fakat ateistin dirimselci pozisyonu seçmesinin sıkıntılı olduğu söylenebilir.
LEIBNIZ, UZLAŞTIRMA VE EZELİ UYUM
Leibniz (1646-1716), insan ve hayvan bedenindeki oluşumların aynı bir saatteki oluşumlar gibi mekanik olduğunu söylemiştir. O, H. More gibi dirimselcilere karşı tavır almıştır.
Leibniz, gayeci açıklamayla mekanik açıklamanın birleştirilmesini savunmuştur.
Leibniz’in varlık anlayışında (ontolojisinde) Tanrı, kendi dışındaki tüm varlıkların var oluşunun kaynağıdır, tam yetkindir, tüm ‘monadlar’ın varlıklarının olduğu gibi uyumlarının da kaynağı O’dur.
Leibniz’in felsefesinde mekanist yaklaşımı ve gayeciliği uzlaştırması, insan bedeni ve zihni arasındaki uyuma yaklaşımı, varlık anlayışında ve Tanrı-evren ilişkisinde ‘baştan düzenlenmiş uyum’ modelini temel alması, hem genel felsefe hem de biyoloji felsefesi açısından önemlidir. Onun, matematiğe büyük katkılarıyla beraber, doğada nitelin de nicelin yanında önemli olduğunu söylemesi ve Buffon gibi çok önemli biyologları etkilemesi dikkate alınmalıdır. Ayrıca ‘monadlar’ın hepsinin birbirinden farklı olduğunu ve aralarında bir derecelenme olduğunu savunan Leibniz’in ‘süreklilik prensibi’ ile madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları sınıflaması da biyoloji felsefesi açısından kayda değerdir. Bu anlayış, Aristoteles ile Ihvan-ı Safa ve Ibn Miskeveyh gibi Islam düşünürlerinin canlıları ‘varlık mertebelerine göre hiyerarşik sıraya’ dizişlerinin bir benzeridir. Leibniz’in varlık sınıflamasında türler statik oldukları için yaklaşımı evrimci anlayışa tamamen zıttır; ama evrimci anlayışlara en zıt görüş olarak kabul edilen ‘özcülüğe’ karşı olması açısından ise evrimci yaklaşımlarla ortak paydaya sahiptir.
NEWTON VE EVRENSEL KANUNLAR
Kopernik ve Kepler’in ortaya koyduğu Güneş merkezli sistem ile Galile’nin gözlemleri ve fiziğe yaklaşımı, evrenin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmuştu. Fakat gezegenlerin yörüngelerinde nasıl kaldığı, Dünya’nın altındakilerin neden düşmediği gibi sorular cevaplarını bulamamıştı. Işte tüm bu soruların yerine oturması için bir dev gerekiyordu. O dev de Newton’du (1642-1726). Newton, ağaçtan elmayı düşüren kuvvetin, aynı zamanda Ay’ı Dünya’mıza doğru çektiğini ortaya koydu. Bu yasa sayesinde Dünya’nın altındakiler düşmüyordu, bu yasa sayesinde tüm gezegenler yörüngelerinde hareket ediyordu; bu ‘evrensel çekim yasası’ydı.
Newton’un başarısının altındaki en önemli sırlardan biri, uzak gök cisimlerinin bile basit genel kanunlarla anlaşılabileceğini fark etmiş olmasıdır.
Newton ile beraber mekanik evren anlayışı daha da popüler oldu; o, Descartes’ın fiziğindeki hataları da düzeltti.
HUME VE TASARIM DELİLİ
Mekanist yaklaşım ile gayeci yaklaşım arasındaki tartışmaya, teizm ile ateizm arasındaki gerilim neden taşınmıştır? Bunun asıl nedeni ateizmin; Tanrı’nın zihnindeki plan (bütün) ile evrendeki oluşumların (parçaların) oluştuğu şeklinde tüm evreni kapsayan bir gayeci yaklaşımı, varlık anlayışları gereği kabul edemeyecek olmasıdır. Hele teizmin, Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için ‘tasarım delili’ne (teleolojik delile) başvurması, ateizm ile gayeci yaklaşım (teleoloji) arasındaki gerilimin sebebini iyice açığa çıkarır. Bu da ‘teleolojik delil’le ‘teleoloji’yi hem doğru bir şekilde ayırt etmemiz hem de ilişkilerini doğru kurmamız gerektiğini göstermektedir.
‘Teleolojik delil’, Tanrı’nın varlığını, evrendeki canlı veya cansız varlıklardan ve oluşlardan yola çıkarak ispat etme girişimidir. ‘Teleoloji’ ise varlıklardaki gayeselliği ifade eder. Örneğin “Yağmur bitkilerin büyümesi için yağar” veya “Göz görmek için vardır” önermeleri ‘teleolojik/gayeci’ ifadelerdir. Fakat yağmurun yararlarından veya gözün işlevinden yola çıkarak Tanrı’nın varlığı ispat edilmeye çalışılırsa ‘tasarım delili’ kullanılmış olur. ‘Gayeci’ ifadeleri teistler kullandığı gibi, bazen ateistler de -özellikle biyolojide- kullanmaktan kaçınamazlar. Diğer yandan kimi teistler, ‘tasarım delili’ne önem vermeden Tanrı’ya inanırlar; bunların kimisi için insanların zihnindeki ‘Tanrı’ kavramından Tanrı’nın varlığına yükselmeyi ifade eden ‘ontolojik delil’, kimisi için evrenin varlığından yola çıkarak Tanrı’nın varlığını temellendirmeye çalışan ‘kozmolojik delil’, kimisi için ‘kutsal metinlerin ifadeleri’, kimisi için rüya ve benzeri şahsi tecrübeler Tanrı’nın varlığının temellendirilmesi için yeterlidir. Bazıları içinse Tanrı’ya inanç için hiçbir delile gerek yoktur (fideizm).
Bu kitabın konusu açısından asıl önemli nokta ‘tasarım delili’nin doğru olup olmadığıdır. Çünkü bazı ateistler, ‘Evrim Teorisi’ni kullanarak, canlıların varlığından yola çıkarak Tanrı’nın varlığını ispat etmeye çalışan ‘tasarım delili’ kullanımlarına karşı çıkmaktadırlar. Diğer delillerden Tanrı’ya ulaşanlar, imancılar (fideistler) ve Tanrı inancı ile ‘Evrim Teorisi’ni birleştirenler (teist-evrimciler); ‘Evrim Teorisi’ni Tanrı inancı açısından sorun olarak görmezler. Fakat rasyonel Tanrı kanıtlamaları en çok ‘tasarım delili’ne dayandırılmaktadır. Kitabın 4. bölümünde, bu teorinin ‘tasarım delili’ne karşı tehdit olup olmadığı ayrıntılı bir şekilde değerlendirilecektir.
Tasarım delilinin farklı biçimleri olsa da bunların hepsi evrendeki gayeselliğin veya düzenin gözlenmesinden hareketle Tanrı’nın var olduğunu temellendirir.
Hume, gözlemlediğimiz maddî dünyadan öteye hiç bakmadan, bu dünyanın kendi düzeninin ilkesini içinde taşıdığını düşünerek, maddî dünyayı Tanrı’nın yerine ikâme edebileceğimizi söyler.
Hume’un, ‘Din Üstüne Söyleşiler’ adlı eserinde bahsettiğimiz fikirleri Philo adlı karakter seslendirir. Diğer taraftan Cleanthes adlı karakter, bu kitapta, ‘tasarım delili’nin geçerli olduğunu savunur. Kitapta apriori delilleri savunan Demea da vardır; fakat Newtoncu bir bakışı merkeze alan ve gayeci nedenlerle mekanik dünya görüşünün sentezini yapan Cleanthes’tir. Philo’nun Cleanthes ile atışması, bir anlamda Hume’un Newtoncu yaklaşıma cevapları olarak da görülebilir. Hume gerek bu eseri gerek diğer eserleri içinde sunduğu fikirlerinden dolayı ‘agnostik’ felsefecilerden biri olarak sınıflanmıştır. Buna göre o, ne teizmin ne de ateizmin rasyonel delillerle temellendirilemeyeceğine inanmaktadır. ‘Agnostik’ olarak sınıflanan bir felsefeciden beklenen ise Tanrı’nın varlığının rasyonel delillerle temellendirilmesine karşı çıkmaktır. Genel eğilim, Hume’un kitabındaki Philo adlı karakter ile Hume’un kendisini özdeşleştirmek ve Hume’un Cleanthes’i galip ilan etmesini kendi döneminin baskılarıyla açıklamak yönündedir.
Hume, doğada olup biten işlerle insan yapım ve becerisi işler arasında benzerlik (analoji) kurulamayacağını söyleyerek
KANT, GAYESELLİK, TASARIM DELİLİ VE BİYOLOJİDE METOT
Tasarım deliline karşı sistemli ilk itiraz Hume tarafından yapılmış olsa da en detaylı itirazın Hume’un bu konudaki itirazlarını çok benzer şekilde tekrarlayan Kant tarafından yapıldığı kabul edilir. O, Tanrı’nın varlığının rasyonel bir şekilde kanıtlanamayacağını göstermek için ‘ontolojik delil’e ve ‘kozmolojik delil’e eleştiriler getirir.
Kant’ın, ‘Saf Aklın Eleştirisi’ni yazdığı ve ‘kritikçi felsefesi’nin temelini attığı dönemde amacı hem rasyonel teizmin hem de ateizmin temellerini yok etmekti. Bu yüzden Kant, duyulur verilerden duyuların kapsamına girmeyen sonuçlara vardığını söylediği ‘tasarım delili’ne, Hume’un benzeri eleştiriler getirir ve bu delili de ontolojik ve kozmolojik delillerle beraber reddeder.
Kant, ‘tasarım delili’ne itirazlarını ateizm adına değil, bilinemezci (agnostik) yaklaşım adına yapmıştır. Kant’ın bilinemezciliği ‘saf aklın’ bilinemezciliğidir; Kant ‘pratik aklın’, ‘saf akıl’ üzerinde otoritesini kabul ettiğinden dolayı
Anlaşılmaktadır ki ‘Evrim Teorisi’ni kabul eden herkes ‘tasarım delili’ni inkâr etmek zorunda olmadığı gibi, tasarım delilini reddeden herkes de ateist değildir. Rasyonalite temelli tasarım delilinin en ünlü eleştirmeni Immanuel Kant’ın, Tanrı’ya inandığını apaçık bir şekilde beyan etmesi bunun en ilginç örneğidir. Diğer yandan rasyonel bir teolojinin mümkün olduğunu iddia edenlerin çoğunluğunun, en çok üzerinde durdukları ve en çok önem verdikleri Tanrı kanıtlamalarının tasarım delilinin çeşitli varyasyonlarına dayandığı da apaçıktır.
Kant’ın felsefî sistemi, diğer felsefe dalları gibi din felsefesi ve biyoloji felsefesi için de çok önemlidir. Tasarım delili ve gayesellik ile ilgili tartışmalar özellikle ‘Evrim Teorisi’ ile ilgili sorunsallarda çok kritik bir yere sahiptir. Kant biyolojide, mekanist ve gayeci yaklaşımın her ikisini birden gerekli görmüştür. Örneğin hem kasların, hem kulağın işleyişi mekanik yasalarla açıklanabilir. Bununla beraber, gayesel yaklaşımın bütünsel bakışı olmadan canlının bedenindeki bütünsellik ve sahip olunan organların hangi işlevi gördüğü (gayeleri gerçekleştirdiği) anlaşılamaz. Kant buna ‘içsel gayesellik’ der; içsel gayeselliği, kişilerin doğaya yansıttığını söylediği ‘dış gayesellik’ ile ayırarak, mekanist yaklaşımın ve gayeselliğin her ikisini birden kullanırken aralarındaki çatışkıyı (antinomiyi) çözmeye çalışır. Kant’ı izleyen Alman biyologlar, canlının bütünündeki planı keşfetmeye çalıştılar; Lenoir onları ‘gayeci-mekanistler’ olarak adlandırdı. Bu felsefe ve metoda uygun araştırmalarda önemli başarılar elde edildi; örneğin ‘gayeci-mekanist’ Von Baer’in memeliler hakkındaki keşifleri bunların arasındadır. Gayeci-mekanistler, canlıların bütünsel organizasyonunun değişmesini mümkün görmedikleri için ‘Evrim Teorisi’ne karşı çıktılar.
Kant’ın ‘Yargı Gücünün Eleştirisi’ adlı eserinde biyolojinin farklı bir bilim dalı olduğunu söylemesi ve fiziksel bilimlerin metodolojisinin biyolojiye uygulanamayacağını belirtmesi, biyoloji felsefesi ve metodolojisi açısından önemlidir. Kant 1790’da bu fikirlerini söylemeden birkaç yıl önce 1786’da ‘Doğa Bilimlerinde Metafiziksel Unsurlar’ adlı eserinde, bir bilimin ancak matematiksel olduğu oranda gerçek bilim olduğunu söylemişti. Kant’ın bu görüşü ise biyoloji felsefesi açısından özellikle evrimsel biyoloji açısından çok değişik sonuçlara götürecektir. Bunlardan en önemlisi matematiksel bir temele ve formülasyona dayanmayan ‘Evrim Teorisi’nin, böylesi bir görüş açısından bilimsel bir teori sayılmasındaki güçlüktür. Evrim Teorisi’nin bilim felsefesinde ortaya konan kriterler açısından değerlendirilmesi 3. bölümde yapılacaktır.
WILLIAM PALEY VE SAAT USTASI ANALOJİSİ
Hume’un ve Kant’ın tasarım deliline getirdikleri itirazlardan kısa bir süre sonra William Paley (1743-1805) ünlü ‘Doğal Teoloji’ (Natural Theology) kitabındaki yaklaşımıyla, bu delil açısından bir klasik olan eserini yazdı. Paley’in konuyu ele alış şekli Darwin’in de içinde olduğu birçok kişiyi çok uzun yıllar etkiledi.
Paley, doğadaki varlıkların gelişiminden çok yapısal özellikleri üzerinde durur. Doğada ‘tasarım’ı ve ‘gaye’yi gözlemlediğimizi; var olan tasarımın Tasarımcı’ya işaret ettiğini söyler. Paley, sürekli olarak tasarımı vurgulamasına rağmen skolastiklerin yaklaşımıyla karıştırılmamak istediğini ve bu yüzden ‘gayesel sebepler’ kavramını kullanmadığını söyler.
Yunanlıların dünya görüşü organikti; bu görüş toplumla doğal dünya arasında benzerlik kurmaya (analojiye) dayanıyordu. 16. yüzyıldan sonra incelediğimiz gelişmelerin neticesinde dünyayı saat gibi gören mekanist görüş hâkim oldu ki bu görüş de aslında analojikti. Daha önceden yaygın olarak kullanılan yaklaşımda varlıkların bir ‘gaye’ için yaratılmasına vurgu varken sonraki yaklaşımda var olan ‘düzen’e dikkat çekiliyordu. Bazı felsefeciler bu ikisi arasında ayırım yapmak için birincisini ‘teleolojik delil’ ikincisini ‘eutaksiolojik delil’ olarak adlandırmışlardır.
Paley, eserinin başında, yerde bulduğu bir saatin nasıl orada olduğunu düşündüğü zaman; ayağına rastgelen bir taş için düşündüğünden daha farklı sonuçlara varacağını söyler. Saatin değişik parçaları bir amaç için konmuştur, bu parçalar düzenli bir hareketi gerçekleştirerek zamanı göstermektedirler. Bu parçalar değişik bir şekilde bir araya gelseler, ne saatin içindeki hareket gerçekleşir ne de saat bir işe yarar.
Paley’in analojisini güçlü kılan unsur, saatin kökenini bilmeye gerek duymadan, sırf saatin yapısından sonuca gidebilmesidir. Ayrıca, onun analizinde sırf bir organı ele alıp sonuca gitmek mümkündür. Kişi insan gözünü ele alıp sonuca gidebilir; ayrıca karaciğerin, akciğerin de incelenmesi gerekmez. Canlı organizma makineye benzetilir ve makinenin yapılma aşaması gözlemlenmese bile, makinenin bir tasarımcısı olması gerektiğine dair benzetme ile canlıların da bir tasarımcısı olduğu ortaya konur. Paley’in bu argümantasyonuna karşı, Hume’un, canlılarla makine arasında analoji kurulamayacağı itirazı delil olarak gösterilir. Michael Denton, haklı olarak, moleküler biyolojideki gelişmelerin Paley’i doğrulayıp Hume’u yanlışladığını söylemektedir. (Bu gelişmeler özellikle son 50 yılda gerçekleşti.) Gerçekten de canlı hücrelerin içinde mikro seviyedeki faaliyetleri gerçekleştiren yapılar, çok gelişmiş makinelerin benzer vazifelerini yapmakta ve Paley’i desteklemektedirler.
Paley, incelediğimiz saatin, ilaveten yeni saatler üreten bir mekanizmaya da sahip olduğunu düşünmemizi ister. Saat, başka saatler üretme yeteneğiyle daha da mükemmel bir makineye dönüşecek ve ustasının maharetini daha fazla sergileyecektir. Eğer daha mükemmel bir saat (saat oluşturan saat) gördükten sonra, saatin bir ustası olduğu kanaatimizi değiştirirsek hata yapmış oluruz. Daha mükemmel olan bir saatin ustasının sanatını daha çok takdir etmemiz gerekir; yoksa Paley’e göre ateistlerin düştüğü hataya düşmüş oluruz.
Paley’in yaklaşımının bir avantajı da La Mettrie (1709-1751) gibi insanı tümden makineleştirip ruhu ayrı bir cevher olarak kabul etmeyenlerin yaklaşımından etkilenmemesidir. Paley’in yaklaşımında, ruhun ayrı bir cevher olup olmadığı ispatlansa da ispatlanmasa da zaten var olan deliller Tanrı’nın varlığını temellendirmeye yeterlidir. Paley, kulak ve göz gibi tek bir organdan bile sonuca gider.
Paley, ‘Doğal Teoloji’ kitabının ikinci bölümünde astronomi açısından önemli yaklaşımlarda bulunur. Güneşin evrimleştiğini, bundan ‘sonsuz bir durağan durum modeli’nin mümkün olmadığının anlaşıldığını söyler. Ayrıca konumuz açısından önemli bir kavram olan ‘Insancı Ilke’yi önceleyen açıklamalar yapar. Insanların var olması için evrensel kanunların dar sınırlar içinde gerçekleşmesi gerektiğini ve öyle olduğunu söyler.
Hume ve Kant, deney ve gözleme dayalı verilerden sonuçlar çıkarmadı, bu yüzden birçok kişi Paley’in gözlem verilerine dayalı argümantasyonunu, onların eleştirel yaklaşımına tercih etti. Ateist-Darwinci yaklaşımın en ünlü ismi Richard Dawkins bile, Paley’in yaklaşımının, Darwin’in Evrim Teorisi ortaya konmadan önce, Hume’unki gibi karşıt yaklaşımlara tercih edilir olduğunu söylemektedir.
MİKROSKOBUN İCADI VE BİYOLOJİ İLE FELSEFEYE ETKİSİ
Felsefî görüş bilimsel çalışmalara yön verdiği ve bilimin yapılış şekline etki ettiği gibi, bilimsel gelişmeler de felsefî inançları ve felsefede yapılan tartışmaları etkiler. Felsefî arenadaki bilgi teorisi tartışmalarında; deney ve gözlem merkezli bilim yapma ve eskilerin (özellikle Aristoteles’in) mirasını sorgulama ön plana çıkınca, bu tavrın bilim alanında pratik sonuçları gözükmeye başladı. Deney ve gözlem alanına yönelmiş bilim insanlarını bekleyen en büyük zorluklardan biri, duyu organlarının sınırlılığıydı. Bu zorluğun aşılmasında merceklere dayanan iki sihirli aletten biri uzakları yakınlaştırdı (teleskop), diğeri ise çok küçük alanlara nüfuz etmeyi sağladı (mikroskop).
Bu iki alet ile elde edilen verilerin hem biyoloji, hem de felsefe alanına etkisi büyük oldu. Teleskopla yapılan gözlemlerin biyoloji alanına etkisi dolaylı şekilde oldu. Teleskop gözlemleri Aristoteles ve Kilise’nin, bilim üzerindeki etkisinin kırılmasında ve gözlemsel, mekanist, matematik merkezli bir bilim anlayışının hâkim olmasında etkili oldu; bu biyoloji alanında takip edilecek metodolojinin belirlenmesinde de etkili oldu. Mikroskobun ise biyoloji alanındaki en önemli icat olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Biyoloji alanında mikroskoplar ilk olarak 17. yüzyılda kullanılmaya başlandı. Francisco Stelluti tarafından (1625) yazılan ve arıların bedenini konu edinen çalışma, mikroskoba dayalı ilk bilimsel eserdir.
Van Leeuwenhoek (1632-1723) ve Marcello Malpighi (1628-1694), mikroskopla önemli buluşları ilk gerçekleştiren isimler arasındadırlar. Onlar hayvan ve bitki dokularını tarif ettiler; planktonları, kan hücrelerini, spermi keşfettiler. Leeuwenhoek’in kullandığı mikroskoplar 270 kat büyütme kapasitesine sahipti
Leibniz, mikroskopla yapacağımız çalışmalar kadar hiçbir şeyin Tanrı’nın bilgeliğini anlamamıza katkıda bulunamayacağını söyledi.
KENDİLİĞİNDEN TÜREME
Canlıların kendiliğinden türediğini (spontaneous generation) söyleyen anlayışa göre; canlılar, başka canlıların üremesi veya bölünmesi gibi süreçler olmaksızın, cansız maddenin birleşimi sonucunda bir araya gelmişlerdir. Bu anlayışın izlerine binlerce yıl öncesinde rastlıyoruz. Örneğin Nil kıyısında yaşayanlar, kurbağaların çamurdan oluştuklarını düşünüyorlardı. Birçok kişi arıların, sineklerin, farelerin her birinin nasıl cansız maddelerden elde edilebileceğine dair reçeteler yazacak kadar ileri gitmişlerdi. Çöpten, çamurdan türemeye inanıldığı gibi, ölmüş hayvanların vücudunun bozulması sonucunda bu leşlerden türemeye de inanılıyordu.
Daha evvel belirtildiği gibi, her Evrim Teorisi’ne inanan ateist olmadığı gibi her ateist de Evrim Teorisi’ne inanmamıştır. Aslında 19. yüzyıldan önce Evrim Teorisi ortaya konmadığı için bu mümkün de değildir; bunu belirtmemin sebebi, ateizm ile Evrim Teorisi’ni tamamen özdeş göstermeye çalışan yanlış bir anlayışın yaygın olmasıdır. Evrim Teorisi 19. yüzyılda ortaya konmadan önceki ateistler çoğunlukla ‘kendiliğinden türeme’ye inanmışlardır. Nasıl arılar, fareler, sinekler kendiliğinden oluşuyorsa, aynı şekilde tüm canlıların buna benzer süreçlerle oluştuğunu; bu süreçlerin arkasında, doğanın dışında bilinçli bir gücün var olmadığını savunmuşlardır. Bundan ‘kendiliğinden türeme’ görüşünün, her zaman için ateistlerin teistlere karşı savunduğu bir argüman olduğu anlaşılmamalıdır. Örneğin Farabi ve Saint Augustine için de ‘kendiliğinden türeme’ye inanç bir sorun teşkil etmiyordu: Tanrı doğaya bu özelliği vermişti ve doğa yeni canlıları türetebilirdi. Teistler, bu şekilde bir yaratılışa inandıkları zaman, bunu Tanrı’nın baştan düzenlemesinin bir neticesi olarak algılıyorlar ve bu sürecin arkasında Tanrı’nın kudret ve bilincini kabul ediyorlardı. Nasıl Tanrı bir kiraz ağacına kirazın oluşmasıyla ilgili özellikleri bahşetmişse ve bu ağaçtan kirazlar çıkıyorsa; ‘kendiliğinden türeme’ye inanan teistler, aynı şekilde, bataklıklardan sivrisineklerin veya leşlerden birtakım böceklerin üreyebileceğini düşündüler. Teistler için, ‘kendiliğinden türeme’ye yol açan hammadde ve kanunlar, Tanrı’nın elinde ‘araçsal sebepler’di ve Tanrı tüm düzenin ve yaratılışın ardındaki ‘Gerçek Sebep’ti.
Mikroskobun icadıyla ‘kendiliğinden türeme’ ile ilgili tartışmalar yeni bir boyut kazandı. Artık hiç kimse arılar veya sinekler gibi böceklerin ‘kendiliğinden türediği’ni savunamaz duruma geldi. Fakat Leeuwenhoek’in mikroskopla yaptığı incelemeler sonucunda gözle görülemeyen birçok küçük canlının varlığı anlaşıldı. Bu sefer, bu canlıların ‘kendiliğinden türediği’ savunulmaya başlandı.
İrlandalı papaz Turberville Needham (1713-1781), ağzını özenle kapattığı bir kaba et suyu koyarak içinde bulunabilecek canlı tohumlarını öldürmek için yarım saat süreyle ısıttı; ne var ki bu önleme karşın, deney sıvısı içinde hızla çok sayıda hayvancığın ürediğini gözledi.
Diğer yandan modern biyolojinin kurucularından sayılan rahip Lazzaro Spallanzani’nin (1729-1799) yaptığı deney Needham’ın yanlışlığını ortaya koydu. Spallanzani, eğer Needham’ın deneyi tekrarlandığında sıvı çok daha yüksek derecede ısıtılırsa ve kabın ağzı iyice kapatılırsa mikro organizmaların sıvıya doluşamayacağını gösterdi.
Spallanzani ‘kendiliğinden türeme’ fikrini yaptığı deneylerle gözden düşürmesinin yanında, kurbağalar ve yarasalar üzerine çalışmaları, solunum sistemine getirdiği açıklamalar, döllenmenin ve sindirimin anlaşılmasına katkılarıyla da biyoloji bilimi açısından önemli bir yere sahiptir.
ÖNOLUŞ VE SIRALIOLUŞ
‘Kendiliğinden türeme’ ile ilgili tartışmalar genelde ‘önoluşum’ (preformation) ve ‘sıralıoluşum’ (epigenesis) tartışmalarıyla bir arada yapılmıştır. Önoluşumu savunanlar, canlının özelliklerinin tohum aşamasında baştan belirlendiğini; sıralıoluşumu savunanlar ise canlının tohum aşamasında baştan belirlenmeyip, geçirdiği süreç içinde şeklini aldığını savunmuşlardır. Önoluşumu savunanların kimisi yumurtanın belirleyiciliğine (ovism) vurgu yapmıştır; bu görüşün, Haller, Bonet, Spallanzani gibi önemli savunucularıyla 18. yüzyılda hâkim fikir olduğu söylenebilir.
Günümüzde genetik bilginin ilerlemesiyle önoluşum ve sıralıoluşum görüşlerinin bir sentezini yapabileceğimiz görülmüştür. Genetik bilimi, başlangıçtaki zigotun, sonradan oluşacak canlıdan çok farklı olduğunu göstererek; başlangıçtaki tohumu, oluşacak canlının bir minyatürü gören önoluşumculuğun bu yanlışını düzeltmiş ve sıralıoluşumculuğu bu noktada desteklemiştir. Canlının genetik bilgisinin baştan DNA’larda kodlu olduğunun öğrenilmesi ise önoluşumculuğun haklı olduğu noktadır. Çağımız genetiği açısından önoluşu savunan yaklaşım daha ön plana çıksa da gelişme fizyolojisinin kavramları sıralıoluş yaklaşımının kavramlarından esinlenmiştir.
17. ve 18. yüzyılda önoluşumu savunanlar, kendi yaklaşımlarıyla ‘kendiliğinden türeme’ fikrinin uyuşamayacağı kanaatindeydiler.
Bu sonuç, canlı ve cansız arasında sanıldığından daha büyük uçurum olduğunu iyice ortaya koydu. Bu uçurum böceklerin cansız maddeden oluşamayacağının gösterilmesiyle zaten açılmıştı. Fakat gözle görülemeyen mikro organizmalar için bile bunun mümkün olmadığının tam olarak anlaşılması uçurumu daha da büyüttü. Mikroskoplar geliştikçe ‘kendiliğinden türeme’ye inanç tamamen yıkıldı ve bunu savunan hiç kimse kalmadı. Fakat bunun bir istisnası vardır; Evrim Teorisi’ne inananlar bütün canlıların birbirinden türediğini söylerken, başlangıçtaki bütün canlıların atası olan ilk canlının ‘kendiliğinden türediği’ni kabul etmek zorundadırlar.
DÜNYANIN YAŞI İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR
Hıristiyan toplumlarda Dünya’nın yaşı ile ilgili çıkan sorun, en çok Irlanda başpiskoposu James Usher’in (1581-1656) yaptığı hesaptan kaynaklanmıştır. Protestan Hıristiyanlar Usher’in hesabına dayanarak Dünya’nın MÖ 4004 yılında yaratıldığını kabul ettiler. Cambridge Üniversitesi Rektör Yardımcısı Lightfoot, yaratılış yılı olarak bu yılı kabul etti, günü ve saati ise kendisi hesapladı: 23 Ekim günü sabah saat 9’da yaratılış olmuştu.
Usher’in saptadığı tarihler o kadar önemsendi ki Kitabı Mukaddes’in Kral James’çe onaylanmış baskılarının sayfa kenarlarında bile bu tarihler basılmaya başlandı. Böylece 17. yüzyılda ortaya çıkan bu fikir, adeta Hıristiyanlığın temel bir öğretisiymiş gibi algılanmaya başlandı. Bilim ile dinin çeliştiğini savunanlar Hıristiyanlıkla Usher’in vardığı sonucu özdeşleştirerek -bu arada din de genelde Hıristiyanlıkla özdeşleştirilmektedir- ve bilimin dünyanın uzun dönemler sonucunda oluştuğunu gösteren deneysel ve gözlemsel bulgularıyla karşı karşıya getirerek haklılıklarını ispat etmeye çalışmışlardır. Aslında Usher’in amacı bilimle dini uzlaştırmaktı, fakat giriştiği çaba istediğinin tam aksine bir sonuca sebep oldu.
‘Evrim Teorisi’ ortaya konduğunda Protestan İngiltere’deki dini çevrelerin çoğu Usher’in tarihlendirmesini kabul ediyorlardı. ‘Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek bir atadan ve birbirlerinden değişerek oluştuğu iddiasını, ancak canlıların yeryüzünde çok uzun bir süre önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok uzun süre önce var olmasıyla savunabilecekleri kanaatindeydiler. Evrim Teorisi’ne din adına karşı çıkışların daha baştan gözükmesinde ve daha baştan Evrim Teorisi ile din (Hıristiyanlık) arası bir gerilimin oluşmasında, diğer sebeplerin yanında; Evrim Teorisi’nin, Usher’in tarihlendirmesi ile çelişmesi de önemli bir yere sahiptir.
Yerküre katmanları üzerine tüm çalışmalar ve gittikçe ilerleyen fosilbilim, Usher’in, Dünya’yı 6000 yıllık bir yer olarak gören yaklaşımının hatalı olduğunu gösterdi. Martin Lister (1639-1712), 18. yüzyılın başında, fosillerin eşi benzeri olmayan garip taşlardan ibaret olduğunu ve kayalarda oluşmalarının canlılarla hiçbir ilişkisi olmadığını savunmuştu.
Usher 17. yüzyılda Dünya’nın yaşını tarihlendirdiğinde fosilbilimin ciddi, sistematik bir yapısı ve otoritesi yoktu. Fakat 18. yüzyılda ve özellikle 19. yüzyılda fosilbilimde kaydedilen ilerlemeler, Dünya’nın yaşı ile ilgili konularda Usher’in fikirlerini benimseyen dini çevrelerle birçok bilim insanını karşı karşıya getirdi. Yapılan tartışmalarda Nuh Tufanı ve canlıların ortaya çıkış tarihi ile Dünya’nın yaşı ve geçirdiği evreler merkezdeydi. Dünya’nın durağan bir durum içinde, ancak çevrimsel değişimler geçirdiğini, doğal süreçlerin bir denge durumunda olduğunu söyleyen yaklaşım ile doğanın doğrusal, tek yönlü (evrimsel) bir değişim süreci içinde olduğunu söyleyen yaklaşım yerbilimi alanında tartışma içindeydi. Bu ikinci yaklaşımın içinde ise yeryüzünün büyük değişimler (catastrophism) mi, yoksa sürekli küçük boyutlu değişimler mi geçirdiği (uniformitarianism) şeklinde farklı yaklaşımların tartışılması yapıldı. (5. bölümde yerbilimsel konuların dinsel inançlar bağlamında değerlendirmesi yapılacaktır.) Yerbilimi ile fosilbilimi bu iki alanın açık ilgisinden dolayı bir arada ele alındı. Birçok tartışmada, Usher’in yaklaşımının Hıristiyanlık ile özdeşleşmesinin getirdiği sorunlar kendini gösterdi.
LINNAEUS, TÜRLER VE TAKSONOMİ
Taksonomi, Yunancada düzenleme anlamına gelen ‘taksis’ ile yasa anlamındaki ‘nomos’ kelimelerinin birleşiminden türemiştir ve biyolojide bu kavram canlıların sınıflandırılması için kullanılmaktadır. Carl von Linnaeus (1707-1778) günümüzde kullanılan taksonominin babası sayılır. Her canlı varlığı iki adla sınıflandırma yöntemini ilk olarak uygulayan odur. Örneğin insan için ‘Homo sapiens’, köpek için ‘Canis familiaris’ tanımlamalarının kullanılması Linnaeus’un yöntemi sebebiyledir. O, kendisinden önce kaos olan bir alanı toparlamış, bir canlının birkaç satırla tarif edilmesine son vermiştir. En çok onun sayesinde, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın ilk yarısında biyolojiye taksonomik yaklaşım hâkim olmuştur.
Linnaeus’un doğa felsefesinin kalbini ‘Tanrı’nın tasarımı’ oluşturur. O, Tanrı’nın evreni, insan zihninin kavrayacağı şekilde yarattığını söyledi. Linnaeus, kendisini, Tanrı’nın planını açığa çıkaran, Tanrı’nın düşüncelerinin anlaşılmasını sağlayan kişi olarak görüyordu.
Linnaeus canlıları âlem, filum, sınıf, takım, familya, cins, tür şeklinde sınıflandırarak her canlının doğadaki konumunu belirlemeye çalıştı. Onun sınıflandırma yöntemiyle insanın yeri şu şekilde gösterilmektedir:
Âlem Hayvanlar
Filum Omurgalılar
Sınıf Memeliler
Takım Primatlar
Familya Hominidler
Cins Homo
Tür sapiens
Linnaeus, bütün türlerin en baştaki yaratılış şekillerini koruduklarını, en başta sabit sayıda tür yaratıldığını söylüyordu. O, Leibniz’in ‘doğada atlama olmadığı’na dair fikrini takip etmişti ve ‘hiyerarşik varlık merdivenleri’nde, her türün diğer iki türün arasında bir yerde yer aldığını düşünüyordu.
Linnaeus’un varlıkları hiyerarşik sıralayışının başına ortak bir ata konarak ve canlıların birbirlerinden türedikleri söylenerek evrimsel gelişme açıklanmaya çalışılmıştır. Bu noktada hem Linnaeus’un sınıflaması, hem ‘Evrim Teorisi’ açısından canlıların hiyerarşik sıralamasının ne kadar doğru olduğunu sormak gerekir. Bal yapan arının, denizde sonar sistemi olan yunusun, uzun göç yollarını izleyen kuşların ve konuşma yeteneğiyle insanın hangi kritere göre sınıflaması yapılacaktır? Birçok canlı kendi özel becerisinde diğer tüm canlılardan daha iyidir. Bu farklı becerilere sahip canlıların hiyerarşik sırasını, kim hangi kriterle belirleyecektir ki ‘varlık merdivenleri’ne yerleştirilebilsin? Canlılar üzerine modern araştırmalar canlıların özgün yanlarını daha çok ortaya koymuştur ve bu, ‘hiyerarşik bir varlık merdiveni’ kurmanın imkânsızlığını göstermektedir. Insanın ve diğer birçok canlının, kendilerine has alanlarda diğer canlılara üstünlükleri vardır ve canlıların hiyerarşik sıralaması için hangi ölçüyü alırsak alalım, pek çok canlıyı birbirine göre konumlandırmak mümkün olamayacaktır. Günümüzdeki canlı sınıflamalarının hemen hepsi de canlıların hiyerarşik sınıflamasıyla ilgilenmeden, özellikle canlıları benzerliklerinden hareketle sınıflama üzerine kuruludur.
Linnaeus’un doğanın dengesinden bahsederken ‘yaşam mücadelesi’ni vurgulaması, Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ fikrinin oluşmasında kavramsal olarak arka plan oluşturmuştur.
Fiziksel benzerliklere göre sıralama yapan Linnaeus’un, insan ile maymunu beraber sınıflamasının da ‘Evrim Teorisi’ndeki insanı maymundan türeten anlayışı kolaylaştırdığı söylenir. Ayrıca Dünya’nın yaşını Usher’i takip edenlerden çok daha yüksek bulması da Evrim Teorisi’ni savunmayı kolaylaştırıcı nitelikte olmuştur.
Linnaeus’un sisteminin sorunlu bir yanı, türlerin yok olmasını mümkün görmemesidir.
Linnaeus’un yaklaşımında türün mensupları ortak özellikleri paylaşırlar, türlere içkin bu özler Tanrı tarafından yaratılmıştır. Biyoloğun görevi bu özleri bulmak ve türleri cinsleriyle (genus) tanımlamaktır.
Douglas Medin’in yürüttüğü geniş çaplı bir araştırma, insan zihninin taksonomi yaptığını göstermiştir. Bu araştırma Amerika’nın şehirleşmiş bireylerinden Mayaların ‘yağmur ormanları’ndaki bireylerine dek geniş ve farklı bir kitleye uygulanmıştır. Buna göre tüm farklı kültürlerdeki insanların zihni, insanlar dışındaki canlıları belli ‘özler’ temelinde türlere bölüp taksonomi yapmaktadır. Bu deneyden varılan sonuç, taksonomi yapmanın, insan zihninin gözlemlerden bağımsız, apriori bir özelliği olduğudur.
Türlerin ontolojik statüsü özellikle tek hücrelilerin mikroskobik seviyesine inilince iyice karışır; ama türlerin birçoğunun kapalı bir sistem oluşturup, kendi içlerinde üremesi ve döl verebilecek döller oluşturmaları da göz ardı edilebilecek bir husus değildir. Canlılar dünyasını anlamak için taksonominin uygulanmasının bilinen en akılcı yöntem olduğu açıktır. Fakat bu, Linnaeus’un taksonomisini kullanmak olarak anlaşılmamalıdır. Farklı taksonomiler oluşturmak için gayretler vardır; türlerin ontolojik gerçekliği olsun veya olmasın, taksonominin, insan zihninin doğayı anlama ve bilim yapma faaliyetindeki yararı apaçıktır.
1753 yılında Linnaeus 6000 adet bitki türü biliyordu ve bunların 10.000 kadar olduğu düşünülüyordu; 1758’de 4000 hayvan listelemişti ama onların sayısını da yine 10.000 civarında tahmin ediyordu.
Linnaeus kendi dönemine göre büyük bir iş başardı ve yaşarken kendi fikirlerinde değişiklik yaptı. Melezleşmenin (at ile eşekten katır oluşması gibi), türlerin hepsinin baştan sabit olup hiç değişmediği fikrine ters olduğu görülüyordu. Melezleştirme ile yeni türlerin oluşabileceğini savundu ki bu, başta ileri sürdüğü ‘tüm türlerin sabit yaratıldığı’ fikrinde bir değişiklikti. Melezleşme ile yeni türlerin oluşumu, Mendel’in, Darwin’in Evrim Teorisi’ne karşı alternatif olarak ileri sürdüğü bir fikir oldu.
BUFFON VE DÖNÜŞÜMCÜLÜK
Buffon (1707-1788), Linnaeus ile aynı yıl doğdu, ondan daha fazla yaşadı ve birçok konuda ters düştüğü Linnaeus gibi biyoloji tarihinin en önemli bilim insanlarından biri oldu. Buffon, yorumlanması en güç bilim insanlarından birisidir; bunun sebeplerinden biri evrendoğumdan (kozmogoniden) hayvanbilimine kadar çok geniş bir alanda ansiklopedik eserler yazmış olmasıdır, diğer bir sebep ise zamanla değişmiş olan fikirlerinin eserlerinde oluşturduğu çelişkilerdir.
O, Linnaeus’un cins (genus) başlığı altında topladığı ‘kökensel türler’in, en başta yaratıldığını ve bunlardan melezleşme yoluyla diğer türlerin oluştuğunu söyledi. Melezleşme yoluyla oluşan türler ise baştaki mükemmelliklerini kaybediyorlardı. Görülüyor ki Buffon, Linnaeus’dan daha az sayıda ‘kökensel tür’ün başta yaratıldığını ve bunlardan diğer türlerin oluştuğunu söylemiştir. Buffon’da ‘kökensel türler’den diğer türlerin değişimle oluşumu bir dejenerasyondur. Dolayısıyla ‘Evrim Teorisi’nin aşağı bir türden yüksek bir türün doğmasına yol açan ilerleyici değişiklik düşüncesi Buffon’un anlayışıyla bağdaştırılamaz. Buffon’un türler hakkındaki bu düşüncesi termodinamiğin ikinci kanunu olan entropiye benzemektedir. Entropi, evrenin ilk baştaki oluşumundan itibaren sürekli düzensizliğe gittiğini ve bu sürecin tersine döndürülemez olduğunu söyler. Buffon’un türleri de, deyim yerindeyse entropiye benzer bir kanunun altında; daha az gelişmiş, daha az mükemmel melez türleri oluşturabilirler ve bu oluşum, melez türlerin yabancı türlerle üremesinin engellenmesiyle kapalı bir sistem içinde kalır.
Buffon’a göre ‘ilk kökensel türler’in nasıl oluştuğu sorulabilir. Buffon, kökensel türlerin ‘kendiliğinden türeme’yle oluştuğuna inanıyordu. ‘Kendiliğinden türeme’nin olup olamayacağı Buffon’un döneminde tartışılan bir konuydu. Buffon, en kompleks kökensel türün bile ‘kendiliğinden türeme’yle oluştuğunu kabul etti.
Buffon, tüm canlıların ‘ortak ata’dan gelmesi fikrinden -Evrim Teorisi’nin en temel görüşlerinden biridir- ilk bahseden kişidir; fakat o, böyle bir fikrin ileri sürülebileceğinden bahsettikten hemen sonra böylesi bir durumun neden gerçekleşmediğinin delillerini sıralar. Birincisi, bilinen tarihte, hiçbir yeni türün oluştuğu gözlemlenmemiştir. Ikincisi, melezlerin (katır gibi) yeni döller vermemesi türlerin arasında aşılması imkânsız bir sınır oluşturmuştur. Üçüncüsü, iki türün birbirinden oluştuğunu söyleyenler bir sürü ara form göstermek zorundayken, bu ara formlar mevcut değildir.
Buffon, fiziğin -özellikle Newton fiziğinin- derin etkisi altındaydı ve fizikteki gelişmelerin biyoloji alanına olan etkisinin iyi bir örneğiydi. O, Newton gibi Leibniz’i de okumuştu ve evrensel yasaların matematiksel düzenine hayranlık duyuyordu. Canlıların da aynı yasalara tabi olduğunu savunarak bu yaklaşımını gözlemsel ve deneysel biyoloji çalışmalarının metodolojisine yerleştirdi ve biyolojinin yanında ekoloji, yerbilimi, evrendoğum alanlarında da aynı metodolojiyi kullandı.
Buffon, Newton’un takipçisi William Whiston’u (1667-1752) takip ederek yeryüzünün Güneş ile başka bir yıldızın çarpışmasından oluştuğunu savundu. Newton’un soğuma yasasından yararlanarak yeryüzünün yaşını deneysel bir yaklaşımla tespit etmeye çalıştı. Bir dizi demir küre üretti ve bunları neredeyse erimiş duruma gelene dek ısıtarak ayrı yerlerde soğumaya bıraktı; tüm bunların sonucunda yaptığı hesaplarla yeryüzünün yaşının 75.000 yıl civarında olduğunu
Buffon, insanın biyolojik yapısı üzerine de detaylı çalışmalar yaptı; embriyo aşamasından değişik yaşlardaki durumuna kadar insanı inceledi. Özellikle çocuğun dili öğrenmesi ve insanın bilinçli bir varlık olması üzerinde durdu. Insanın vücut yapısının hayvanlarla benzer olduğunu, fakat insanlarla hayvanların mukayese bile edilemeyeceğini savundu.
SCHELLING, HEGEL VE FELSEFEDE 'EVRİM' KAVRAMININ YÜKSELİŞİ
Özellikle 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın tümü, felsefede ‘evrim’ kavramının zirveye çıktığı dönemdir. Bunu belirtirken çok sık yapılan bir yanlışa; ‘evrim’ kavramıyla ‘Evrim Teorisi’nin karıştırılmasının yanlışlığına tekrar dikkat çekmek faydalı olacaktır. ‘Evrim’ kavramıyla aşamalı ve gelişmeci bir süreç kastedilir; bu, Schelling’de (1775-1854) doğa merkezli, Hegel’de (1770-1831) idealist ve insanlık tarihi merkezli, Marx’ta (1818-1883) materyalist ve ekonomik ilişkilerin belirlediği tarih merkezli, Darwin’de (1809-1882) bütün canlı türlerinin birbirinden oluşması (Evrim Teorisi) merkezlidir.
Felsefe tarihinde ‘evrim’ kavramına merkezi rolü veren en ünlü felsefecinin Hegel olduğu söylenebilir. Fakat o, hiçbir yerde ‘Evrim Teorisi’ne benzer bir yaklaşım sergilemez; türlerin birbirinden evrilmesi onun felsefesinin bir parçası değildir. Felsefede ‘evrim’ kavramına merkezi bir rol vermek, canlı türlerinin birbirlerinden oluştuğu fikrinin (Evrim Teorisi) kabul edilmesi ile özdeşleştirilemez. ‘Evrim’ kavramı ile ‘Evrim Teorisi’ elbetteki ilişkilidir ama bu ilişki mutlak anlamda özdeşliği gerektirmemiştir.
Aslında ‘evrim’ kavramının, bir önceki aşamadaki basit, daha kötü, daha aşağı durumun, bir sonraki kompleks, daha iyi, daha üst duruma geliştiğini belirten anlamı; en az karşılığını ‘Evrim Teorisi’nde, özellikle ‘materyalist Evrim Teorisi’nde bulur. Hegel gibi idealist filozoflar, Tanrısal zihni gelişmenin arkasına koydukları için evrimi -neden sürekli gelişme olduğunu- temellendirebiliyorlardı. Nitekim ‘Evrim Teorisi’ni savunan 20. yüzyılın ‘Süreç Felsefecileri’ de -Hegel’le önemli benzerlikleri vardır (önemli ayrılıklarına rağmen)- evrimin, gelişme yönünde ilerleyen sürecini, Tanrı’nın bu yöndeki iradesiyle temellendirmeye çalıştılar. Marx’ın materyalist tarih anlayışında ise kapitalizm, sosyalizm ve komünizm gibi aşamaların insanların ekonomik ilişkileri sonucu oluşması ve bir kez bir aşamaya gelinince geriye dönülmemesi; insan bilinci ve iradesiyle açıklanabilir. Fakat materyalist bir yaklaşımla ‘Evrim Teorisi’ savunulunca, her ne kadar doğal seleksiyon gibi mekanizmalar olsa da ‘gelişmeci evrim’ bir yasa olmaktan çıkar. Basit tek hücreliden kompleks canlıların oluşması Evrim Teorisi ile savunulur ama birçok materyalist evrimci, bu süreci tesadüfi buldukları için canlıların daha basitlerinin daha komplekslerden de oluşabileceğini söylemişlerdir.
‘Materyalist Evrim Teorisi’ni savunanların birçoğu, ‘tek yönlü gelişmeci evrim’e felsefeleri gereği karşı çıkmaları gerektiğini görmüşler ve karşı çıkmışlardır. Evrim Teorisi’ndeki tek yönlü ve gelişmeci süreci reddetmek, aslında ‘evrim’ kavramının gelişmeyi vurgulayan anlamını reddetmektir. Bu yüzden ‘materyalist Evrim Teorisi’ savunucularında gelişmeyi ifade eden ‘evrim’ kavramı, Hegel gibi felsefecilerde olduğu gibi genel ve mutlak bir yasa olamaz.
Hegel ile aynı dönemde yaşamış ve Hegel’den birkaç yaş küçük Schelling, ‘evrim’ merkezli doğa felsefesini Hegel’den önce ileri sürmüştür. Schelling, doğanın ancak süregelmekte olan gelişimle anlaşılabileceğini söyledi: Doğa başta cansızdı, sonra bitki, sonra hayvan, sonunda insan zihni şeklinde bu birlik -doğa- kendini gösterdi.
Bu Tanrı, evrenle birdir (monizm) ve nihai aşamada tam anlamıyla anlaşılır olacaktır. Schelling, filozof Jacobi ile tartışmasında, Tanrı’nın hem ilk hem son hem Alfa hem Omega olduğunu söyleyerek ‘evrilen Tanrı’ anlayışı ile Tanrı’nın mükemmelliğini uzlaştırmaya çalışmıştır.
Hegel’in etkisi Schelling’inkinden çok daha büyük olmuştur. Hegel’in felsefesinde de ‘evrim’ çok merkezi bir role sahipti; fakat artık burada doğanın evrimi değil, insanlık tarihinin evrimi merkezdeydi. Bu evrimi gerçekleştiren; Hegel’in, kimi zaman Mutlak, kimi zaman Tin (Geist), kimi zaman Akıl dediği Tanrı’dır. Hegel’de varlık ile mantıksal olan ve ‘Tanrısal Doğa’ ile ‘insansal doğa’ aynıdır; bu yüzden Hegel’in bilgi teorisinde ‘Tin’ bilinç ile bilinebilir.
Hegel, insan aklını, sübjektif bir yargılayıcı olarak değil, objektif gerçekliğin bir kavrayıcısı olarak görmüştür. O, Kant’ın gerçekliğin bilinemeyeceği, yalnızca fenomenin bilinebileceği düşüncesine karşı çıkmıştır:
‘Evrim’ ile ‘Evrim Teorisi’nin ayırt edilmesi önemlidir ama bunun yanında felsefelerinde ‘evrim’ kavramına merkezi bir rol verenlerin, Evrim Teorisi’ni daha kolay kabul edebildikleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin Ernst Mayr, Almanya’daki doğa felsefecilerinin ‘evrimci’ yaklaşımlarının; Darwin’in Evrim Teorisi’nin Almanya’da, diğer ülkelerde olduğundan daha kolay bir şekilde kabul edilmesini sağladığını söyler.